8 Aralık 2011 Perşembe

YAMYAM OLMAK YA DA OLMAMAK



RAHMİ ÖĞDÜL

08 Aralık 2011

Yirminci yüzyılın başında Avrupa’da, sömürge ülkelerindeki yerli halkların ürettikleri primitif denilen sanata yönelik müthiş bir ilgi patlaması yaşanıyordu. Müzelerde, fuarlarda, galerilerde, antikacı dükkânlarında, sanatçıların atölyelerinde, her yerde bu egzotik nesnelere rastlamak mümkündü. Kendileri olmasa da sömürgeleştirilmiş halkların ürünleri merkezi işgal etmişlerdi adeta. Özellikle yeni çıkış yolları arayan avangard sanatçılar, burjuvaziye ve burjuva değerlerine bir tepkinin dışavurumu olarak sömürge halklarının sanatına yöneldiler ve sonuçta primitivizmle birlikte anılan dışavurumculuk gibi yeni sanat üslupları çıktı ortaya. Dışavurumculuk, kübizm, dada, sürrealizm gibi Batı’daki pek çok avangard hareketin içine sızan bu Batı-dışı kültürel eğilimler, kurumakta olan merkezi yeniden canlandıran yeni biçimler, metaforlar halinde Batı sanatında boy gösteriyorlardı.

Yamyam tabiri bir metafor olarak çok sık kullanılır olmuştu avangard çevrelerde. Francis Picabia’nın kaleme aldığı Yamyam Dada Manifestosu’nu (Manifeste cannibale dada) André Breton, 27 Mart 1920 akşamı Paris’teki Theatre de l’oeuvre’de düzenlenen büyük Dada suaresinde okumuştu. Batının tüm burjuva değerlerine saldıran dadacı bu manifesto, merkezin korkulu düşlerinden biri olan ve duyar duymaz Batılının tüylerini diken diken eden yamyam nitelemesini kullanması dışında, Afrikalı ve Latin Amerikalı yerlilere atfedilen yamyamlık ritüelleriyle ilgisi yoktur; yine Picabia, 1920 yılında Le Cannibale (Yamyam) adında dadacı bir dergi de çıkarmıştı.

Picabia’nın Yamyam Manifestosu’ndan tam sekiz yıl sonra, 1928’de Brezilyalı modernistlerden yazar Oswald de Andrade “Manifesto Antropofago” (Yamyam Manifestosu) başlığıyla bir metin yayınladı. Paris’te kaldığı sırada avangard çevrelerle ilişkiye geçmiş, Picabia’yla tanışmış ve manifestosundan da etkilenmişti De Andrade. Dolayısıyla Brezilya modernistlerin yamyamlığı bir metafor olarak benimsemelerinin kökleri, Batı’daki avangard hareketlere dayanıyor. Batılı avangardların bir şok etme yöntemi olarak yamyamlığı kullanmalarından farklı olarak De Andrade, Brezilya modern kimliğini dayandıracağı bir model olarak yamyamlığı öneriyordu manifestosunda. Büyük ölçüde Freud’un Totem ve Tabu’sunda geliştirdiği psikanalitik yorumların eşlik ettiği bu kimlik inşasında yamyamlığı kendi tarihi için bir kalkış noktası olarak benimsedi. Brezilya’nın yerli halkı olan Tupinamba’ların yamyamlık ritüellerini Brezilya’nın modern tarihinin bir başlangıcı olarak ele aldı. Shakespear’in “to be or not to be”sine gönderme yaparak, “Tupi or not Tupi” diye not düşmüştü manifestosuna. Yamyam olmak ya da olmamak arasında yaptığı tercihi yamyamlık lehine kullanmıştı.

Portekiz’in bölgeye gönderdiği ve söylendiğine göre Tupinamba yerlileri tarafından pişirilip yenilen Piskopos Sardinha’nın trajik öyküsünü ya da Freud’un söylediği gibi babanın oğulları tarafından öldürülüp yenmesi edimini Brezilya modern tarihinin başlangıcına yerleştiren De Andrade, manifestosunun yayımlanma tarihini bu takvime göre 374. yıl olarak belirlemişti. Her ne kadar sömürgeci karşıtı bir söylemi içinde barındırıyorsa da manifestonun asıl vurguladığı nokta, yabancı bir kültürde yararlı olan şeylerin yutulması ve özümsenmesiydi. Yabancı etkilerin kopya edilmediğinin, aksine ulusal bir kimlik yaratmak üzere sindirilip özümsendiğinin altı çiziliyordu. Tıpkı babalarını yiyen oğulların babalarının fiziksel ve tinsel özelliklerini içselleştirmeleri gibi, Brezilya halkı da başka kültürleri bünyesine katarak güçlendiğini söylüyordu De Andrade.

Yamyamlık metaforuyla oynayarak Brezilyalıların yabancı düşünceleri sindirip özümseme, kendilerine mal etme, bünyelerine katma yeteneğinde olduğunu ve bu yeteneğin bir halkı güçlendirdiğini ileri süren De Andrade’nin Yamyamlık Manifestosu Latin Amerika’nın sömürge tarihini tersine çevirmişti. Sömürgeleştirme ve baskı altında tutmak için Brezilya halkının sözde yamyamlığını bir gerekçe olarak kullananlara, çok modern, hatta postmodern bir kavramla, yamyamlıkla yanıt veriyordu. Haklı da.

Küreselleşmeyle birlikte kültürler arası, metinler arası karşılaşmaların giderek sıklaştığı bir çağda yabancı bedenleri bünyesine katan yamyamlarız hepimiz. Yamyam olmak ya da olmamak gibi bir tercihimiz yok gibi. Bünyemize neyin yararlı neyin zararlı olduğunu da akılda tutmamız gerekiyor tabi. İçimize aldığımız kimi bünyeler bizi kederlendirirken, kimileri de gücümüze güç katarak müthiş bir neşe duygusu yaratıyor bizde. İktidarların istediği kederli varlıklar olmak yerine kudretli yaratıklara dönüşebilmek için yediklerimize dikkat etmeliyiz. Hani derler ya, ne yersek oyuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder