3 Haziran 2010 Perşembe

İSTANBUL’UN HALLERİ: PALİMPSEST, TRANSİT-TOPOS, BEKLEME ODASI VE YOLCULAR


RAHMİ ÖĞDÜL

3 Haziran 2010

Bir oluş olarak insanın halden hale girdiğini vurgulamak için olsa gerek, insanın bin bir türlü hali vardır, derler. Kentlerin de bin bir türlü hali, bin bir türlü yüzü var. Bütünü tam olarak ele geçirmek hiçbir zaman mümkün olamayacağına göre bu yüzlerden ya da hallerden birini ya da birkaçını soyutlayarak bütüne dair bir anlayış, kavrayış kurmaya çalışıyoruz. Herkes kendi meşrebince soyutlamaya çalışıyor kentleri. Kimi, bir imaj kent peşinde; sadece parlak, pürüzsüz yüzeyleri ön plana çıkararak soyutlamalara girişiyor. Kimi, kentin sadece bir ya da birkaç niteliğini soyutlayarak kente yaklaşıyor. Kimi, kentsel mekânın ayrışmaların, eşitsizliklerin, gerilimlerin mekânı olduğunu gösteren pürüzlü işler yapıyor. Bir bütünü soyutlamanın sonsuz yolu olduğunu, her soyutlamanın sadece ve sadece o bütüne dair salt bir yaklaşım olduğunun farkına varmak önemli.

Aristotelesçi soyutlamayla iş görenler örneğin, soyutlanacak şeyin sadece özüne ait, yani özsel nitelikleri üzerinde yoğunlaşırken, özsel olmayan, gelip geçici, arızi niteliklerini göz ardı etme yolunu tutuyorlar. Oysa kentler, hele de modern olanları Aristotelesçi bir soyutlamayla kavranamayacak kadar karmaşık bir yapı sergiliyor. Katı olan her şeyin buharlaştığı modern bir kentte özsel olanın sürekli olarak arızi nitelikler tarafından bertaraf edildiğini görüyoruz her gün. Kentin soyutlama yoluyla yansıtılacak tek bir özünün olmadığını, sürekli değişen bin bir yüzünün olduğunu keşfediyoruz.

KENTE İÇERİDEN BAKMAK
Kente bakmak, Baudelaire’in 1846’da heykele dair söylediklerini andırıyor çokça: “Aynı anda çok fazla sayıda cephe sergiler. Heykeltıraş boşu boşuna eserini tek bir görüş açısından yapmaya uğraşır; figürün çevresinde dolaşan izleyici, yüz farklı bakış açısı seçebilir ve kimi zaman beklenmedik bir ışık değişimi, bir lambadan gelen etki sanatçının hiç düşünmediği bir güzelliğin kapısını aralayabilir.” Elbette kent bir heykel gibi sadece dışarıdan, çevresinde dolaşarak kavranacak ya da haritadan okunacak bir bütün değil. Kent içine girilecek, kıvrımlarında dolaşılacak, her an yeni keşiflere açık bir yapıt olarak önümüzde seriliyor. Sadece gözlerimizi değil, tüm duyu organlarımızı seferber ettikçe kent kendini bize açık ediyor.

İstanbul, kendine farklı kavramlarla, farklı soyutlamalarla bakan sanatçıların yapıtlarına ev sahipliği yapıyor bugünlerde. Fotoğraf sanatçısı Laleper Aytek Fransız Kültür’de açtığı ‘Palimpsest-İstanbul’ fotoğraf sergisinde kente bir palimpsest olarak bakma yolunu seçmişti. Orta Çağlarda kâğıt kıtlığından dolayı eski papirüslerdeki yazıların silinip yerine yenilerinin yazılmasıyla ortaya çıkan üst üste bindirilmiş metinler ve aralarındaki ilişkiyi anlatan palimpsest kavramıyla, İstanbul’un çok katmanlı kültürünü ve bu katmanlar arasındaki ilişkileri fotoğraflarla gösteriyordu.

Akbank Sanat’ta 3 Temmuz’a kadar açık kalacak olan Ali Akay’ın küratörlüğü yaptığı ‘(İstanbul)Transit-Topos’ sergisinde ise kent bir geçiş mekânı olarak kendini hissettiriyor sadece. Serginin başlığından da anlaşılacağı gibi kent paranteze alınmış; yani bir anlamda İstanbul sergiden ‘soyutlanmış’. Sergide yer alan sanatçıların yapıtlarında İstanbul yok aslında. Claude Closky, Brice Dellsperger, Wang Du, Laurent Grasso, Seza Peker ve Nasan Tur açısından İstanbul, sadece yapıtlarının sergilendiği bir sergi mekânı olarak boy gösteriyor.

İstanbul’da yaşayan Finlandiyalı sanatçı Juhani Tuominen, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 5 Haziran’a kadar sürecek ‘Bekleme Odaları’ sergisinde İstanbul’un türbelerini ve mezarlarını kendi soyut resim anlayışına uygun olarak, boya ve çeşitli malzemelerle yaptığı kolajlarla tuvaline taşımış. Sanatçı sergi kataloğunda “bekleyiş, zamanın koridorlarında asılıdır; değişimi yeni bir gün de getirebilir, yeni bir yıl da, onyıl veya yüzyıl da” diye belirtiyor. İstanbul’un tinsel ortamını yeni bir şeylere gebe bir bekleme odası olarak kavramlaştırdığını söyleyebiliriz.

Güncel sanatçı Esra Ersen’in ‘Yolcular’ başlıklı video enstalasyonu, İstanbul’un çeperlerinde yaşayan insanların denize ulaşmak için çıktıkları bir halk otobüsü yolculuğunu anlatıyor. İstanbul’un yaratılmak istenen imajından uzak mekânlardan geçerek sonunda Kabataş’ta denize ulaşıyorlar. İçinden geçilen, yolculuk sırasında kendini başka türlü ifşa eden bir yol olarak İstanbul’la karşılaşıyoruz. Sergi, 20 Haziran’a kadar, YK Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde izlenebilir.

KENT İMAJLARA SIĞMIYOR
İstanbul gibi bir kenti tek bir bakışla kavramak, kavramsallaştırmak mümkün değil. Kent çoklu görünümleriyle bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Modern heykelin önemli temsilcilerinden Romen heykeltıraş Constantin Brancusi (1876-1957), Baudelaire’in sözünü ettiği heykelin çok yüzlülüğünün yarattığı şaşkınlığı gidermek için olsa gerek, heykellerini kendi çektiği fotoğraflarla, kendi seçtiği açılardan gösterme yolunu seçmişti. Brancusi’nin bu kaygısını iktidarların yarattığı kent imajlarında da görmek mümkün; kendi bakış açılarından kente bakmamızı talep ediyorlar bizden (bkz Avrupa kültür başkenti olarak İstanbul). Oysa kent, sakinlerinin sonsuz deneyimleriyle durmadan çoğaltıyor kendini, imajlara sığmıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder