27 Ekim 2011 Perşembe

HAMAMDAKİ ÇÖL YA DA TEKİNSİZ OYUNLAR



RAHMİ ÖĞDÜL

27 Ekim 2011

Zamanın ve insanların hoyrat davrandığı bir yapı Tahtakale Hamamı. İnşa tarihi kesin olarak bilinmese de İstanbul’un fetih sonrası ilk hamamlarından biri olduğu tahmin ediliyor. Bir zamanlar yorgun bedenlerin dünyevi kirden arındığı bir şark yapısı. Vakti zamanında Vakıflar’dan özel mülkiyetin eline geçen bu hamam uzun yıllar soğuk hava deposu olarak kullanılmış ve büyük ölçüde hasar görmüş; yakın bir tarihte Doğan Kuban tarafından restore edildikten, daha doğrusu yeniden inşa edildikten sonra bir sergiye ev sahipliği yapıyor şimdilerde. Pg Art Gallery’den Öznur Güzel Karasu’nun küratörlüğünde ‘Tekinsiz Oyunlar’ temalı sergi, hamamın evreninde evren tasvirleriyle oyunlar oynuyor.

Her yapı bir evrendir ve bir evren kurar, kozmogonik edimi yineler durmadan. Kaosun ortasında düzen kuvvetlerini devşirerek bir kozmos inşa eder bir bakıma. Kadim mimarlıkta her şey, mutlak düzeni temsil eden merkezi bir göksel plana göre kuruluyordu yeryüzünde. Yeryüzünde kurulan tapınakların, kentlerin, yapıların mutlaka göksel bir karşılığı vardı. Mircea Eliade’nin ‘merkez simgeciliği’ adını verdiği bu kadim anlayış önce göksel kozmosun yeryüzündeki izdüşümünü, karşılığını bulunuyor ve sonra temel atma eylemiyle evrenin yaratılması (kozmogonik) ritüellerini yineliyordu (bkz Ebedi Dönüş Mitosu, İmge Kitabevi). Gökyüzünü, yeryüzünü ve yeraltını birleştiren bir axis mundi (dünya ekseni), geçtiği zemini kutsallaştırırken, düzenin yaratılacağı bir merkez yaratıyordu yeryüzünde. Yerleşiklerin iç içe geçmiş eş merkezli daireler şeklinde örgütlenmesine de karşılık geliyordu bu örgütleniş. En içteki, en merkezdeki iktidarın konumlandığı halka mutlak düzeni temsil ederken, en dıştaki halkanın dışında kalan topraklar ise mutlak düzensizliği, kaosu gösteriyordu. İktidar sırtını göksel plana yaslayarak yeryüzünde kozmokratör, yani evren yaratıcı rolünü üstleniyor, en dıştaki halkanın ötesinde uzanan kaotik topraklara fetihler aracılığıyla mutlak düzeni, kozmosu yayıyordu.

Hamam yapısı itibariyle tam da bu merkez simgeciliğini yansıtan bir yapı: gökyüzünü temsil eden kubbe; bu dairesel göksel merkezin yeryüzüne yansıması olan, göbek taşının etrafında örgütlenmiş dairesel bir zemin planı; ve yeraltındaki korkunç kaosu, cehennemi simgeleyen külhan bölümü. Gökyüzündeki düzenden yeryüzüne ve yeraltına uzanan bir eksenin etrafında örgütlenmiş bu aşırı merkezi evren tahayyülünün, kutsallığından arınmış olsa da modern dönemin siyasal düşüncesinde de devam ettiğini biliyoruz.

Tahtakale Hamamı’nda yer alan Tekinsiz Oyunlar sergisi bu merkezi evren tahayyülüyle oyunlar oynadığını söylemiştim yazının başında. Hamamın soğukluk bölümünde, kubbenin tam altına denk düşen noktada yer alan altıgen yükseltinin üzerini kille kaplamış sanatçı Günnur Özsoy; kile saplı çiviler sergiye gelenleri çivi oyununa davet ediyor; iç içe geçmiş eşmerkezli dairelerden oluşan bir dünya tasvirinin merkezinde yer alan mutlak düzeni, çivi oyununun yaratacağı rastlantısal çizgilerle bozmaya teşvik ediyor katılanları. İktidar Oyunları başlıklı yazımda bahsettiğim ve çocukluğumda severek oynadığım oyunlardan biri olan çivi oyunuyla burada karşılaşmak neşelendiriyor beni. Dart oyunuyla temsil edilen yerleşiklerin merkezi dünyası ile her yöne sonsuzca yayılan ve kesişen çizgilerden oluşmuş çivi oyunuyla temsil edilen göçebelerin ışınsal dünyası arasındaki gerilimi, göçebeler lehine çözmeye çalışıyor adeta. Göçebeler yerleşiklerin merkezini ele geçirmişler de, çizgilerle merkezi göçebeleştirmeye çabalıyorlar sanki.

Sanatçı Candaş Şişman ise bu kez hamamın sıcaklık bölümündeki merkezi, yani göbek taşını duvarlara taşıdığı dairesel ekranlarda dijital bir yapı bozuma uğratıyor. Ekranlarda giderek çoğalan taneciklerin karmaşık bir ağsal yapıya dönüşmelerini izlerken, hamamın cisimleştirdiği evren tasvirinin geçersizleştiğini hissediyoruz.

Serginin açılışında ıslak olan kilin kuruduğunu ve yüzeyinde çatlaklar oluştuğunu gördüm son gittiğimde. Bir zamanlar mutlak gerçekliği temsil eden merkezi yapıların çölleşerek, tam da göçebelerin mekânına dönüşmesini görmek şaşırtmadı beni. Merkezi yapıların dağılmasıyla çölleşen, göçebeleşen bir dünyada “nasıl yaşanabilir?” sorusuyla çıkıyorum hamamdan.

Not: Tahtakale Hamamı’nda yer alan ‘Tekinsiz Oyunlar’ 28 Ekim'e kadar izlenebilir.

20 Ekim 2011 Perşembe

SIRTIMIZDA DELİ RÜZGÂR


RAHMİ ÖĞDÜL

20 Ekim 2011

Her yöne sonsuzca uzanan sınırsız ilk maddenin içinde, yerel anaforlarla yeni dünyaların yaratıldığını söylemişlerdi Anaksimandros ve Anaksimenes tam iki bin altı yüz yıl önce. Dünyayı kendi kendini doğuran (natura naturans) canlı bir hayvan olarak tahayyül eden bu kadim düşünürleri doğrulayan bir sürü olay gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam ediyor. Ve şimdi yeryüzünün belli başlı metropollerinde başlayan bölgesel anaforların estirdiği yeni bir dünya rüzgârını sırtımızda hissediyoruz. Benjamin Malamud’un Kiev’deki Adam romanındaki, Spinoza’nın Etika’sını bir kopek karşılığında bir eskiciden satın almış Kievli adamın kitabı okurken sırtında hissettiği aynı kasırgayı hissediyoruz belki de (“Birkaç sayfa okudum ve sırtımda bir kasırga varmışçasına okumaya devam ettim”): bizleri mevcut dünyanın ötesine kaçıran, mevcut dünyanın tüm statik hesaplarını allak bullak eden, önümüzde yeni olasılıklar alanı, yeni bir dünya açan rüzgârı.

ZİHNİN "DELİ" RÜZGÂRLARI
Mevcut dünyanın içinde yürürken ya da odamızda otururken zaman zaman sırtımızda hissettiğimiz bir rüzgârdır bu; şeyler arasındaki ilişkiler başka türlü olunca, dünyanın da çok daha farklı olabileceği düşüncesi zihnimize şöyle bir dokunduğunda, aslında bizi ürperten bu rüzgârdır. Tüm yerleşik değerlerin, sağduyu dünyasının anlık zihinsel çöküşünü yaşatır bize, birden göçebeleşir düşünce ve şeyler arasında yepyeni ilişkiler gözlerimizin önünde belirirken, mevcut ilişkilerden bir kaçışı duyumsarız. “Bir kaçış bir tür çılgınlıktır; çılgın olmak kesinlikle yoldan çıkmaktır” diyordu Deleuze (şarkılarda, türkülerde deli rüzgârdan söz etmeleri boşuna değil, deli rüzgârlar, gönülleri de deli deli estiriyor). Bizi kaçıran rüzgârda demonik, iblisvari bir şeyler vardır; zira “iblisler tanrılardan farklıdırlar, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilidirler. İblislerin yaptığı ise aralıklar boyunca ve bir aralıktan diğerine sıçramaktır” diye tamamlıyor sözünü Deleuze.

1790 yılında odasında çıktığı yolculukları kaleme alan De Maistre, düşüncenin bu yoldan çıkarıcı, iblisvari özelliğini kendince keşfetmişti: “Bence insanın düşüncelerini, herhangi bir rotayı takip ediyormuş gibi davranmadan; tıpkı bir avcının avını sürmesi gibi izlemesinden daha hoş bir şey olamaz. Ben de odamda gezerken nadiren düz bir çizgi boyunca yol alırım” diye yazıyordu (Odamda Seyahat, Odamda Gece Seferi, İletişim Yayınları). Deli deli esen rüzgâr, nerede olursak olalım yakalıyor bizi, yerimizden yurdumuzdan edip bir avcı-toplayıcıya dönüştürürken göçebeleştiğimizi fark ediyoruz. Sonra birden diniverir rüzgâr, zihinsel dünyamızda tek bir yaprak bile kıpırdamaz; gündelik işlerin biteviye tekrarına kapılıp, düşüncenin ve hayatın ana yolunda, bize dayatılan rotasında ilerlerken buluruz kendimizi.

BİR ŞEHRİ DÜŞLEMEK
Deli rüzgâr yerleşik dünyanın yerleşik öğelerini darmadağın ederek yeniden kurma imkânı tanıyor bize. Kadim filozoflar gibi yerel anaforların içinden bir dünya kurulabileceğini, evrenin yeniden terkip edilebileceğini duyumsuyoruz. Italo Calvino’un Görünmez Kentler anlatısındaki Kubilay Han da oturduğu yerden imparatorluk topraklarında seyahat edilebileceğini keşfetmişti. Kentlerin birinden diğerine yolculukla değil, öğelerin değişmesiyle gidilebileceğini fark eden Kubilay Han; “Marco Polo’nun anlattığı kentlerden özgürce yola çıkıyor, kenti parça parça söktükten sonra terkibini yeniden ayarlayarak parçaların konumunu ve duruşunu değiştirip başka türlü yeniden kuruyordu.”

Tophane’deki MARS (Mimarlık Araştırmaları Stüdyosu) Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabından yola çıkan, kentlerin göstergelerini, anılarını ve arzularını yeniden terkip eden bir sergi yer alıyor. Küratörlüğünü Pınar Öğrenci’nin gerçekleştirdiği bu sergide bir kez daha yakalıyor rüzgâr bizi; on bir sanatçının işlerinde yansıtılan kentin farklı yüzeyleri, küçük galeri mekânında yerel bir anafor yaratarak, bir kentin başka türlü de kurulabileceğini düşündürtüyor bize. Pınar Öğrenci’nin videosunda tahta bir perdenin arkasında sürüp giden inşaat faaliyetini merak eden kent sakinlerini görüyoruz mesela. İçeride ne haltlar karıştırıldığını merak edenler tahta perdenin aralıklarından içeri bakmaya çalışıyorlar. Tom Waits’in ‘What’s he building in there’ parçasının sözlerindeki gibi, ‘ne inşa ediyorlar orada? Bizden bir şey saklıyorlar ve bilmek bizim de hakkımız.’

