30 Haziran 2011 Perşembe

TEKERRÜR EDEN FARKTIR


RAHMİ ÖĞDÜL

30 Haziran 2011

Yaşamlarımızın tekrarlardan oluştuğunu en çok da tatil zamanlarında fark ediyoruz galiba. Gündelik yaşamların sıradan tekrarından kaçmak için tasarladığımız tatiller, tekrarı daha da görünür hale getiriyor. Tatilimiz ne kadar uzun sürerse sürsün, yinelenen faaliyetlerden oluşan tek bir günün tortusu kalıyor zihnimizde. Aynı olanın durmadan geri geldiği, hiçbir farkın ortaya çıkmadığı sanısına kapılıyoruz kolayca. Gerçekten de hep aynı olan mı geri dönüyor tekrarlarda? Bu soru şöyle de sorulabilir: yeniden-yazım tıpkı-yazım mıdır?

AYNI OLAN GERİ DÖNMÜYOR
Ortaçağlarda keşişler elyazmalarını çoğalttıkları atölyelerde hata yapmamaya özen gösterseler de farkına varmadan, bir anlık dalgınlıkla hata yapıyor ve küçük anlam kaymalarıyla ana metni ister istemez saptırıyorlardı; ve aynı olan geri dönmüyordu her seferinde. Aslında her kopyalama işlemi bir yeniden yazımı içeriyor. Yeniden yazma deyimi özellikle 19. yüzyılın sonundan itibaren taklit sözcüğünün yerine kullanılmaya başlandı. Modern yazının ve yapıtlarının temel özelliklerinden biri olan fragman estetiğinin bir özelliği durumuna gelen parodi ve pastiş yöntemlerini kapsıyor yeniden-yazma. Yeniden yazarken ana metin ya da alıntı farklı bağlamlara yerleştirilerek dönüştürülüyor.

Parodinin esası bir taklit işlemidir. Bir ana metni taklit eden bir başka metin vardır ve taklit edilen metin oyunsal, gülünç ya da yergisel amaçlarla dönüştürülür. Kimi yazarlara göre parodi mekanikleşmiş yazınsal bir tekniğin yenilenmek amacıyla gülünç kılınmasıdır. “Tekniğin mekanikleşmesini önlemek için onu yeni bir işlev ya da yeni bir anlam aracılığıyla yenilemek gerekir. Tekniğin yenilenmesi de eski bir yazardan yapılan bir alıntının yeni bir bağlam ve yeni bir anlamda kullanılmasına benzer”; parodi yoluyla tekrarlamanın ya da bilerek saptırılan alıntının yenileyici bir işlevi olduğunu vurguluyor Rus Biçimcilerinden Tomaşevski (bkz Kubilay Aktulum, Parçalılık, Metinlerarasılık, Öteki Yayınevi).

ESKİ KİMLİK VE YENİ KİMLİK
Toplumsal kimliklerimiz de bir tür mekanikleşmiş tekrara dayanmıyor mu? Ritüelleşmiş pratiklerin tekrarına dayalı performanslarımızla inşa ediyoruz kimliklerimizi. Sabit kimlikleri parodi yoluyla altüst etmeye çalışan Judith Butler’ın performans teorisi de tekrarın yıkıcılığı ve yeni formlar ortaya çıkarıcı özelliğini bir taktik olarak benimsiyor. Kimliklerin performatif özellikler taşıdığı ve dolayısıyla özsel ve sabit olmaktan daha çok olumsal olduğu üzerinde durur Butler. Toplumsal cinsiyetin biyolojik olarak değil de toplumsal olarak belirlenmesi aslında bir özgürlük alanı yaratmaktadır; tekrara dayalı iktidar yapılarının dayattığı kimlikleri gülünçleştirerek normdan sapmalar yaratabilir; eski kimlik kategorilerini kesintiye uğratıp, yeni kimlik kategorileri inşa edebiliriz. Butler’a göre erkeklik ve dişilik parodisi yoluyla toplumsal cinsiyet (gender) ikiliğini zayıflatmak ve bir cinsiyetler çokluğu elde etmek mümkündür.

Butler’dan önce Luce Irigaray da 1970lerin sonunda Butler’ın ‘yıkıcı tekrar olarak parodi’ kuramına benzer bir kuram geliştirmiştir. Irigaray’ın ‘taklit’ kuramına göre egemen söylem içinde bir fark yaratmak için taklidi etkin bir biçimde kullanmak mümkündür; oyunsal bir tekrar yoluyla görünmez olarak kalan şey, yani fark, görünür hale getirilebilir.

HER ZAMAN FARK YA DA ÇOKLUK GERİ DÖNÜYOR
Yazının başındaki soruya geri dönersek, tekerrür eden şey aynı olan değildir hiçbir zaman. Nietzsche’nin ebedi dönüş kavramında olduğu gibi, her tekrarda varlığın içinde kümelenmiş gizil farklar açığa çıkıyor çaktırmadan. İktidar, farkın ortaya çıkmasını engelleyen tekrarlamalar üzerine kursa da yapısını, kaçınılmaz olarak fark ya da çokluk geri dönüyor her seferinde.

Geçmiş asla geçmiyor; barındırdığı, açığa çıkmamış farklılarla geri dönüyor durmadan. Her şey geri dönüyor, her şey tekerrür ediyor; ebediyen tekrar eden, geri dönen şey pıhtılaşmış sabit kimlikler değil, gizil farklılıkların edimselleşmiş hali olan yeni kimliklerdir. Geçmişin barındırdığı gizil farklıklar şimdide edimselleşirken, ağzına kadar, tıka basa gizil farklılıklarla dolu olan gelecek, farkın ebedi dönüşü olarak önümüzde uzanıyor. Her tekrar ya da yeniden-yazma, geleceğini şimdinin edimselleşmiş kimlikleri üzerine kuran iktidar için yıkıcı sonuçlar içeriyor.

24 Haziran 2011 Cuma

VE BATI TABULARIYLA YÜZLEŞİR


RAHMİ ÖĞDÜL

23 Haziran 2011

Tabu sözcüğünün Batı dillerine girişi 1777 tarihine dayanıyor; Güney Pasifik’teki adalara uğrayan İngiliz kâşif James Cook adalardaki yerlilere ilişkin defterine şunları yazmış: “Bir şeyin yenmesi ya da kullanılması yasak olduğunda, bunun ‘tabu’ olduğunu söylüyorlar.” Tabu, Cook’un yazdığı gibi sadece yenilmesi ve kullanılması yasak olan şeyleri kapsamıyordu; hayvanları, bitkileri, yerleri, nesneleri ve insanları da içeren, oldukça kapsamlı bir sözcüktü. Kendi referanslarıyla bambaşka bir göstergeler ormanına dalan Batılılar tabu sözcüğünü anlamakta güçlük çekiyorlar. Tayfa olarak girdiği Acushnet adlı balina gemisiyle 1841-1845 yılları arasında tam dört yıl Güney Pasifik’te dolaşan Herman Merville, Polinezya adalarında tabuya dair yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Vadiye girdikten sonra birkaç gün içinde, farkında olmadan kurallarını ciddi şekilde ihlal ettiğimde, yirmi dört saat içinde en az elli kez sihirli ‘tabu’ sözcüğü kulaklarımda çınlamıştı” (Typee, çev. B. Gümüşbaş, YKY).

