20 Ocak 2011 Perşembe

TÜM ŞEHRİ ALGILAMANIN ZORLUĞU



RAHMİ ÖĞDÜL

20 Ocak 2011

Sucuklar ve peynirler arasında Bedri Rahmi’nin ‘Kağnı’ adlı mozaik panosuna rastladım dün Karaköy’de. Defalarca geçtiğimiz, kullandığımız mekânlara alıcı gözle bakmadığımızı fark ettim bir kez daha. Kent içinde olup biten, gömülü duran pek çok şey algılama dünyamızın dışında kalıyor. Gündelik yaşamın içinden bildik, alışıldık hareketlerle geçiyor, Uexküll’ün tabiriyle kendi ‘umwelt’lerimizi (ortamlarımızı) olabildiğince az sayıda anlam taşıyıcıyla inşa ediyoruz. Hayvan davranış bilimcisi Uexküll’ün ayrıntısıyla incelediği keneden aşağı kalır yanımız yok desem pek de haksızlık yapmış sayılmam herhalde. Kene de tüm yaşamını üç anlam taşıyıcı üzerine kuruyor, üç anlam taşıyıcısına denk gelen üç algıyla hayatını idame ettirebiliyor. Bizler de uyaran bolluğuyla baş edebilmeye çalışırken, olabildiğince az sayıda anlam taşıyıcıyla yaşamlarımızı yalınlaştırıyor, algılama kapasitemizi olabildiğince düşürüyoruz. Tüm bir hayatı kucaklamaya çalışmak yerine, çok az sayıdaki anlam taşıyıcısıyla kurduğumuz, kendimize özgü hayatlar yaşıyoruz. Bu yüzden olsa gerek çevremize baktığımızda sadece görmek istediklerimizi, anlam dünyamıza giren şeyleri görüyoruz galiba. Algı dünyamızın dışında kalan, anlamlandıramadığımız, belirli bir kategoriye sokamadığımız şeyleri hep ıskalıyoruz.

Karaköy’deki Aksu İş Han’ının süslemelerini Bedri Rahmi yapmış; yapının cephesinde, girişin hemen üstünde yer alan panonun yanı sıra, uzun zamandır şarküteri mağazası olarak işlev gören dükkânın içindeki sütunları mozaiklerle süslemiş; bir de et ve süt ürünlerinin sergilendiği tezgâhın arkasındaki duvarda, yazının başında söz ettiğim 1965 tarihli mozaik panosu duruyor. İş hanının önünden defalarca geçmiş, dükkânın içine daha önceden de girmiştim, fakat yapının Bedri Rahmi tarafından süslendiğini hiç fark etmemiştim. Bu kez, duvardaki kağnı temalı mozaik pano çarptı gözüme önce. Şarküteri içindeki bu kırsal hayat tasvirinin mekânın işlevini pekiştirmek amacıyla dükkân sahipleri tarafından yaptırıldığını düşündüm. Satılan gıda maddelerinin, kırsal kesimle, doğayla bağlantılı olduklarını bize hatırlatmak için yapılmışa benziyordu. Her şeyin tasarlandığı bir toplumda, artık doğayla, kırsal kesimle hiçbir alakası kalmamış, teknolojik olarak işlenmiş, genetik olarak tasarlanmış mamullerin sahiciliğini ispatlamaya çalışır gibi bir hali vardı. Sonra, panonun sol alt köşesindeki levhaya ilişti gözüm: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Kağnı, 1965.

Tezgâhtarın anlattığına göre dükkân önceleri birahane olarak kullanılıyormuş; bu panonun önünde kurulan dostluklar geçti gözümün önünden hızla; kırsal kesimden İstanbul’a göç eden insanların, kentin anaforuna kapılmış ve eski anlam dünyalarını yitirmiş insanların geleneksel motiflerin stilize edildiği bu kır görüntüsü önünde modern yaşama alışmaya çalıştıklarını, geldikleri yerlerden çok farklı hızlarla, anaforlarla akan yaşamın bu küçük kıyısında soluklandıklarını düşledim. Walter Benjamin’in I. Dünya savaşı hakkında söyledikleri, modern olanın deneyimlenmesini nasıl da tüm şiddetiyle anlatıyordu: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni.” Metropolde yaşamak, kendini akıntıların, anaforların, şiddetli patlamaların ortasında buluvermek değil mi zaten? Geleneksel motiflerle örülmüş, kapalı bir anlam dünyasının artık işe yaramadığını duyumsamak değil mi? Korumasız bırakılmış insan bedeni daha önce hiç karşılaşmadığı yeni uyaranlara maruz kalır kentte; eski değerler katılaşamadan hızla yerlerini yenilerine bırakır, anlam dünyamızı sürekli gözden geçirmek zorunda kalırız.

Dadacılığın ve sürrealizmin önemli temsilcilerinden biri olan Max Ernst (1891-1976) de katıldığı ve yıkıcı etkisini derinden yaşadığı I. Dünya Savaşı’nda, modern olmanın ne demek olduğunu Benjamin gibi algılamış olmalı. Askere alındığı 1 Ağustos 1914 tarihini kendi ölüm tarihi olarak not düşmüş defterine. Savaştan döndüğü 11 Kasım 1918’i ise yeniden doğduğu tarih olarak. Dadacı Tzara’nın dediği gibi, “bir zamanlar belirli kavramlar insanların gereksinimlerini karşılarken, artık bu kavramların içi boşalmış, geriye anlamsız bir kurallar silsilesi kalmıştı.” Çok geçmeden Max Ernst de birkaç arkadaşıyla birlikte Köln Dada grubunu kurdu 1919’da. Kendi kültürlerine artık güvenlerini yitiren insanlar, ‘Dada’nın bir protesto olduğunu ilan ediyorlardı: “Dada, yıkıcı bir eylemdir. Mantığın yerle bir edilmesidir. Belleğin, arkeolojinin, geleceğin yıkımıdır. Dada, özgürlüktür. Çarpışan renklerin, zıtların birliğinin, grotesk şeylerin, tutarsızlıkların ifadesi; kısacası yaşamın kendisidir.” Aslında tüm bu dile getirilenler modern olanı tanımlıyordu zaten. Geleneksel kavramların, anlamların yerle bir edildiği sürekli bir dönüşüm olarak modern olanı dillendiriyor, modern kent yaşamına kendi terimleriyle yanıt veriyorlardı.

Kent, içinde barındırdığı çok çeşitli görünümleriyle bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Metropol yaşamının algısal kapasitemizi çoğalttığını, yeni algılama biçimleri yarattığını söyleyebiliriz. Geleneksel olandan çok farklı olan bu algılarla kent daha fazla açıyor kendini bize. Max Ernst’in “Tüm şehir” resim serisinden (1935-36) yola çıkan, Almanya’nın çeşitli kentlerinde yaşayan fotoğraf sanatçıları da, kentin kıvrımlarını kendi bakışlarıyla açmaya çalışıyorlar. Teşvikiye Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 28 Şubat’a kadar açık kalacak “Tüm Şehir” fotoğraf sergisinde gündelik hayatın sıradanlığını yansıtıyorlar fotoğraflarına. Oysa kent yüzeydeki sıradanlığın altında, sıradan olmayanı, olağanüstü olanı da barındırmıyor mu içinde?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder