18 Kasım 2010 Perşembe

DAĞLARIN YALANCILARI


RAHMİ ÖĞDÜL

18 Kasım 2010

‘Ben dağların yalancısıyım’ diye söze başlar öykü anlatıcısı. Logosun diliyle değil, mitosun diliyle konuşmaktadır. Ağrı Dağı eteklerinde, soğuk kış aylarında yüzyıllardır anlatılan hikâyeleri dillendiren insanları film karelerine taşıyan Reis Çelik’in 2003 tarihli ‘İnat Hikâyeleri’nde, Tuncel Kurtiz mitosun dilini kendi bedeninde cisimleştirir.

Mitos ile logos arasındaki ayrımın izlerini Kadim Yunan dünyasına dek sürmek mümkün. Bir araya getirmek anlamına kullanılan ‘legein’ sözcüğünden kökenlenen logos tek tek veri parçalarını, doğrulanabilir olgu parçalarını bir araya getirme, akıl yürüterek hakikate ulaşma çabasıdır. Eleştirel ve şüpheci gözlerle sizi izleyen bir izleyici kitlesi önünde açıklamada bulunmak, sözlerinizin sorumluluğunu taşımak demektir. Oysa mitosta, sorumluluk kabul etmeden bir öykü anlatır kişi; yüzyıllardır anlatılan, dilden dile dolaşan hikâyeleri bir kez daha dillendirir; bu benim hikâyem değil, başka yerde duydum, demeye getirir. Ama her anlatıldıkça başkalaşır hikâye.

‘Ben dağların yalancısıyım’ diye söze başlayan Tuncel Kurtiz’in filmde anlattığı hikâyelerden biri, varlıklı ağanın oğlu Yusuf ile yoksul köylü kızı Şahsenem’in aşk hikâyesidir; Yunan mitolojisindeki Ariadne, Theseus ve Dionysos arasında geçen öyküye benzer tınılar taşır bünyesinde.

BİR DAMLA GÖZYAŞI
Yörede ağalardan biri oğlunu şah kızıyla, bey kızıyla evlendirmek ister. Oysa oğlu sıradan bir köylü kızına aşık olmuştur; babasının kendisine önerdiği tüm bey kızlarını reddeder. Oğlunun bu tutkusu karşısında çaresiz kalan ağa sonunda köyün bilgesine danışarak, birlikte bu aşka engel olacak bir yol bulurlar. O zamana kadar kimsenin çözemediği, akıl erdiremediği bir muamma (bilmece) sormaya karar verirler kıza. Şayet bu muammayı çözerse, kızı oğluna alacaktır. Ağa, kızı kendi evine getirir ve önüne beş kırık çöp koyar. ‘V’ şeklindeki bu kırık çöpleri, sivri uçları birbirine değecek şekilde masanın üzerine yerleştirir. Ve ardından ekler: ‘bu beş kırık çöpe elini değdirmeden yıldız şeklini verdirirsen, seni oğluma gelin olarak alacağım.’ Kızın bu bilmeceyi çözmesi için kırk gün süresi vardır. Günler hızla akıp geçer ve kırkıncı güne gelindiğinde kız hâlâ muammanın çözümünü bulamamıştır. Sonuncu günün bitiminde gün doğarken, yaşadığı onca sıkıntıdan sonra iki damla gözyaşı düşer kızın gözlerinden kırık çöplerin üzerine. Tutkulu bedenden dökülen bu gözyaşları kırık çöp labirentini, birden bire yıldız şekline sokar. Biçimsiz olan bir biçim kazanmış ve ağanın oğluyla evlenmesi için hiçbir engel kalmamıştır.

‘HAYIR’ YAŞAMA YÖNELİK BİR EVET’TİR
Şahsenem kendisine sorulan muammayı akıl yoluyla değil, taşıdığı duygusal yükün ağırlığı altında ezilerek çözmüştür. Bir labirent olarak kendisine sunulan kırık çöpleri duygusallığı sayesinde yıldız formuna çevirmiş, içinden çıkılamaz bir durumu bilindik bir forma dönüştürerek kendisine vaat edilen arzu nesnesine ulaşmıştır. Ancak bunca yükü sırtına yükleyen, yaşamını sıkıntıya sokan, yaşamı bir anlamda olumsuzlayan sevdiği adamı tam da bu noktada reddeder. Artık Yusuf’la evlenmek istemez. Bilmeceyi çözdükten sonraki, sırtına yük bindirene verdiği ‘hayır’ yanıtı, yaşama yönelik bir ‘evet’tir aslında. Bu hayır, Nietzsche’ci terimlerle söyleyecek olursak reaktif (tepkisel) değil, aktif (etkin) bir tavırdır.

Şahsenem’in hikâyesi Yunan mitolojisindeki Ariadne’nin öyküsüyle benzer tınılar taşıyor bünyesinde demiştik. Ariadne de bir görüşte aşık olduğu Theseus’u labirentte yolunu bulması için bir ip yumağı verir. Labirentin anti-mimarlığını, biçimsizliğini biçimli hale getiren bir ipliktir bu. Theseus’un labirent denilen muammayı çözmesine, labirentin sonundaki boğa başlı, insan gövdeli Minotaurus’u öldürmesine yardım etmiştir. Ne var ki kahraman Theseus, gemisine aldığı Ariadne’yi daha sonra bir adada terk eder. Bir kahraman tarafından terk edilen Ariadne’nin karşısına, yaşamın saf olumlanması demek olan Dionysos çıkar, ona aşık olur.
Theseus, bilmeceleri çözmekte, labirente girip çıkmakta ve boğayı yenmekte usta olan bir kahramandır. Ciddi havası, ağırlığı, yük taşımaktan aldığı zevk, yeryüzünü hor görmesi, gülmedeki ve oynamadaki yetersizliği ve intikam girişimiyle Theseus, Dionysos’un tam zıttıdır.

Ariadne, bir kahraman olan, olumlamanın bir yük taşımak olduğunu sanan Theseus’u sevdiği ölçüde bu yaşamı yadsıma girişimine katılır, tıpkı Şahsenem’in Yusuf’u severken yaptığı gibi. Babasına boyun eğerek, Şahsenem’in sırtına yük bindiren Yusuf da, babasıyla birlikte yaşamı yadsıma gücünü temsil eder aslında. Theseus’un terk ettiği Ariadne, Dionysos’a yaklaştığını hissederken, Şahsenem’in de Yusuf’u terk ederken, yaşam olumlayıcı tarafı ağır basar.

KAHRAMANIN BİLMEDİKLERİ
Yaşamı olumlamanın, mevcut olanı taşımak, üstlenmek, mevcut olana koşulmak değil, aksine yaşayanın koşumunu çözmek, yükünü boşaltmak, serbest bırakmak olduğunu bilmez kahraman. Yaşamı onaylamak, yaşama kahramanca ağırlıklar yüklemek değil, yaşama ait olan, yaşamı hafif ve olumlayıcı hale getiren yeni değerler yaratmaktır. Her iki öyküde de kadınların eril, kahramansı dünyadan uzaklaştıkça yaşamı onayladıklarını görüyoruz, yeni değerler yaratmanın yolunu açıyorlar.

Dağların yalancıları, yüzyıllardır anlatılan başkalarının hikâyelerini biçimin içine değil, anlatıldıkça dönüşen bir başkalaşımın içine sokarak, yaşamı hafifleten, olumlayan yeni değerler yaratabiliyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder