26 Mayıs 2011 Perşembe

'FİGÜRAL'İ DUYUMSAMAK



RAHMİ ÖĞDÜL

26 Mayıs 2011

Bakteri-benzeri parçacıklar kaynaşıyor duvarlarda; bazen bir araya gelerek anlamlı formlar yaratıyorlar. Biçim ile biçimsizlik arasında bitimsiz bir diyalog. Charles Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabından sözcükler bir belirip bir kayboluyor kaotik bir çorbanın içinde; “Kaos’tu hepsinden önce var olan” diyen Hesiodos’un sözleri çınlıyor kulaklarımda; aslında kaosun geçmişte kalmadığını, kimliklendirdiğimiz, sabitlediğimiz tüm formların altında, hatta dilin altında bile hâlâ kaosun fokur fokur kaynadığını duyumsuyorum.

BİR GÖRÜNÜP BİR KAYBOLAN TÜMCE PARÇALARI
İstanbul Modern’deki Kayıp Cennet sergisinde sergilenen Büyüteç adlı bu dijital yapıt, İskoçyalı sanatçı Charles Sandison’a ait. Sanatçı, Darwin’in tüm kitabını dijital ortama aktarmış. Bilgisayar modellemesiyle duvara yansıttığı kaotik noktalar arasında bu metinden tümceler, tıpkı kaostan formların ortaya çıkması gibi belirip kaybolurken, yeryüzündeki tüm formların fark kümelerinin bir araya gelmesinden evrildiğini ve durmadan yeni formların ortaya çıktığını görselleştiriyor. Bir görünüp bir kaybolan tümce parçalarını sonuna kadar izleyebilme fırsatım olmasa da kitabının sonlarında yer alan Darwin’in şu sözleri mutlaka duvarlara yansımış olmalı: “Bu gezegen, sabit yerçekimi yasasına göre dönüp dururken, çok basit bir başlangıçtan, sonsuz sayıda en güzel ve en harika formlar evrildi ve evrilmeye devam ediyor.”

KENDİMİZE YARATTIĞIMIZ SEMBOLLER
Dünyayı sabit formlardan değil de durmadan kendilerini edimselleştirerek yeni formlara evrilen fark yığınlarından oluşmuş olarak görmeye başladığımızda, form eski gücünü kaybediyor. Ya da sanat düzlemine geçtiğimizde figür, yerini “figüral”e bırakıyor diyebiliriz. Lyotard, ‘Discours, Figure’ adlı kitabında figüral sözcüğünü figüratifin karşıtı olarak kullanmıştı. Lyotard’a dayanarak figüral sözcüğünü, harf ya da form ile çizgi arasındaki ayrımı aşındıran bir kuvvet olarak tanımlayabiliriz. Şöyle diyordu: “Harf kapalı, sabit bir çizgidir; çizgi ise kapatılmış harfin açılışıdır. Harfi açın, imgeyi, olayı, büyüyü bulursunuz. Çizgiyi kapatın, amblemi, sembolü ve harfi bulacaksınız.” Kuvvet çizgilerinin akışından oluşan bir evrende durmadan çizgileri akıştan kopararak, kapatarak kendimize sabit formlar, semboller yaratıyoruz. Bu sabit formlarla temsil ediliyor, kendi kimliğimizi güvence altına alıyoruz. Oysa form ile çizgi arasında ayrımı aşındıran figüral, biçim ile biçimsizlik arasındaki geçişi bize sanat düzleminde duyumsatıyor.

Francis Bacon üzerine kitabında Deleuze açısından da figüral, figüratifin biçimini bozandır. Figüratif, temsil ettiği nesneyle anlatısal ve tasvir edici bir ilişki içerisinde yer alırken, figür bu temsil öğelerinden yalıtılarak özgür bırakıldığında figürale ulaşıyor. Figüral saf soyutlama olmadığı için bir kalkış noktası olarak hâlâ figürü içeriyor; figür yersiz yurtsuzlaştırıldığında, temsilin kendi üzerine kapanmış çizgilerini kırdığında, kendini oluş kuvvetlerine bıraktığında figüral çıkıyor ortaya (Francis Bacon, Duyumsamanın Mantığı, Norgunk).