KUTSAL OLAN VE MURDAR OLAN
Batılılar açısından içine kolayca nüfus edilecek, kavranacak bir sözcük değildi tabu. Yerliler uzak durulması, dokunulmaması, konuşulmaması gereken her şeyi tabu olarak adlandırıyor, tabu olan şeyler dışında herkesin paylaştığı, erişebildiği alana ise noa diyorlardı. Tabu hem kutsal, kutsanmış olanı hem de tehlikeli, tekinsiz, yasak, kirli olanı içinde barındıran kafa karıştırıcı bir sözcüktü. Batıda da tabu sözcüğüyle anlamdaş olan ve daha sonra unutulmuş Latince bir sözcük vardı: ‘sacer.’ Hem kutsal olana hem de rezil ve iğrenç olana işaret eden ‘sacer’ de tıpkı tabuda olduğu gibi anlam belirsizliğinden muzdariptir. Kutsal olan ile murdar olan arasında kesin bir ayrım çizmeyen bu gelenek, toplumsal hayatı düzene sokmaya yarayan yasaklarla donatmıştı tüm toplumları.

Yerlilerin ‘tabu’suyla ilk kez 1777de karşılaşan Batılı birey, kendi tabularıyla yüzleşmek için Freud’un ortaya çıkmasını beklemek zorundaydı. Totem ve Tabu (1913) adlı kitabında Freud, yerlilerin tabularıyla modern toplumdaki bazı nevrotiklerin belli nesneler ya da eylemler için geliştirdikleri saplantılı yasaklamalar arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor, genellikle dindeki ritüel etkinlik ile saplantılı nevrotiklerin ritüelci etkinliği arasında yakın bir ilişki kuruyordu.
En göze çarpan özellik her iki yasağın kökeninin de ilk bakışta nedensiz ve anlaşılmaz görünmesiydi. Tabuda olduğu gibi nevrozlu birey de, yasağı ihlal ettiği takdirde ya kendi ya da yakınlarının başına korkunç bir yıkımın geleceğine inanır.

YASAK OLANLA KURULAN ZİHİNSEL İLİŞKİ
Tabulu olan bir nesneye ya da kişiye dokunmak en temel yasaktı yerliler arasında. Modern toplumun nevrozlu bireylerindeki en köklü yasak da dokunmadır yine; dokunma korkusu çok yaygındır nevrotikler arasında. Bu korku sadece bir cisme doğrudan dokunmayı kapsamaz; biriyle ilişki kurmak gibi ancak dolaylı şekilde dokunma anlamına gelen eylemler de bu yasağa dâhildir. Yasak olan şeyi hatırlatan, dolayısıyla yasak olan şeyle zihinsel bir ilişki kuran her şey, doğrudan doğruya bedensel dokunma denli tabuya dönüşür.

Saplantı nevrozlarında da tıpkı yerlilerin tabusunda olduğu gibi yasakların yer değiştirme yeteneği vardır. Yasak, bir şeyden başka bir şeye yayılmak için her türlü nedenden yararlanır. Nevrozlular, yasağın sürekli yer değiştirmesi sonucu hayatlarını tamamen katlanılmaz hale getirirler. Yasak nesneler ve kişiler, dokundukları her şeye kendi yasaklarını bulaştırırlar adeta. Yerliler arasında tabu olan bir şeye dokunan kişinin de tabu haline geldiği ve hiç kimsenin onunla ilişki kurmadığı görülüyordu.

YIKANMA SAPLANTISI
Tabuyu ihlal eden bir kişi çeşitli arınma ritüellerinden geçmek zorundadır; bu genellikle yıkanma yoluyla oluyor. Nevrozlularda ise bu ritüel, yıkanma saplantısı olarak ortaya çıkıyor.

İKTİDARIN BOYUNDURUĞUNDAN KURTULABİLME
Toplumsal yaşama dâhil olan, uygarlaşan insan toplumsal düzeni tehdit eden içgüdülerini, bedensel kuvvetlerini bastırmak zorunda bırakılmıştı. Bu bastırma bir otorite, iktidar tarafından dışarıdan dayatılmıştı bireylere. Bilinçaltına tıkılmış içgüdülerle bilinçte yer alan yasaklar, tabular arasındaki bitimsiz gerilim, farklı toplumlarda farklı biçimlerde zuhur ediyor. Modern, kapitalist toplumlar ise Freud’un çözümlediği gibi nevrotik bireyler üretiyor durmadan. Arzularını bastıran tabulu bedenler dokunmaktan, ilişki kurmaktan korkuyor, içselleştirdikleri tabularla yaşamlarını katlanılmaz hâle getiriyorlar. “Dışarıya yürüyüşe çıkmış bir şizofren, analistin koltuğuna uzanmış bir nevrotikten daha iyidir” belki de. Dışarısının dipdiri taze havasını, evin boğucu, kederli havasına yeğleyen biri, çok yönlü şizo-akışlarla, kendisine dayatılan tüm kodları parçalayarak, arzuların çokluğunu iktidarın boyunduruğundan kurtarabilir.

