27 Haziran 2009 Cumartesi

GROTESK BEDENDEN HİJYENİK BEDENE: GROTESKİ YENİDEN DÜŞÜNMEK


RAHMİ ÖĞDÜL

28 Haziran 2009

Televizyonda mı izledim yoksa bir yerde mi okudum, tam olarak hatırlamıyorum şimdi ama sahne gözümün önünde tüm canlılığını koruyor. Geleneksel bir topluluğun ileri gelenleri halka şeklinde yere oturmuşlar. Topluluğun en yaşlısı bir parça ekmek atıyor ağzına; bir miktar çiğnedikten sonra ağzından çıkardığı lokmayı yanındakine uzatıyor. Ağızdan ağıza dolaşan lokma ortada oturan bebeğin ağzına giriyor en sonunda. Yeni bir üyenin topluluğa dâhil edilme törenini izleyen biz kentlilerin ilk tepkisi “ne kadar iğrenç!” demek olacaktır muhtemelen. Hijyenik bir kültürde yetişen bireylerin hiç de alışık olmadığı bir sahne. Oysa topluluğa yeni katılan üye sadece toplumsal ilişkilere değil, toplumun mikrobiyal ekolojisine de giriş yapmış oluyor böylelikle.

Bu sahne ya da benzerlerini modern-dışı, geleneksel toplumlarda görmek hala mümkün. Beden tarihi, açık bedenden kapalı bedene doğru bir gelişim izliyor kabaca. Tarihsel bir inşa olan bedenin özellikle modern kapitalizmde ulaştığı kapalılık, çevresiyle her türlü bulaşıcı ilişkiden kendini yalıtmasına dayanıyor. Modern birey mesafe koyan bir bireydir. Bu nedenle hijyen terimi, hem tıbbi hem de toplumsal/politik içerimler taşıyor: her türlü bulaşmaya karşı bir savunma duvarı. Hijyenik yaklaşımda neyin toplumsal/politik, neyin tıbbi olduğunu anlamak giderek zorlaşıyor.

Ortaçağlarda ve geleneksel toplumlarda beden kendisini çevreleyen toplumsal ilişkiler ağından ya da fiziksel dünyadan ayrı olarak düşünülmezdi. Bedenin içerisi ile dışarısı arasında sürekli bir madde alışverişi gerçekleşiyordu; bu gözenekli beden, tüm delikleriyle dünyaya açıktır. Yiyecek ve içeceğin ortak kaptan tüketilmesi gibi beden sıvılarının değiş tokuş edildiği faaliyetler topluluk üyeleri arasında toplumsal bağı güçlendirir. Bakhtin grotesk beden diyordu bu tür bedenlere. Evrenin ve topluluğun öğeleriyle sürekli ilişki halinde olan bir beden. Bedene ait duyguların ve sıvılarının doğrudan dolaşıma sokulduğu, günümüzdeki hijyen takıntısıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan kamusal bir beden.

Richard Sennett’in belirttiği gibi 1628’de William Harvey’in kan dolaşımını keşfetmesiyle birlikte yeni bir beden imgesi ortaya çıktı. Bu beden imgesi modern kapitalizmin doğuşuna denk geliyor. İnsan bedenine dair bu keşif ekonomide de karşılığını buluyordu. Bağlarından kurtulmuş birey, mallar ve paralarla birlikte kentin “arter”lerinde dolaşmaya başladı. Harvey’in kan dolaşımı ve solunuma dair bulguları kamu sağlığı konusunda yeni fikirlerin doğmasına yol açtı. 18. yy Aydınlanma planlamacıları bu fikirleri kentlere uyguladılar. Kentleri insanların serbestçe dolaşıp nefes alabilecekleri bir yer haline getirmeye çalıştılar. Sağlık, hareket ve dolaşımla tanımlanıyordu artık. O dönemde yaşayan doktor Ernst Platner “hava kan gibidir” diyordu. “Havanın bedenin içinde dolaşması gerekir ve bedenin içine hava alıp vermesini sağlayan zar da deridir” diye devam ediyordu. Kentte yaşayan insanlar, derilerini temiz tutmak için daha sık yıkanır oldular. Bedeni dışkıdan temizlemek kentli ve orta sınıf insanlarına özgü bir uygulama haline geldi. 1750’lerde tuvalet kâğıdı kullanılmaya başlandı. Kırlarda ise köylüler kirin derinin üzerinde doğal bir koruyucu tabaka oluşturduğuna inandıkları için hala yıkanmayı reddediyorlardı.

1740’lardan itibaren Avrupa kentlerini daha sağlıklı hale getirmek için düzenlemeler yapıldığını görüyoruz; sokaklar temizlenmeye, foseptik çukurları açılmaya ve sokakların altından geçen kanalizasyon sistemleri inşa edilmeye başlandı. Adım adım daha hijyenik bir kent ve birey inşa edildi.

Aydınlanmanın yarattığı birey duygularını, beden sıvılarını denetleyen, görgü kurallarına göre davranan, hareket halindeki bir bireydir. Sürekli hareket halinde olmak bireyin, ister istemez yaşadığı ortama yönelik duyarsız, mesafeli bir tavır geliştirmesine sebep oldu. Yeni davranış kurallarıyla birlikte giderek “uygarlaşan” birey, duygularını ve bedensel işlevlerini denetleyebilen, kapalı bir varlık haline geldi. Ortaçağın açık bedeni giderek kapalı bir bedene dönüştü. Kendi bedenleri üzerinde denetim kurmayı beceremeyenler, uygarlaşmamış olarak görüldüler. Grotesk beden özellikle burjuva sınıfı üyeleri için dehşet ve iğrenme kaynağı halini aldı. Yoksullar, işçiler, beyaz olmayanlar, yani Avrupa burjuvazisinin ötekileri toptan grotesk beden kavramına altına yerleştirildi. Kendi bedenleri ve duyguları üzerinde özdenetimden yoksun olan “ötekiler” tiksindirici bulunuyordu artık.

19. yüzyılda hastalıkların mikroplar yoluyla yayıldığının bilimsel olarak tespit edilmesi, hijyen kurallarının daha sıkı benimsenmesine yol açtı. Aile bireyleri bile artık aynı yatakta yatmamaya, aynı eşyaları kullanmamaya, aynı kaptan yiyip içmemeye başladılar. Tek tek bedenler üzerinde kurulan denetime bir de biyolojik bir tür olarak insan nüfusu üzerinde kurulan denetim eklemlendi; biyo-politik iktidar tıbbi bilgi yoluyla tüm nüfus üzerinde denetim uyguluyordu artık. Sonuçta başkalarıyla temas etmekten kaçınan, yalıtılmış, hijyenik modern birey ortaya çıktı.

Hijyenik olanın, tıbbi ve toplumsal/politik içerimler taşıdığını yazımın başında vurgulamıştım. Tüm bu içerimler birbirine karışıyor. Son zamanlarda domuz gribi vakalarıyla gündeme gelen termal kameralar aynı zamanda askeri amaçlarla da kullanılıyor; toplumsal hijyeni tehdit etmek üzere, sınırda toplumsal bedene sızmaya çalışan “virüsler” bu kameralar sayesinde tespit ediliyor. Kent yoksullarının kentlerden sürüldüğü kentsel dönüşüm projelerinde de anahtar sözcüğün daha hijyenik bir kent olduğunu duyuyoruz; steril bir toplumsal ortam kurmaya çalışan iktidar, bedenlerin, duyguların, düşüncelerin birbirine bulaşmasını pek istemiyor anlaşılan. Hayatı olumlayan yeni kavramlar icat etmek için bu bulaşmaya çok ihtiyacımız var oysa. Grotesk bedeni yeniden düşünsek diyorum.

25 Haziran 2009 Perşembe

İDEAL BEDEN ÖLÇÜLERİ: KANONİK BEDENLER


RAHMİ ÖĞDÜL

25 Haziran 2009

Yaz geldi; olabildiğince çıplak halleriyle ortalıkta salınıyor bedenler. Tüm hatlarıyla bakışlara maruz kalan bedenlerimiz yaz mevsiminde bizleri daha fazla kaygılandırıyor. Çabaladığımız ideal bedene muhtemelen bu yaz da ulaşamadık. Ama ideal beden kavramından bir türlü vazgeçmiyor, kendimizi ve başkalarını bu kavrama göre değerlendiriyoruz. Kozmetik, diyet ürünleri, plastik cerrahi gibi ticari faaliyetlerden oluşan devasa bir sektör ideal beden kaygısından gelişti. Bu kavramın hiç de masum bir kavram olmadığını görülüyoruz.

Bedenin idealize edilmesi, sayısallaştırılmasının izini MÖ 6. yy’a dek sürmek mümkün. Matematikle yoğun şekilde uğraşan Pitagoras ve izleyicileri sayılara, varlığın temel ilkesi payesi vermişlerdi. M.Ö. 5 yy’da bu düşünce ikliminde yetişen Argoslu heykeltıraş Polykleitos, sayıların insan formunu yönettiğine inanıyordu; parçaları arasındaki sayısal simetri bulunan heykeller yapmaya başladı.
Kanon adını verdiği kendi yapıtının üzerine bir de kitap yazdı.

Kanon, ölçme sopası, cetvel anlamına gelen Grekçe kánna sözcüğünden türemiş; yapısız, şekilsiz olan bir şeyi katılaştırma, şekil verme anlamlarını taşıyor; ayrıca yasa ve kural da demek. Günümüzde edebiyatta ya da diğer sanat dallarında her eğitimli insanın bilmesi gereken önemli yapıtlar listesine gönderme yapıyor kanon; kanonik yapıtlara bakarak diğer yapıtları ölçüp biçiyor, yargılıyoruz.

Eski çağlardaki tanrıça heykellerini, mağara resimlerindeki çubuk figürleri hatırlayın; önceleri insan figürleri çok çeşitli şekillerde temsil edilirdi; günümüze kadar sürecek olan Polykleitosçu beden kanonu Batı sanatına hükmetmeye başlayınca beden formu haliyle çeşitlilik bakımından yoksullaştı. Rönesans’ta sanatçılar küçük değişikliklerle bu kanonik beden formunu sürdürdüler. Vitruvius, homo bene figuratus (güzel biçimli insan) adını verdiği çizimde, kanonik insan bedenini kare ve çember içine yerleştirip aritmetik ve geometrik bir beden elde etti.

Modern dönemde ideal beden çok acılara yol açtı. Özellikle Ari ırkı ideolojisine inananlar, ideal beden kavramını toplumdaki yoz bedenleri teşhis etmek amacıyla kullandılar. Nazi Sanatı kanonik bedenlerle doludur. İdealden her türlü sapma insan türünün yozlaşmasının bir göstergesiydi. Sağlıklı, güzel bedenli insanların üremesine yönelik bir program olan Öjenik, Nazi Almanya’sında yürürlülüğe sokuldu. Toplumu yozlaştırmasını engellemek için yoz bedenlere sahip bireylerin ortadan kaldırılmaları gerekiyordu.

Günümüzde artık ideal beden kavramı uğruna soykırımlar yapılmıyor; ancak bu beden herkesin hayallerini süslemeye de devam ediyor. Romalı hekim Galen’in “bir bedenin güzelliği, sayılarının simetrisinden kaynaklanır” anlayışı hala geçerli. Güzellik yarışmaları, vücut geliştirme gibi etkinliklerde bedene hükmeden sayılardır hala. Çok çeşitli biçimlerde olabilen bedeni sayılaştırıp tek tipleştirme çabaları artık bireyin rızasıyla sürdürülüyor. Hem cetvel hem de yasa anlamlarına gelen kanon sözcüğü, iktidarın ölçmeyle, sayısallaştırmayla ilişkisini apaçık ortaya koyuyor. İktidarın cetvelini içselleştireli çok oldu, cetvel bedenlere dönüştük desek yalan olmaz. İktidara karşı girişilecek her türlü mücadele öncelikle bedeni de hesaba katmak zorunda.

22 Haziran 2009 Pazartesi

DUVARDA GEDİK AÇMA SANATI: GRAFİTİ



RAHMİ ÖĞDÜL

18 Haziran 2009


Grafiti sanatçıları kent duvarlarındaki eski boya tabakalarının, posterlerin üzerine her gece yenilerini ekliyor. Grafiti, sonu gelmez bir palimpseste* dönüştürüyor kentin yüzeyini. Sanatçılar, uzmanların tasarladığı, kendilerine ait olmayan bir kenti kendilerinin kılmak için grafitinin görsel dilini kullanıyor.

Grafiti doğası gereği kısa ömürlü bir sanat; daha doğrusu sürekli değişime maruz kalan açık bir yapıt; atmosfer koşullarına, yetkililerin tavrına ve diğer grafiti sanatçılarının müdahalesine açık olduğu için sürekli dönüşerek başka formlara, yeni kavramlara evriliyor. Duvarlar, yeni fikirlerin birbirini döllediği bir döl yatağını andırıyor adeta.

Bugün grafiti sanatını, mevcut tanımlarla tanımlamak zor. Posterler ya da resimlerden tutun da duvara yapıştırılan bir plastik oyuncağa kadar her şeyi kapsıyor grafiti artık. En dar yorumuyla grafiti, 1960’ların sonlarında New York’ta ortaya çıkan hip-hop grafiti tarzını, klasik üsluptaki tag’ler (sanatçısının takma adı ya da imzası) ve piece’leri (grafiti çalışması) anlatmak için kullanılıyordu. Günümüzde ise bu sanatı adlandırmak için yeni tanımlara ihtiyaç duyuluyor artık.

Kent sokaklarındaki hip-hop grafiti tarzı dışındaki her türlü sanatı tanımlamak için 1980’lerde ilk kez sokak sanatı terimi kullanıldı. Grafiti sanatçıları, yeni teknikler kullanmaya ve yeni tarzlarda resimler yapmaya başlayınca sokak sanatı ile grafiti arasında ayrım yapmak giderek zorlaştı. Yeni fikirler, teknikler ve formlarla sürekli değişen grafiti, son zamanlarda post-grafiti ya da neo-grafiti olarak adlandırılıyor. Bu soyut terimler de çok fazla benimsenmedi. 2003’de grafiti sanatçısı Banksy şirket markalarına yönelik tepkisini ifade etmek için Brandalizm terimini kullandı.

Şirket logolarının kentleri ve bedenleri sömürgeleştirmesine tepki gösteren kimi grafiti sanatçıları şirketlerin kurumsal kimliklerini altüst eden yıkıcı işler yapıyor. Kentlerin sinyal sistemlerine yaptıkları yaratıcı müdahalelerle işaretlerin anlamlarını saptırıp gündelik hayatı sorguluyorlar. Bir grafiti sanatçısının yaptığı çizime bir başkası ilaveler yaparak anlamını değiştirebiliyor. Örneğin Banksy’nin omuzunda roketatar taşıyan Mona Lisa resmine bir başkası sakal ve sarık ekleyerek Usame Bin Ladin’e dönüştürmüş ve iki gün sonra kent yetkilileri bu resmi ortadan kaldırmıştır.

12 Haziran’da Türkiyeli grafiti sanatçılarının yer aldığı bir grafiti sergisi açıldı İstanbul’da. 13 Temmuz’a kadar açık kalacak bu sergi Galata’daki metruk Banker Han’da ziyaretçilerini bekliyor. Sokaklarda görmeye alışkın olduğumuz grafiti sanatının en son örneklerini her gün 18.30’a kadar burada görmek mümkün. Kent mekânını ayrıştıran duvarlarda gedikler açarak bir bakıma duvar geçenlere dönüşüyor grafiti sanatçıları; ancak yapıtlarını, açılış ve kapanış saati olan bir mekânda galeri mantığıyla sergilemeleri, Marcel Aymé’nin Duvargeçen öyküsünü hatırlatıyor ister istemez. Sıradan bir memurken birden bire duvar geçme yeteneği kazanan öykünün kahramanı yasak bir aşk ilişkisini sürdürmek için bu durumundan çokça yararlanıyor. Bir gece tam duvarı geçmek üzereyken bu yeteneğini kaybedip duvarın içinde sıkışıp kalıyor. Bu tehlike sadece grafiti sanatçılarını değil, sürekli dönüşüm geçiren, akış ve oluş halindeki bir şeyi demir kapıların ardında dondurmaya çalışan herkesi bekliyor aslında.

*Palimpsest: Orta Çağlarda kâğıt kıtlığından dolayı eski papirüslerin üzerindeki yazıların silinip yerine yenilerinin yazılmasıyla ortaya çıkan üst üste bindirilmiş metinler ve aralarındaki ilişki.

12 Haziran 2009 Cuma

YOLDAN SAPANLAR YA DA YOLU SAPTIRANLAR


RAHMİ ÖĞDÜL
11 Haziran 2009

Yürüme edimini konuşma edimine benzetiyor Michel de Certeau. Tıpkı konuşanın dili temellük edip benimsemesi gibi yürüyen kişi de kent topografyasını temellük edip benimsiyor. Konuşma edimi, dilsel bir akustik eylemken, yürüme edimi yere ilişkin mekânsal bir eyleme dönüşüyor. Kentin farklı konumları arasında başıbozuk yürüyüşler yaparak bir bakıma kendi mekânımızı yaratıyoruz. Tıpkı dil içinde kırılmalar yaratarak kendi dilimizi oluşturmamız gibi kenti de kendimizce deneyimliyoruz.

Geçen hafta İstiklâl Caddesi’nde yürüyüşe çıkanlar, Galatasaray’da etrafları kolluk kuvveti deniziyle çevrilmiş bir direniş adasıyla karşılaştılar. KESK’liler örgütlerine yapılan baskıları görünür hale getirmek için kentin ana yürüyüş yolunda oturma eylemi yapıyorlardı. İktidarların uyguladığı baskıyı, şiddeti görünür hale getirmek için doğrusal akışların kesintiye uğratılması gerekiyor. Kent içi akışların kesilmesi felaketimsi bir olay olarak algılanıyor çoğu kez. Yaya trafiğini kesintiye uğratan KESK’liler bu felaket/olay sayesinde kendilerini görünür kılıyorlar. Keza Boğaz Köprüsü üzerinde eylem yapan Bergamalı köylüler de taşıt trafiğini keserek taleplerini dile getirebiliyor.

Başıboş dolaşmak düz ve dar çizgiselliğe karşı, düzene karşı günah işlemek anlamına geliyor. İstiklâl Caddesi’ndeki doğrusal akışa katılanları doğru yoldan saptıracak çok sayıda etkinlik var. Galatasaray’ın az ilersinde Mısır Apartmanı’na sapanları dördüncü kattaki Galerist’de Erinç Seymen’in İkna Odası sergisi karşılıyor. Şiddetin toplumu enlemesine ve boylamasına kesen bir çizgi halinde nasıl süreklilik kazandığını yaptığı işlerle sergiliyor Seymen. İçinde barındırdığı çokluğu yaptığı işlere de yansıtıyor; dolayısıyla Seymen’in sergisi farklı teknikler ve üsluplardan oluşan bir grup sergisini andırıyor. Okul, fabrika ve klinik ile ilgili resimlerinde Seymen her yeri gözetleyen iktidarın panoptikonbakışını iktidarın kendisine uyguluyor; kapatma kurumlarının beden üzerindeki tahribatını, baskısını çoklu ve tersten bir perspektifle gösteriyor. Sergi mekânına saptığımızda haliyle uzlaşımsal düşüncemizi kesintiye uğratan bir olayla yüzleşiyoruz.

Başıbozuk yürüyüşler, doğrusal düşünce akışımızı bir anlık bile olsa kesintiye uğratan, bizi şaşırtan olaylarla karşılaşmamızı artırıyor. Ve bütün bu olaylar, tarihin günlük seyrinde, bütün deneyimlerin sıradan tekrarı ve beklentisinde her zaman bir yara açabilir. Bu yaraları birbirine bağlayan, doğrusal olmayan bir yürüyüşe ve düşünceye ihtiyacımız var galiba.

5 Haziran 2009 Cuma

YENİ BİR HAYAT İSTER MİSİNİZ?


RAHMİ ÖĞDÜL
3 Haziran 2009

Modernleşmeyle birlikte sanayileşmenin ürettiği şeyleşme, standartlaşma sürecine bir tepki olarak günümüzde tam bir tasarım patlaması yaşanıyor. Gazeteler tasarım ekleri veriyor, tasarım fuarları düzenleniyor. Aklınıza gelen her şey bir tasarım sürecinden geçip şekilleniyor. Sanat kuramcısı ve eleştirmeni Hal Foster’ın tabiriyle “nesnelere küçük özneler muamelesi yapıldığı bir topyekûn tasarım çağında yaşadığımızı hissediyoruz.”

İnsan da bir tasarım nesnesi olarak bu sürecin bir parçası haline geldi. Ana rahmine düşmeden çok önce genetik olarak tasarlanabiliyor artık insan ve tüm hayatı, mimarlar, modacılar, plastik cerrahlar gibi uzmanların elinde bir tasarım nesnesine dönüşüyor. İlişkilerimiz için de aynısını söylemek mümkün. Hangi durumda nasıl davranmamız, nasıl ilişki kurmamız gerektiğini bize söyleyen kişisel gelişim kitaplarıyla, yaşam koçlarıyla dolup taşıyor etrafımız. Foster’ın tabirini tersinden söylersek, öznelere küçük nesneler muamelesi yapıldığı bir topyekûn tasarım çağında yaşadığımızı hissediyoruz.

Koreli yönetmen Kim Kiduk’un filmi Time (Zaman)’ın açılış sahnesinde YENİ BİR HAYAT İSTER MİSİNİZ? sorusu okunuyordu kapının üzerinde. Kapı, bir plastik cerrahi kliniğinin kapısı; yeni bir hayat, yeni bir yüz anlamına geliyor. Yeni yüzleriyle yeni hayatlarına başlayan bireylerin hayaletimsi varlıklara dönüştüğünü görüyoruz filmde. Aynı ortamı, hatta aynı yatağı paylaşsalar bile birbirlerinin farkına varamıyorlar. Bir tasarım ürünü, nesnesi muamelesi gören özneler olarak birbirimize dokunmadan, teğet geçiyoruz.

Çoğu zaman soru sormak, bir meseleyi sorunsallaştırmak, yanıt bulmaktan çok daha önemlidir. Yeni bir hayat ister misiniz sorusu yerine, nasıl yaşayabiliriz sorusu önem kazanıyor günümüzde. Her şeyin tasarlanmış, kapalı küçük kutulara dönüştüğü böylesi bir tasarım çağında, insanların birbirinin farkına vardığı, birbirine dokunduğu, gözenekli, geçirgen varlıklar haline geldiği bir yaşamın özlemini çekiyor herkes.

Ne var ki gündelik yaşamın rutinleşmiş, yıpratıcı döngüsü içinde durmadan hep aynı ilişkileri, daha doğrusu hep aynı ilişkisizliği üretmeye devam ediyoruz. Karşılaşmaları, birbirine uç vererek yeni bir hayatı örgütleyecek ilişki imkânlarını hep ıskalıyoruz. Yeni bir hayat bir kapının arkasında, tasarlanmış olarak durmuyor; aksine yeni bir hayat burada ve şimdi, özel ve kamusal mekânlarda birbirimize dokunmaya başladığımızda, birlikte düşünüp eyleme geçtiğimizde, ilmik ilmik dokunacak önü açık bir süreç olarak bizleri bekliyor.