Bizlerden bir şeyler saklanarak inşa edilmiş bir dünyanın haritalanmış yollarından bizi kaçıracak deli rüzgârları sırtımızda hissediyoruz. Yeni bir dünya yaratacak anaforların esintileri ürpertiyor bizi.

Not: Tophane’deki MARS’ın mekânında yer alan ‘Kristal Şehir’ sergisini 18 Kasım’a kadar izleyebilirsiniz.

13 Ekim 2011 Perşembe

TERRA INCOGNITA'DA YARALI BİR HAYVAN



RAHMİ ÖĞDÜL

13 Ekim 2011

Yaralı, saldırıya açık bir hayvan gibiyim; sığındığım köşeden, evden dışarı çıkmak istemiyorum; mecburen dışarı çıktığımda da üzerimde hep bir tedirginlik; yırtıcı hayvanların üzerime saldıracağı korkusu. ‘Kolum, kanadım kırık’ derler ya, benim yaşadığımda tam da bu; ancak mecazi anlamda değil, gerçekten de sağ kolum kırık, haliyle kanadım da; eskisi gibi kentin sokaklarında uçamıyorum.

Tek kanatla, sakınarak uçtuğum zamanlarda oluyor arada; birkaç sergi açılışına katıldım. Bunlar Tophane’deki sergilerdi çoğunlukla. Tophane’nin giderek sakinleştiğini, durulduğunu görüyorum. Çatışmalı günler çok geride kalmış, hatta unutulmuş gibi.

Kolu kanadı kırık olma halinin sadece bana özgü, geçici bir duygu olmadığını, kendilerini toplumun geri kalanından yalıtarak kapalı evrenlerine tutunmaya çalışanlar için kalıcı bir duyguya dönüştüğünü görüyorum. Sanki kendi dünyalarının dışına, terra incognita’ya adım attıklarında vahşi hayvanlarının saldırısına uğrayacaklarmış gibi tedirginlik yüzlerinden okunuyor. Eskiden haritacılar, keşfedilmemiş, bilinmeyen topraklar (terra incognita) ibaresinin hemen yanı başına ‘burada canavarlar var’ notunu düşer ve fantastik hayvanlarla süslerlermiş çizdikleri haritaları. Bilinmeyen karşısında bu korku kent yaşamında da yaygın; zihinsel haritalarımız, içinde canavarları barındıran terra incognita’larla dolu. Kendi dünyamızın dışına adım attığımızda tüm bu canavarların bize saldıracakları korkusu sinmiş her tarafa.

YERYÜZÜ SENFONİSİ
Kendi algılama ve eyleme geçme yetileriyle her canlının kendine has bir dünya kurduğunu ve yeryüzünün bu mikro-dünyalardan oluştuğunu hayvan davranış bilimcisi Jakob von Uexküll göstermişti bize. Oysa Uexküll müzikal bir evren tahayyülü çiziyordu. Her ne kadar kapalı olsalar da bu ayrı dünyalar birbirleriyle kontrpuansal ilişkilerle kesişiyor ve ortaya muazzam bir yeryüzü senfonisi çıkıyordu.

Kentlere baktığımızdaysa, sınıfsal, etnik, cinsel ayrıştırmalarla aralarında kalın duvarların örüldüğü bu farklı dünyaların birbirleriyle kontrpuansal bir ilişki kurma imkânının giderek azaldığına tanıklık ediyoruz. Herkes kendi çalıp kendi oynuyor; devasa bir kakofoni çıkıyor ortaya. Bu yeni bir şey değil; kentlerin doğasında var belki de. Frederich Engels, on dokuzuncu yüzyıl Manchester’ının hızla bir köyden bir metropole gelişmesinden söz ederken, günümüzde tüm şiddetiyle yaşanan bu ayrışmaya daha o zamanlar işaret etmişti: “Bu kent öylesine tuhaf bir şekilde inşa edilmiştir ki bir işçi mahallesiyle, hatta işçilerle bağlantı kurmadan … insan burada yıllarca yaşayabilir, her gün seyahat edebilir.” Günümüz kentlerinde de bazen aynı mekânları paylaşsalar da farklı dünyaların insanları birbirini görmeden, dokunmadan, görünmez koridorların içinde dolaşıyorlar.