KARA DELİKLER VE BEYAZ DUVARLAR
Bacon’ın resimlerinde, özellikle portrelerinde görünmez kuvvetlerce biçimsizleştirilmiş başlar görüyoruz. Bu başlar artık sabit anlamın beyaz duvarına iliştirilecek ya da inşa edilmiş öznelerin kara deliklerine tıkılacak başlar değil. Sabit anlam tarafından yapılandırılmış yüzlerin bozulmasıyla hayvan ile insan arasında bir ayırt edilmezlik bölgesi ortaya çıkıyor böylelikle. Kendilerini kara delikler ve beyaz duvardan kurtarmış figürlerin algılanamaz oluş halini, figürali görünüyor kılmaya çalışıyor Bacon tablolarında.

İstanbul Modern’in duvarlarına yansıyan Darwin’in evrime dair sözlerini, kaotik bir ortaya çıkış olarak düzenleyen Sandison’un dijital işi ile Bacon’ın kaotik kuvvetlerce biçimsizleştirilmiş başlarının oluş halleri birlikte düşünüldüğünde, kaosun yeni formlara yol açan soluğunu hissetmemek mümkün değil. Mevcut formların altında yatan fark yığınlarının kaotik kaynaşması, yeni formlar, kimlikler halinde edimselleşmek için fırsat kolluyor.

Not: Küratörlüğünü Paolo Colombo ve Levent Çalıkoğlu’nun birlikte yaptığı 'Kayıp Cennet' sergisi 24 Temmuz’a kadar İstanbul Modern’de izlenebilir.

19 Mayıs 2011 Perşembe

PSİKOPATLIĞIN YASASI YA DA TİTİVİLLUS



RAHMİ ÖĞDÜL

19 Mayıs 2011

Bize verilen metinleri, durmadan temize çeken iyi öğrencilere benziyoruz, daha doğrusu iktidar tarafından tasarlanmış metinleri. Ne istediğini bilen, düşünerek var olan bir cogito öznesi olduğumuz sanısına kapılsak da postyapısalcı düşünürlerin söyledikleri gibi semiyotik/dilsel bir düzen tarafından inşa edilen ve her an bozguna uğrayan bir özneyiz galiba. Kartezyen cogito mevhumunun tersine, özne kendine dışsal olan göstergeler dünyası tarafından, sembolik düzen tarafından anlamlandırılıyor, özne bu göstergelerle ilişki içinde kuruluyor. İktidarın söylemlerini, metinlerini temize çeken özneler olarak her seferinde bu inşa sürecine dâhil ediliyoruz. Metinleri temize çekerken düşünce tarzımızı, jestlerimizi durmadan iktidarın dayattığı yazı yasasına göre güncelliyoruz.

Kapitalist toplumda boyun eğdirmenin temelde yazıyla ilişkili semiyotik bir boyun eğdirme olduğunu, yaşamın her hangi bir alanında kullandığımız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasıyla ilişkilendirmek zorunda olduğumuzu, bu yazı yasasından kaçtığımız takdirde kendimizi özel kurumlarda bulacağımızı belirtiyordu Felix Guattari. Şayet bir jest yapacaksam bu jestin bu yazı yasasıyla ilişkili olması lazım. Jestimiz yazı yasasıyla uyumsuzsa, tutarsızsa ya deli ya da kafası kıyak damgasını yemekten kaçamıyoruz. Tıpkı bir bilgisayar gibi tüm davranışlarımızı dijitalleştiren bir alet bizleri doğru yola getirmek, hizaya sokmak için bedenlerimizi durmadan güncelliyor adeta.