16 Haziran 2011 Perşembe

ARZULAR VE HAZLAR


RAHMİ ÖĞDÜL

16 Haziran 2011

“Haz peşinde koşanlara sen de katıl” diye emrediyor bir dondurma markası. Tüketim sektöründen gelen bu ihlal edici davete katılmamak olur mu hiç? Bu çağrıyı çok uzun zamandır bekliyorduk zaten. Fallus biçimindeki dondurmayla doğrudan cinselliğe ve cinsel yasakların ihlaline gönderme yapan bir reklam. Dondurmayı yalamak, hem de ulu orta yalamak aynı zamanda cinselliğin bastırılmış tarihine, iktidarın buyruklarına başkaldırıyı da içeriyor. Tüm hazlarını erteleyen, bastıran ebeveynlerimizin aksine, hazlarını doyasıya yaşayan, ihlal edici bir kuşağa doğrudan, lafı dolandırmadan sesleniyor reklam: yasayı ihlal et, keyfini çıkar! Sadece sen değilsin, başkaları da var; toplu bir ihlal söz konusu burada ve bu hazdan sen de kusur kalma. Tüm tüketim nesneleri, örtülü olarak cinsel baskıları ihlal etme çağrısı yapıyor alttan alta. Hazları yasaklanmasıyla hazların tahrik edilmesinin iç içe geçtiğini görüyoruz reklam dilinde; yasaklamalarla iş gördüğü sanılan yasa da aslında alttan alta aynı şeyi emretmiyor mu bize? Keyfini çıkar, hazzı yaşa!

SAPKININI ÜRETEN YASA
Yasanın kendi ihlalini ürettiğini ve sadece bu ihlal yoluyla işlediğini söyleyen Lacan, bir tarafta yasayı temsil eden Kant, öbür yanda bu yasayı aşırılık ölçüsünde ihlal eden Sade arasında bir karşıtlık görmüyor sözgelimi; bu iki figürün birbirine ayrılmamacasına bağlı olduğunu vurguluyordu. Hazzı reddeden yasa, kendi sapkın hazzını bir artık olarak üretiyor. Yasanın normatif yüzünü Kant, ihlal edici yüzünü ise Sade temsil ediyor. Paradigmayı tersine çeviren Sade, yasada içerilen bu sapkın hazzı bir tür Kantçı evrensel ilkeye, haz ilkesine dönüştürüyor sadece. Yasayı ihlal eden haz, yasanın öteki yüzünü oluşturuyor. Bu bağlantıyı Kafka’nın Ceza Kolonisi’ndeki işkence makinesinde de görüyoruz. İktidarın yasasını suçlunun bedenine tırmıkla, kanırta kanırta yazan bu makine, kendi sadist hazzını üretmiyor mu? Lacan’a göre yasayı ihlal eden haz, zaten yasa düzeni içinde üretilir. Yasa yasaklamaz veya bastırmaz, fakat daha çok kendi ihlalini kışkırtır. Haz asla yasanın kendiliğinden ihlal edilmesi değildir, daha çok yasanın emridir: “Hazzı yaşa!” (Saul Newman, Bakunin’den Lacan’a, çev. Kürşad Kızıltuğ, Ayrıntı).