ARA YÜZEYLERDE ÇATIŞMA
Tophane farklı dünyaların aynı mekânı paylaştıkları bir yer. Ayrı dünyaların arasındaki ilişkiler, özellikle karşılaşma noktalarında, ara yüzeylerde çatışmalı olur çoğu kez. Çatışma hiç yoktan bir ilişki biçimidir oysa. Hep verdiğim bir örnek ama burada da tekrarlamak istiyorum; otobanda kendi yörüngelerinde hızla ilerleyen araçlar arasında bir ilişkinin ortaya çıkabilmesi için ille de bir çarpışmanın olması şart; çatışmalı olsa da her türlü olumsallığa açık bir rastlaşmadır bu. Bizi ayıran görünmez koridorların kırıldığı an.

Aslında bu yazıda Tophane’de halen faaliyet gösteren sanat galerindeki sergilerden söz edecektim; ama olmadı; haftaya kaldı. Tophane deyince ister istemez ‘Dünya Savaşları’ geliyor akla; bazı galeriler bu çatışmadan sonra daha da kuytu köşelere, korunaklı bölgelere, sen-ben-bizim-oğlanlı evrenlerine geri çekilirken, geride kalanlar terra incognita’nın aslında zihinsel bir durum olduğunun farkına varıyorlar galiba. Farklı etoslara (değer ve inanç sistemlerine) sahip bu dünyaları örten kabuk kırılınca, açık yaralar çıkıveriyor gün gibi ortaya; herkes yaralıdır çünkü. Herkesin kanadı kolu kırıktır biraz. Bu yaralar bağlayacak bizi birbirimize. Birbirlerinin yaralarını yalayarak iyileştiren hayvanlar gibi, dilin iyileştirici işlevini yeniden keşfedeceğiz belki de.

6 Ekim 2011 Perşembe

HER YERDE FORM SAVAŞLARI


RAHMİ ÖĞDÜL

6 Ekim 2011

Yeryüzüne, yeryüzündeki her şeye bir form giydirmek, aslında kılıksız olan bir şeye zorla üniforma giydirmeye benziyor. İster sanatsal isterse de politik bir faaliyet olsun, toplumun her düzleminde sürüp giden form savaşlarını görebiliyoruz. Zorla form dayatmak isteyenler ile bu forma direnenler arasında bitip tükenmez bir savaş alanın tam ortasında buluyoruz kendimizi. Platon’un idealar dünyasından devşirilen hazır formları pazarlayanlardan geçilmiyor ortalık. Eski formun artık işe yaramadığını anlayanlar, nerede kendilerine yeni bir kılık biçmeye çalışsalar, hemen orada, ellerindeki form kataloglarıyla form pazarlayanlar bitiveriyor hemen.

Form aslında içkin kuvvetlerin etkileşime girmesiyle yüzeye çıkan ve katı sınırları olmayan bir şey; sürekli dalgalanan ve değişen sınırlarıyla buna form demek doğru mu, bilemiyorum. Ama form denince, iktidarların kafasında katı ve net sınırları, çizgileri olan geometrik şekiller beliriyor nedense. Bir bedene, topluma sınırları önceden belirlenmiş hazır bir form dayatmaya kalktığımızda, Platon’un mükemmel formlardan oluşan idealar dünyasına yerleştirmiş oluyoruz kendimizi. Bazen, idealar dünyasının sakinleriyiz de işgal ettiğimiz yeryüzünü bu dünyadan devşirdiğimiz formlarla sömürgeleştirmeye çalışıyoruz hissine kapılıyorum. ‘Yeni başlayanlar için çizim teknikleri’ gibi başlıklar taşıyan kitaplarda, içkin kuvvetlerin etkileşmesiyle yüzeye çıkmış yeryüzü formlarını, Platon’un göksel formlarıyla görmeyi öğretiyorlar bize: ‘meyveleri çizmek kolaydır, onları çevreleyen karelerden çizmeye başlayın.’ Göksel dünyanın formları sanki yeryüzünün içine gizlenmişler, bizim yapacağımız tek şey bu formları bulup çıkarmak. Doğanın çok daha çapraşık biçimlerini çizerken kolaylık olsun diye, her yere sinmiş kareleri, daireleri, üçgenleri keşfetmemizi öneriyorlar. Çok masum bir öneri gibi duruyor, yeryüzünü resmederken çok işimize yarıyor çünkü. En karmaşık ilişkileri bile bize önerilen hazır formlarla bir çırpıda tasvir edebilme imkânına kavuşuyoruz. Çizim teknikleri kitaplarına göre yeryüzü karelerden, üçgenlerden, dairelerden oluşan bir düzlem gibi yayılıyor önümüzde. Öklidçi düzlem geometrisiyle yeryüzünü tahayyül ediyoruz.