ÖZNE ÜRETME FABRİKASI
Bedenlerin güncelleştirilmesinde, neo-liberal bir öznenin inşa edilmesinde medya önemli işlev görüyor. Özellikle televizyon kanalları özne üretme fabrikası gibi. Değerlerimizi güncelleyen, geçerli değerlerin neler olduğunu gösteren programlarla dolup taşıyor kanallar. Günümüzde liberal toplumun tüm değerleri görsel kültürde yaratılan kurmaca karakterlerle oluşturuluyor önce. Hatırlıyorum da süpermarketlerin yaygınlaşmaya başladığı doksanlarda, TV kanallarında süpermarket yarışması düzenleniyordu; daha sonra bir başka kanalda yeniden gösterime girdi bu yarışma. Yarışmacılar stüdyoda kurulmuş bir süpermarketin içinde, kendilerinden istenen ürünleri bulmak için market arabalarıyla deliler gibi koşturuyorlardı. Yıllarca bakkaldan alışveriş yapmış bir kuşağın tüm tüketim alışkanlıklarını değiştirmek üzere tasarlanmış mekânlar olan süpermarketlerin kodlarını çözecek bireyleri eğitmek görevini televizyonlar üstlenmişti. İktidarın dayattığı metnin gündelik hayatta yeniden üretilmesiyle, düşündükçe değil, tükettikçe var olan özne imal ediliyordu.

Günümüzde ise liberal iktisat kuramının ideal öznesi olan, sadece kendi çıkarının peşinde koşan ve bu çıkara ulaşmak için her yolu mubah olarak gören özne üretimine hız verildiğine tanıklık ediyoruz. Yine yarışma programları bu öznenin imal edilmesinde kullanılıyor. ‘Var mısın Yok musun?’dan Survivor’a transfer olan yarışmacıların çok kısa zamanda nasıl dönüştüklerine, yarışmanın senaryosunun ne tür özneler ürettiğine hepimiz tanığız. Kârını maksimize eden liberal özne ile yine tek amacı kendi çıkarının peşinde koşmak ve bu çıkarı gerçekleştirmek için legal ve illegal her türlü yolu deneyen tüzel kişilik olarak şirketin çakıştırıldığını görüyoruz. Açık söylemek gerekirse, bireyler hızla şirketleşiyor. Yarışmalar, bu hızlandırılmış özne evriminin laboratuarları olarak işlev görüyor.

ŞİRKETLER VE PSİKOPATLAŞAN BİREYLER
Şirketi kâr ve güç peşinde koşan patolojik bir kurum olarak tanımlıyordu kitabında Joel Bakan (Şirket, Ayrıntı Yayınları). Şirketin patolojikliği psikopat kişiliğinden kaynaklanıyor. Bakan, psikopatlığı tanılama listesini çıkarmış psikoloji profesörü Robert Hare’e, bu tanılama listesini şirkete uygulamasını istediğinde tam bir psikopat kişilik çıkıyor ortaya: Şirket sadece ve sadece kendi çıkarlarına bakar ve ötekilere karşı samimi bir kaygı hissetmez. Şirket sorumsuzdur; çünkü kendi hedefine ulaşmak için herkesi, her şeyi tehlikeye atar. Şirketler herkesi ve her şeyi kendi çıkarları için kullanmaya çalışır ve her zaman “bir numarayız, en iyisi biziz” gibi laflar eden bir gösteriş budalasıdırlar. Empati yoksunluğu ve asosyal eğilimler de şirketin temel özelliğidir; davranışları, kendi kurbanlarıyla gerçekten ilgilenmediklerini göstermektedir. Şirketler çoğunlukla kendi eylemlerinin sorumluluğunu kabul etmeye yanaşmaz ya da vicdan azabı duyamazlar. Şirketler suçüstü yakalandıklarında, büyük para cezaları ödeyip, daha önce yapmış oldukları eylemi yapmayı sürdürürler. Aslında şirket tarafından ödenen para cezaları kazandıkları kârla kıyaslandığında çok cüzidir. Tüm hedefleri, kendilerini olduğundan farklı, halkın hoşuna gidecek şekilde sunmaktır. Psikopatlar, tehlikeli, öz-takıntılı kişiliklerini saklayacak bir maske olarak cazibeyi kullanma yetenekleriyle ün salmışlardır. Şirketler açısından sosyal sorumluluk aynı rolü oynamaktadır. Aslında kendileri dışında hiç kimse, hiçbir şey umurlarında değilken, sosyal sorumluluk sayesinde kendilerini merhametli ve diğerleriyle ilgileniyormuş gibi gösterebilirler.