EROTİZMİN EKONOMİK SÖMÜRÜSÜ
İktidar bastırır gibi göründüğü hazzı yeniden üretiyor aslında; bir tür iktidar ve haz döngüsüne takılmış bir balık gibi, çırpınıp duruyoruz. Foucault “İktidar ve Beden” başlıklı makalesinde bu döngüyü şöyle anlatıyordu: “Cinsel bedenin başkaldırısı iktidarın bedene sızma harekâtına yönelik bir karşı saldırıdır. İktidar nasıl karşılık verir buna? Güneş yağlarından porno filmlerine kadar her yerde, erotizmin ekonomik bir sömürüsüyle… Karşıtlardan birinin her hareketine, öteki başka bir hareketle karşılık verir.” Hazzın yasaklanması ile hazzın ihlal edilmesini bünyesinde barındıran yasa/iktidar, bedenlerle bitimsiz bir oyuna girişiyor adeta. İhlal edici haz üzerinden iktidara direndiğini sanan bedenler iktidarın, tüketim toplumunun bir oyuncağına dönüşüyor.

BEDENLERİN ERKLENMESİ
Haz ile arzu arasında kesin bir ayrım yapan Deleuze ise, Foucault ile giriştikleri bir polemikte “haz sözcüğüne artık katlanamıyorum” diyordu (İki Delilik Rejimi, Bağlam). Deleuze ve Guattari’nin kuramsallaştırdıkları haliyle arzu, son derece üretkendir. Akışlarla, oluşlarla, başka arzularla, toplumsal olanla, heterojen öğelerle bağlantılar kurar. Kolektif bir düzlemde iş gören arzu, daha fazla bağlantı ve bir araya gelişler istemesi yüzünden devrimcidir aslında. Hep aradadır. Bedenler arasında kurduğu bağlantılar, bedenlerin erklenmesiyle sonuçlanır. Tüm katmanları, bölmeleri boydan boya geçerek kendi içkinlik düzlemini kurar. Katmanlaşmayı, organizmayı yıkarak, kendini organsız bir beden olarak serer önümüze.

Haz ise arzunun bu akışkanlığını, üretkenliğini, heterojen öğeler arasında bağlantılar kurma yeteneğini dumura uğratır. Haz katmanlaşmanın ve organizmanın tarafında yer alır; arzunun içkinlik düzlemini reddeder. Arzu tüm katmanları aşarak bir yersiz yurtsuzlaşma hareketi yaratırken, haz tam tersine her şeyi yerli yurtlu hale getirmeyi ister. Velhasıl, arzu bağlar, haz koparıp yalıtır.

Yasanın ve tüketim nesnelerinin kışkırttığı haz, arzuyu tüm bağlantılarından kopararak, bireysel öznenin içine hapsederken, arzunun iktidara yönelik tehdidini de ortadan kaldırmış oluyor böylelikle. Yasaklar gibi yapan iktidarın buyruklarını ihlal etmek haz veriyor bize; oysa, tam bu anda ihlal ettiğimizi sandığımız iktidarın kucağında buluveriyoruz kendimizi.

9 Haziran 2011 Perşembe

BOĞUCU TONALİTE VE KADANSLARIN ÇIĞLIĞI




RAHMİ ÖĞDÜL

09 Haziran 2011

İnternete düşen, ölümünden önceki son görüntülerinde Hopalı öğretmen Metin Lokumcu’nun “Yeter be, bunalttınız beni” diye bağırışı, Edvard Munch’un ‘Çığlık’ tablosuyla örtüşüyor zihnimde. Bütünlük dayatmasıyla yeryüzünü tek bir düşünce etrafında örgütlemeye ve eline geçirdiği her şeyi iliklerine dek sömürmeye çalışan iktidarın tonalitesine karşı atılan bu çığlık, bir bıçak gibi parçalıyor tüm ezgiyi bir an. Ardından hiçbir şey olmamış, sanki çığlık atılmamış gibi, kaldığımız yerden devam ediyoruz egemen ton içindeki gündelik işlerimize. Fakat çığlık bir kez atıldıktan sonra artık hiç bir şey eskisi gibi kalamıyor. Havada ya da tabloda asılı kalan çığlık aslında başka bir duyguyu, ferahlama arzusunu bulaştırıyor her şeye; tek notalı egemen tonun boğucu havasından kurtuluşu müjdeliyor: “Başka gezegenlerin esintisini duyuyorum içimde.”


Arnold Schönberg’in ilk atonal kompozisyonu olan, 1908 tarihli 2. Yaylı Çalgılar Kuarteti’nde soprano, Alman şair Stefan George’un yukarıdaki dizeleriyle başlar özgürlük yolculuğuna. Aslında yanlış bir adlandırmadır ‘atonal’, zira notasız demektir. Oysa, tek bir notanın etrafında gelişen tonalitenin aksine, tüm notaları, on iki notayı birden kullandığı için ‘pantonal’ deyimini daha fazla hak ediyor. Tek bir notanın etrafında örgütlenen armonik düzen duygusundan bu kopuşla birlikte artık evin hâkim tonundan tamamen uzaklaşılıyor. Başka dünyaların esintilerini duyumsuyor insan. George’un dizeleriyle müziğin pantonal havası örtüşür birbiriyle: “Eriyip gitmişim notaların içinde, dolaşıyorum, dokunuyorum.”

On iki notanın da eşit hakka sahip olduğu pantonal ya da on iki ton müziğe doğru giden yol üzerindeki uğrak noktalarını anlatır kitabında Anton von Webern: “İlk bozulmayı, sonatların gelişme bölümlerinde, temel tonun arasına zaman zaman bir bıçak gibi başka tonların girmesiyle görüyoruz” diye yazar (Yeni Müziğe Doğru, Pan). Müzik bağlamında söylenmiş bu sözleri politik bağlama taşıdığımızda nasıl da başka dünyaları özleyen seslere benziyor bu tonlar! Sık sık esas tondan uzaklaşan ve tonalite üzerinde ölümcül etkiler yapan bu tonlar parçanın sonunda ya da başında yer alan kadans denilen bölümde ortaya çıkıyordu çoğu kez; yıkıcı tonların gezindiği kadanslar egemen tonu giderek dağıtıyor ve genişleyerek tüm düzlemi ele geçiriyorlardı. Tek bir notanın egemenliği alt üst edilerek tüm notaların eşit haklara sahip olduğu bir düzlem inşa ediliyordu sonunda.

Evin boğucu tonalitesinden uzaklaşmak hiç de kolay değildi başlarda. “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” diye devam ediyor Webern kitabında. Bir türlü evden uzaklaşmayı beceremeyen Alice geliyor aklıma tam da burada (Lewis Caroll, Aynanın İçinden, Can Yayınları). Karşıdaki tepeye ulaşmak için önünde uzanan kıvrımlı yolların hangisini denerse, her seferinde başlangıç noktasında, evin kapısının önünde bulur kendisini. Evden, evin boğucu tonalitesinden ve totalitesinden, alışkanlıklardan, genel ahlaktan, hâkim ideolojiden kurtulmak o kadar da kolay değil. Ev o denli işlemiştir ki içimize, nereye gidersek gidelim hep yanımızda taşırız tüm değerlerini. Uzaklaştığımızı sandığımız anda bile birden egemen ton, evin sesi bir bıçak gibi girebiliyor düşüncelerimizin arasına. Ne diyordu Alice: “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim!”

Egemen tonaliteyi dağıtmak, evin boğucu havasından uzaklaşmak kolay olmuyor. “Doğal olarak zorlu bir savaş oldu; en korkunç yasakların, en büyük korkuların yenilmesi gerekti” diyor Webern. “Böylelikle belli bir tona bağlı olmayan parçalar yazılmaya başlandı.”