Hiç de masum değil aslında. Bize görme biçimleri dayatan bu teknik kitaplar aşkın bir öğretiyi çaktırmadan zihinlerimize kazımakla kalmıyor, aynı zamanda bize görmemeyi de öğretiyorlar. Evet, görmüyoruz, geometrik şekillerden, sınırları ve çizgileri net ve katı formlardan başka bir şey görmüyoruz, göremiyoruz. Görmeyi öğretenler, görmemeyi öğretiyorlar bize. İktidarın tüm görsel imkânlarıyla gözümün içine soktuğu ‘gerçekliğin’ gerçek olmadığının farkına varamıyoruz. İktidar hep aşkınlık üretiyor, çünkü kendi varlık sebebi de bu aşkınlığa dayanıyor.

Andrei Tarkovski’nin ‘Ayna’ (1975) filmini izleyenler, çayırlıkta birden bire, sebepsiz yere ortaya çıkan bir rüzgârın tüm sahneyi allak bullak ettiğini göreceklerdir. Sanki tanrısal bir şeyler olmuş da aşkın bir dünyadan gelen kuvvetler çayırı ele geçirmiş hissi yaratıyor bu sahne. Filmin içine yedirilmiş aşkın üsluptan dolayı belki de. Oysa DVD’de verilen ve filmin içine dâhil edilmeyen görüntülerden bu sahnenin bir helikopter tarafından yaratıldığı dikkatli gözlerden kaçmıyor. Bu görüntülerde helikopteri değil ama yere düşmüş gölgesini fark ediyoruz. Film karesinde yer almayan bu helikopterin çıkardığı gürültü yerine bir de rüzgâr efekti eklenince, ister istemez aşkınlık duygusu kaçınılmaz oluyor. İçkin bir gerçekliğin üzerine giydirilmiş aşkın bir formu ‘gerçek’ olarak algılamamızın güzel bir örneğini oluşturuyor.

Yeryüzünü aşkın formlarla örterek, içkin kuvvetleri değersizleştirmeye çalışan bu anlayışı her yerde görmek mümkün. Bir halk kendi içkin kuvvetleriyle henüz yüzeye çıkmamış bir form arayışına giriştiğinde, iktidarın bir form dayatması hemen beliriveriyor orada. ‘Arap Baharı’nda da ‘Batı’nın Sonbaharı’nda da hep bunu görüyoruz. Form pazarlamacıları, şiddetle hazır form kataloglarını tavsiye ediyorlar halklara. Ya da kentsel dönüşümle kentlere form dayatmaya çalışanlar da insanları hiçe sayarak kafalarının içindeki aşkın formları uygulamaya sokuyorlar. Nereye bakarsak bakalım, yaşanan tüm kavgaların altından form çıkıyor. Aşkın formlar dünyası ile içkin kuvvetler arasında mücadele sürüyor. Nerede durduğumuz okuduğumuz kitaba bağlı: bir tarafta iktidarın çizim teknikleri kitabı, diğer tarafta yeryüzünün oluş teknikleri kitabı.