Bu tanılamadan görüleceği üzere günümüzde psikopat kişiliklerin ekranlarda boy göstermesi boşuna değil. Kişilerin giderek psikopatlaşması, şirketin yasa ile belirlenmiş psikopat kişiliğiyle çakışıyor. Ve iktidar bir kez daha kendi metnine uygun özneler, şirketleşmiş özneler üretmek için kollarını sıvamış durumda. Bizden istenen sadece, ortaçağlarda keşişlerin yaptığı gibi, bu yasal metni gündelik hayatlarımızda temize çekmek. Çoğalttıkları metnin içeriğiyle pek ilgilenmeyen keşişler, harıl harıl metinleri kopyalamaya çalışırlardı. Kopyalarken yapacakları en küçük bir yanlışlık Araf’taki bekleme süreleri arttıracağı için kendilerini tamamen işlerine vermek zorundaydılar. Gelgelelim her seferinde Titivillus denilen bir cin musallat oluyordu başlarına ve hata yapıyorlardı. Aslında Titivillus, metinden uzaklaşıp hayal kurmalarını sağlayan bir cin. İktidarın metinsel boyun eğdirmesinden yakamızı kurtarmak için, Titivillus’a günümüzde de çok iş düşecek anlaşılan.

13 Mayıs 2011 Cuma

HER DAİM HETEROTOPYA: YIKIM 2011


RAHMİ ÖĞDÜL

12 Mayıs 2011

Heterotopya ya da heterotopi bir tıp terimidir aslında: bir dokunun, bir organın ya da beden parçasının olmaması gereken bir yerde oluşması. Tıbbi anlamda, bedene dair beklentilerimizi tamamen alt üst eden anormal bir durum. Bu kavramı toplumsal ve metinsel bedene taşıyan Foucault açısından ise birbirleri ile hiçbir benzerlik taşımayan, tamamen aykırı, heterojen unsurların yan yana gelmesiyle ortaya çıkan bir düzendir; bildiğimiz düzenlerden tamamen farklı olan, bizi şaşırtan, rahatsız eden, adlandırmayı imkânsız kılan alternatif bir düzen.

Heterotopya ötekiliğin yeridir, ötekinin mekânıdır. Diğer yerlerle kurduğu farklılık ilişkisiyle ortaya çıkar onun ötekiliği; bir kültürün içinde ya da kültürler arasında normdan sapanların, aykırı, uyumsuz olanların ötekiliğidir onunkisi ya da bir metnin içine sızan ve bildik sözdizimini darmadağın eden bir ötekiliktir. Foucault, sürrealizme en uzun süre bağlı kalmış olan Renée Magritte’in (1898-1967) resimleri üzerine yazdığı ‘Bu Bir Pipo Değildir’ kitabında metinsel heterotopyadan söz eder: “Bu garip ve sürüklenip giden mekânda garip bağlantılar oluşur, yersiz girişler ortaya çıkar, beklenmedik ve yıkıcı istilalar olur, sözcüklerin ortasına görüntüler düşer, desenleri yalayan ve paramparça eden sözel şimşekler çakar. Klee, göstergelerin zincirleriyle figürlerin liflerini iç içe geçirerek adsız ve geometrisiz bir mekânı sabırla kurar. Magritte ise… mekânın altını gizlice kazar. Ama kelimelerle kazar bu mekânın altını ve perspektifin eski piramidi çökmek üzere olan bir köstebek yuvasından başka bir şey değildir artık” (çev. Selahattin Hilav, YKY).

Kendimizi kolaylıkla, rahat bir şekilde yerleştirdiğimiz, devletçi zihniyetin şeyler arasında akrabalık, yakınlık, benzerlik ilişkilerine göre kurduğu hiyerarşik piramid de benzer şekilde çöker heterotopyada. Yarattığı bu aykırı düzenle heterotopya, ilişkiye girdiği, aralarında yer aldığı öğelerin, toplumsal bedenlerin altını oymaktadır; sürekli piramidleri parçalayarak, yeni yatay bağlantılar kurmamıza, sürekli konum değiştirmemize yol açar; artık kendimizi huzurlu hissetmemizin imkânı yoktur, bastığımız zemin ayaklarımızın altından kayar usulca. Sağduyunun uygunsuz, uyumsuz dediği ayrıksı parçalar arasında yatay bağların kurulmasıyla, sürrealistlerin babası Alfred Jarry’nin dediği gibi canavarlar çıkar ortaya: “Canavarı uyumsuz öğelerin bileşimi olarak tanımlamak adet olmuştur… Ben kendine özgü, tükenmez her güzelliği canavar olarak tanımlarım” diyordu Jarry uyumsuz öğelerin oluşturduğu bütüne gönderme yaparak.

Foucault da Magritte’nin sürrealist resimlerini sağduyu rahatsız eden bu bütünü göstermek için kullanır. Ortaya çıkan bu beklenmedik brikolaj etkisi, temsile dayalı dünya tahayyüllümüzü çökertir. Foucault’nun heterotopya kavramını oluşturmasında sürrealistlerin etkisi çok açıktır; sadece Magritte’in resimlerinden değil, diğer sürrealist metinlerden de etkilenmiştir Foucault. Sürrealistlerin alternatif perspektifler yaratılmasında rastlantısal yan yana gelmelerin gücüne gösterdikleri duyarlılığı heterotopya kavramında da görürüz.

Sürreal olma durumu, rastlantıdan, duygulanımdan ve gayri iradi bellekten oluşan bir dünyanın olumlanmasıdır; hayal gücünün her türlü kısıtlamadan kendini kurtarması, dünyayı olduğundan farklı şekilde, heterojen unsurların şaşırtıcı yan yana gelişi olarak görmektir. Lautréamont, sürrealizmi hazırlayan De Chiro’nun resimlerini, “bir ameliyat masası üstünde bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin rastlantısal olarak bir araya gelmesi kadar güzel” diye övmüştür.

Kent heterotopik mekânlar barındırıyor içinde; normdan sapanların, ötekilerin işgal ettiği bu mekânlar bizi tedirgin ediyor, sıradan algımızı alt üst ediyor. Galatasaray’daki Mısır Apartmanı’nın hemen arkasındaki Akarsu Sokak’ta yer alan, bir zamanlar sokak çocuklarına ve travestilere ev sahipliği yapmış metruk bina böyle bir mekândır. Bugün bu heterotopik özelliğini farklı bir boyuta taşıyarak farklı zaman ve mekânları sanat yapıtlarıyla iç içe geçiriyor, heterojen, ayrıksı öğelerle alışılmışın dışında, farklı bir deneyime kapılarını aralıyor. Kendilerini ülkenin ilk kolektif-avangardları olarak tanıtan Sürrealist Eylem ekibinin yaklaşık bir yıl süren çabalarının ürünü, YIKIM 2011 sergisi bu akşam bu metruk yapıda açılacak. Aralarında sürrealistlerin, anarşistlerin, sitüasyonistlerin de yer aldığı, yurt içi ve yurt dışından otuzun üzerinde sanatçının katkısıyla yaratılan bu heterotopyanın ne yazık ki ömrü çok uzun sürmeyecek. Beyoğlu’nu nezihleştirme sürecinde yıkılıp yerine otel yapılması planlanıyor binanın; dolayısıyla bir taraftan in situ (yere özgü) işlerin çoğunun bu yıkımla birlikte molozların arasında kaybolması, diğer taraftan yeryüzünün kapitalist yıkımı, YIKIM 2011 sergisini çok anlamlı kılıyor. Belki de zamansız, bedensiz, temiz kesim galeri mekânı yerine, farklı zamanları ve bedenleri içeren bu ötekinin mekânını seçtiği için, tüm anlamlandırma düzenimizi yıkıma uğrattığı için bu adı hak ediyor. Nereden bakarsanız bakın: YIKIM 2011.