Evin ağır tonalitesi boğuyor bizi. Ne var ki yeryüzüne tüm ağırlığıyla abanan egemen tonun sömürücü, yağmalayıcı, fetihçi havasını parçalayan yıkıcı tonların çoğaldığına da tanklık ediyoruz günümüzde. Egemen tonaliteyle bağlarını koparmış bu yıkıcı tonların daha eşitlikçi, daha özgür, doğayla daha barışık kadanslar halinde genişleyecekleri ve egemen tonaliteyi topyekün alaşağı edecekleri umudunu taşıyoruz içimizde. Temsilcileri sayesinde tüm yaşama gücümüzü, yapabilme erkimizi teslim alan iktidarın icra ettiği egemen tonalite karşısında, kadansların bir bıçak gibi havayı parçalayan yaşam dolu çığlıklarını duyabiliyoruz.

2 Haziran 2011 Perşembe

ÇOK SESLİ MELODİK BİR YERYÜZÜ


RAHMİ ÖĞDÜL

02 Haziran 2011

Çoksesli bir senfoni gibi yayılan yeryüzünü, tek partiden oluşan, tek sesli güdük bir ezgiye, egemen iktidar anlayışının tüm sesleri bastırdığı, içimizi burkan bir ezgiye dönüştürmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bu tek sesli, tek partili ezgi, yeryüzünün tüm çeşitliliğini, çokluğunu örtmeye çalışıyor. Oysa Anton von Webern müziksel gelişimi anlatırken tek partiden (bölümden) oluşan bir ezginin artık yeterli olmadığını ne güzel de söylemiş: “Düşünce uzaya dağılmıştır, tek bir parti halinde değildir – artık tek parti düşünceyi ifade edemez, ancak parçaların birleşimi düşünceyi ifade edebilir. Düşünce pek çok parti halinde ortaya konmayı gerekli kılmıştır. Bunun ardından polifoni (çok seslilik) hızla serpilip gelişmiştir” (Yeni Müziğe Doğru, çev. Ali Bucak, Pan Yayınları). Çok sayıda birbirinden bağımsız partiyi uyumlu bir doku halinde birleştiren kontrpuan tekniğiyle tek seslilikten kurtulan müzik, hayvan davranış bilimcisi, biyolog Uexküll’ü doğanın partisyonunu yazmaya yöneltmişti. Üexküll, Deleuze ve Guattari’nin de benimseyecekleri kontrpuansal bir doğa anlatısı geliştirdi. Her tür, kendi algılamaları, kavramları ve duygulanımları sayesinde kendi dünyasında yaşıyordu. Her türün kendine özgü örüntüleri ve nakaratları vardı ve bunlar sayesinde kendine bir yurt yaratmıştı. Yeryüzü ayrı ayrı yurtlardan oluşsa da bu yurtlar kontrpuansal kesişmelerle aralarında bağlantılar kuruyor ve yeryüzü, tüm düzlemleri birleştiren senfonik bir kompozisyon halinde yayılıyordu.

ÇAYIR ÇİÇEKLERİNİN BANA ANLATTIKLARI
Üexküll, kontrpuansal doğa anlatısını, Amsterdam’ın konser salonu Concertgebouw’da Mahler’in 3. Senfonisini dinlediği sırada kararlaştırmıştı. Enstrümanların birbirine bağlanan seslerinin doğal bir ekoloji gibi işlev gördüğünü fark etti. Senfonin bölüm başlıkları da doğanın kuvvetlerine gönderme yapıyordu zaten: ‘Pan Uyanır’; ‘Çayır Çiçeklerinin bana anlattıkları’; ‘Orman hayvanlarının bana anlattıkları’. “ Müzikle birlikte, kendilerini bir katedral sütunları gibi yükseltip yapıtın kemerlerini taşıyan bireysel seslerin gelişimini ve dallanıp budaklanmasını izleyebiliyor insan” diye yazıyordu. Yeryüzü de bir içkinlik düzleminde bir araya gelen farklı yurtların birbirine kontrpuansal kenetlenmesiyle çok sesli bir yapı olarak yükseliyordu: Müzik olarak doğa.

DOĞADA MÜZİKSEL BİR ANLAYIŞ VAR
Deleuze ve Guattari’nin Uexküll’den verdikleri örneklerde yurtların bu melodik kesişmesini, kenetlenmesini görüyoruz. Örneğin bir deniz kabuklusu öldüğünde boş kalan kabuğu, bir başka deniz canlısının, keşiş yengecinin yuvasına, kontrpuanına dönüşür. Kene kendi kontrpuanını bir memeli de bulur. Aslanağzı ile yaban arısı ya da orkide ile eşek arısında olduğu gibi doğada farkı yurtların hep kontrpuansal kesişmeleri vardır. Dökülen meşe yapraklarının zeminde oluşturdukları çini benzeri örtü ile üzerlerinden akan yağmur damlalarının ilişkisi yine bir kontrpuan yaratır. Doğada teleolojik bir anlayışa değil, müziksel bir anlayışa rastlıyoruz; burada artık sanat ile doğanın birbirinden ayrılmamacasına, iç içe geçtiğini görüyoruz: “Yabanarısı ile aslanağzının evliliğinde olduğu gibi bir melodinin içinde bir motif olarak ne zaman bir başka melodi ortaya çıksa, orada bir kontrpuan vardır. Bu kontrpuan ilişkileri düzlemleri birleştirir, birleşimler oluşturur ve oluşları belirler” diye yazdıklarında Deleuze ve Guattari Uexküll’ün doğa vizyonunu genişletirler. Bu senfonik kompozisyon düzleminde yuvadan evrene, iç-duyumsamadan dış-duyumsamaya doğru yayılan, evrenin tüm kuvvetlerine açılan yurtların melodik bileşimlerine tanıklık ediyoruz.

BİR ARADA YAŞAYABİLMENİN MELODİLERİ
İnsani ile doğal olan arasındaki sınırların eridiği bir noktada duruyor Uexküll’ün melodik doğa anlayışı. Erken bir evrimsel gelişim evresinde kazanılmış mekanizmalar hâlâ içimizde yaşıyor. Göçmen kuşların aksine, kendi yurtlarının sınırlarını ötüşleriyle, nakaratlarıyla çizen kuşlar gibi bizler de kendi yurtlarımızı kendi kültürel nakaratlarımızla belirliyoruz. Ve bu yurtlar başka yurtlarla kontrpuansal ilişkiler üzerinden kesişebiliyor. Ve kesiştikleri ölçüde bir arada yaşayabilmenin melodik neşesine ulaşabileceğimizden kuşku yok. Farklı yurtlar arasında kontrpuansal bağlantılar kurduğumuzda senfonik içkinlik düzleminin hayal edemeyeceğimiz ölçüde genişleyeceğini duyumsuyoruz.

Yeryüzü, iktidarların tek sesli, tek partili kederli ezgisine rağmen, bir içkinlik teması üzerinde gerçekleştirilen neşeli çeşitlenmeler olarak seriliyor önümüzde. Farklı düzlemleri birleştiren kontrpuanlarla ortaya çıkan melodik bir yeryüzü. Akbank Sanat’ta Ali Akay’ın küratörlüğünde gerçekleştirilen Sürekli Çeşitlenmeler sergisi bu melodik düzlemi farklı sanatçıların heterojen yapıtlarıyla bir sergi mekânında kurmaya girişmiş. Füsun Onur, Ayşe Erkmen, Seza Paker’in yapıtlarındaki sesler ve imgeler, kontrpuansal kesişmelerle yeni düşünce melodilerine kapı aralıyor. Doğa kendini varyasyonlar (çeşitlenmeler) üzerinden çoğaltırken, düşünce de dışarısıyla kurduğu kıvrımlarını çoğalttıkça gelişiyor. Webern’in dediği gibi: “Artık tek parti düşünceyi ifade edemez, ancak parçaların birleşimi düşünceyi ifade edebilir.”

Not: ‘Sürekli Çeşitlenmeler’ sergisi, 18 Haziran’a kada Akbank Sanat’ta izlenebilir.