Not: Yıkım 2011, 12 Mayıs-28 Mayıs 2011 tarihlerinde, pazartesileri hariç her gün saat 13:00-19:00 arasında yaşanabilir. Ayrıca bu sergi çerçevesinde çok sayıda yan etkinlik de düzenlenecektir.

6 Mayıs 2011 Cuma

AÇIK BEDEN-DENİZİNDE SERÜVENLER




RAHMİ ÖĞDÜL

6 Mayıs 2011

Ömrünün çoğunu tarihi yarımada ve çevresinde geçiren biri olarak karşı yakaya geçmek bir serüvene dönüşüyor benim için. Bir denizi aşıyor olma duygusunu, başka bir ülkeye yolculukmuş gibi algılıyorum. Destansı deniz yolculuklarının yarattığı etkiden olsa gerek. Odysseia’da anlatılan serüvenlerde kahraman, denizin oynak, sürekli değişen, serüven dolu düzlemini aşmak zorundadır. Karanın görünürdeki sağlam zemini, yerinden oynamayan referans noktaları, suyun sürekli kıpırtılı yüzeyine ve sabit noktaların yokluğuna bırakır yerini. Bildik bir zeminden, belirsizliğin kucağına atlamak gibidir bu biraz. Argonautlar, Gürcistan kıyısındaki altın posta ulaşmak için Boğaz’ın yılan gibi kıvrılan kıyılarını ve sürekli değişen akıntılarını aşmayı tek başına bir serüvene dönüştürmediler mi? O yüzden kısa süreli olsa bile bir Boğaz yolculuğundan sonra Kadıköy’e her ayak basışımda, mekânın ve hayatın Avrupa yakasından farklı örgütlendiği yeni bir dünyaya, adeta bir Akdeniz adasına giriyor duygusu yaşarım. Biraz abartıyor olsam da küçük çaplı bir deniz destanıdır aslında yaşanan; kahraman yolculuk sırasında yaşadığı (çalkantılı bir ortamda çay eşliğinde kaşarlı tost yemek, martılara simit atmak gibi) zorlu deneyimlerle bir dönüşüm geçirmiştir. Bu arada, Kavafis’in varılan yerin değil de, yolculuğun önemli olduğunu vurguladığı İthaka şiirinin dizeleri de aklından hiç çıkmaz.

KARŞI YAKAYA GEÇMEK
Asma Sanat Galerisi’nde geçtiğimiz günlerde yer alan ‘Beden ve Halleri’ sergisindeki ses enstalasyonu vesilesiyle tanıştığım Gülsün Toker’in yönettiği Fenerbahçe’deki TKR12 Sanat Evi’nde, yine beden temsillerine dayalı bir serginin açılışı için karşı yakaya geçmem gerekti bu sefer. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden tanıdığım ve halen öğrenimlerini bu kurumda sürdüren heykeltıraş Caner Karakaş, ressamlar Didem Erbaş ve Gizem Nadir’in yapıtlarının yanı sıra, sanatçı Gülsün Toker’in de tuvalleri yer alıyor sergide.

Serginin başlığı her ne kadar ‘Yığın’ olsa da bedeni soyma ve giydirme edimleri arasındaki gerilimi yapıtlarına taşımış sanatçılar; dolayısıyla ortaya erotik sanatın örnekleri çıkmış. Erotizm, çıplaklık ile giyiniklik arasındaki geçişe imkân veren bir durum; salt örtülü ya da salt çıplak bir bedenin erotikliğinden söz etmek zor. Örtme ve açma arasındaki geçişlerle yaratılıyor erotik duygu. Bedenin yüzeyi bu geçişlerin yarattığı dalgalı bir denize dönüşüyor. Aynı şekilde izleyenlerin bedenine de yansıyor bu dalgalanmalar. Örtme ve açma edimlerinin yarattığı dalgalanmaların yanı başında, bedendeki dip akıntılarının yüzeyde anaforlar, şiddetli akıntılar halinde tezahür ettiği duygu dalgalanmaları da var tabii. Ve bedenin bu dalgalı hali bir tür serüven gibi, sonunda kahramanın kendi ve başkalarının bedenine dair deneyimler kazandığı, başka bir şeye dönüştüğü bir beden serüveni gibi de yaşanabiliyor.

DUYGU DALGALARI
‘Yığın’ sergisinde ağırlıklı olarak figüratif sanatlardaki erotik Hıristiyan imgelerine göndermeler var. Caner Karakaş’ın ‘Vecd’ adını taşıyan heykeli, barok heykel sanatının zirvesini temsil eden Bernini’nin Azize Teresa heykeliyle bir tür diyaloga girişiyor adeta. İlahi aşkla kendinden geçen azizenin yüzündeki duygu dalgalanmaları ile Karataş’ın kendini tatmin eden kadın heykelinin yüzündeki ifade neredeyse aynı. Azizenin vecd hali, giysisinin kıvrımlarıyla çoğaltılırken, Karakaş’ın çıplak heykelinde bu kıvrımlar yatak ve yastıklara taşınmış. Didem Erbaş ise günümüzün Madonna ve Magdalene’lerini tuvallerinde yeniden üretmiş. Gizem Nadir’in resimleri, kadın bedenindeki örtme ve açma edimlerinin izleyicide yarattığı duygulanımları sorguluyor. Gülsün Toker ise sürekli akış halinde olan ve gittikçe hızlanan bir hayatın bedenler üzerindeki etkilerini, bir tür hız erotiğini yansıtmış tuvallerine.

İKİ TÜR EROTİZM
Sanat felsefecisi İtalyan Mario Perniola, Batı’daki figüratif sanatlardaki erotizmin Hıristiyanlıkla birlikte yeni bir dinamizm kazandığını belirtiyor. Aziz Paul’un İncil’de yer alan kelamından yola çıkan 15. ve 16. yüzyıl sanatçıları erotik sanatın başyapıtlarını üretmişlerdi. “Eski doğayı sırtınızdan çıkardınız ve yaratıcının imgesiyle birlikte, bilgi bakımından yenilenmiş yeni doğayı geçirdiniz sırtınıza” diyordu Aziz Paul. Dolayısıyla iki tür erotizmden söz etmek mümkün: ilk edimden, yani giysileri çıkarma işleminden 16. yüzyılda Reformasyon ve Mannerizm erotiği, ikinci edimden, yani giydirmeden ise Karşı-reformasyon ve Barok erotiği ortaya çıktı. ‘Yığın’ sergisi, günümüz erotik bedenleriyle 16. yüzyıl erotizmine saygılarını sunuyor bir bakıma.

RENKLER DENİZİ
Bedenin dalgalı doğasından yola çıkan, kendi bedeniyle birlikte izleyicilerin bedenini de süreçselleştiren sanatçı Ali Dolanbay’ın Art Bosphorus Çağdaş Sanat Fuarı açılışında gerçekleştirdiği performansını da burada anmak gerek (Fotoğraf: Teena Lange). Açık havada yere serili devasa bir tuvalin üzerine yerleştirdiği buz kalıplarını boyayan sanatçının işini bitirmesinden sonra, hep birlikte doğanın neler yaratacağını izlemeye koyulduk. Buzların yavaş yavaş erimesiyle, tuvalin üzerinde hareket halindeki, sürekli biçim değiştiren bir renk denizi çıktı ortaya. Sonunda tuval kuruyunca ortaya çıkan formların, lekeler halinde donuk birer kalıntıya dönüştüğüne tanık olduk. Beden de kendisini sabitlediğinde, dondurduğunda kupkuru bir lekeye (kimliğe) dönüşmüyor mu zaten? Bedenin açık denizlerinde serüvenler bitmiyor; dipteki akıntıların yüzeyde ne tür anaforlar yaratacağını, başka beden-denizlerin birbirine karıştığında nelerin olabileceğini hâlâ tam olarak kestiremiyoruz.

Not: ‘Yığın’ sergisi, Fenerbahçe TKR12 Sanat Evi’nde 30 Mayıs’a kadar izlenebilir.