28 Temmuz 2012 Cumartesi

ÇATILARDA FİLİZLENEN DÜŞLER

RAHMİ ÖĞDÜL

28.07.2012

Çatılarda başka bir dünyanın, çok farklı şekilde örgütlenmiş bir dünyanın düşleri kurulur, bu düşler ete kemiğe bürünür kimi zaman. Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin çatısında yer çekiminden kurtulan heykeltıraşlar düşlerinin, arzularının formlarını sergiliyorlar
Çatıları demir filizli yapılar, gökyüzüne doğru yükselen katların düşlerini kuruyor; peki çatıları heykelli yapılar neyin düşünü kuruyor? Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin çatısında düzenlenen heykel sergisi bir sergi alanı olarak çatıları gündeme getirirken, çatıların tarihini de yeniden düşünmemizi talep ediyor bizden.

Çatılar duyguların, arzuların filizlendiği mekânlar. Antik Yunan’da çatılardaki saksılara ektikleri marul tohumları filizlendikten sonra, bu filizleri kavurucu temmuz güneşi altında ölüme terk eden kadınların Adonia Şenlikleri’nden söz etmiştim eski yazılarımdan birinde. Filizler ölmeye başlayınca tanrı Adonis’e adanan şenlik başlıyordu çatılarda. Henüz ergenlik döneminde bir yaban domuzu tarafından marul tarlasında öldürüldüğü için marul filizlerinin ölümü Adonis’in ölümünü temsil ediyordu. Bir yas tutma ritüeli değildi bu, bir şenlikti; arzuları, istekleri kışkırtan, kadınların arzularını dillendirdikleri, yaşadıkları bir şenlik. Kadınlar karanlık çökünce çatılarda bir araya geliyor,  kışkırtıcı baharat kokuları eşliğinde, mum ışığının loş ortamında tensel ve sözel hazların yaşandığı geçici bir otonom mıntıka kuruluyorlardı kendi aralarında. Gün ışığı ve kamusal alan erkeklerin mekânıydı ve kadınlar yılın sadece birkaç gecesinde çatıları ve karanlığı kendi mekânlarına çeviriyorlar, gecenin karanlığında kadınların şen kahkahaları yükseliyordu. Klasik çağ uzmanı John Winkler Adonia şenliklerini “ezilenlerin kahkahası” olarak adlandırıyor. Yerin, eril mekânın toplumsal, ahlaki çekiminden kurtulan bedenler çatılarda varoluşun hafifliğini yaşıyorlar.

BİR ÇAĞIN KANAT ÇIRPIŞI
Kentin kenar mahallerinde çatılarda güvercin besleyenlere hâlâ rastlanıyor bugün. Kuşlarla birlikte göklerde kanat çırpanın keyfini yaşıyorlar, varoluşun hafifliğini. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabında iki kent görür kâhin: biri farelerin, diğeri kırlangıçların. Kâhin şöyle yorumlar kehaneti: “Marozia, en korkunç farelerin dişleri arasından dökülen artıkları birbirinin ağzından kapan fare sürüleri gibi, herkesin kurşun dehlizler boyunca koştuğu bir kent bugün; ama herkesin, kırlangıçlar gibi gergin kanatlarla döne döne gösteriler yaparak, havayı sivrisinek ve minik sineklerden temizleyip, bir oyundaymışçasına birbirine seslenerek göklerde uçacağı bir çağ başlamak üzere.”

Bir tarafta korkunç bir rekabetin, didişmenin hüküm sürdüğü kurşun dehlizler boyunca koşuşturan farelerin kenti, diğer tarafta gergin kanatlarıyla gökyüzünde oyunlar oynayan kırlangıçların kenti. Şenliklerinde de aynı mekânsal bölünmeye rastlıyoruz. Antik Yunan’da erkekler evin ‘andron’ denilen erkek mekânında düzenledikleri ‘symposiom’larda birbirleriyle rekabete girişerek kendi maharetlerini sergiliyorlardı. Tam bir rekabet, didişme ortamı oluşturuyordu erkek şenlikleri. Oysa kadınların çatılarda düzenledikleri şenliklerde rekabete rastlanmıyor, arzularını dillendiren kadınlar çatıları anonim bir dostluk mekânına dönüştürüyorlardı.

DÜŞLERİN, ARZULARIN MEKÂNI: ÇATI
Toplumsal katılaşmanın, katmanlaşmanın, katı aidiyetlerin mekânıdır yer. Çatı ise tüm toplumsal içerimleriyle yer çekiminden kurtulmanın, dile getirilmemiş düşlerin, arzuların mekânı. Çatılarda başka bir dünyanın, çok farklı şekilde örgütlenmiş bir dünyanın düşleri kurulur, bu düşler ete kemiğe bürünür kimi zaman. Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin çatısında yer çekiminden kurtulan heykeltıraşlar düşlerinin, arzularının formlarını sergiliyorlar. Plazalarla, iş kuleleriyle çevrili çatıda yer alan heykeller, çevre ile diyaloğa girerek yerden yükselen kulelerin yarattığı baskıyı minör hamlelerle çökertmeye çalışıyorlar adeta. Ayla Turan, “Tanımadığım Komşuma Mektup” adlı yapıtında doğrudan gökdelenlerin yarattığı gayri insani ortamı sorguluyor. Gülen Eren, “Balkon Sokak Yarısıdır” adlı heykelinde kurşun dehlizlerde koşuşturan, balkonsuz yaşamlara açık havanın oyunculuğunu hatırlatıyor. Birbiriyle heykeller üzerinden diyaloğa giren yirmi üç heykeltıraşlar çatıyı tıpkı Adonis şenliklerinde olduğu gibi bir dostluk ortamına dönüştürmüşler. Gergin düşünce kanatlarımızla kırlangıçlar gibi havada döne döne uçabileceğimiz, oyunlar onayabileceğimiz bir ortam sunuyor çatı bize.

***
Ayla Turan, Bahadır Çolak, Baran Çağınlı, Caner Şengünalp, Çayan Yılmaz, Derya Özparlak, Evren Erol, Ferit Yazıcı, Gülen Eren, Hakan Bakır, Hakan Çınar, Işık Özçelik, Kıymet Daştan, Malik Bulut, Mehmet Ayanoğlu, Meliha Sözeri, Nuray Sevindik, Serkan Yüksel, Sesil Beatris Kalaycıyan, Tanzer Arığ, Tuğberk Selçuk, Tuğçe Yücetürk, Y. Bahadır Yıldız’ın yapıtlarının yer aldığı “Teras Sergileri”, Proje 4L/ Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin Maslak’taki binasının terasında 18 Ağustos’a kadar izlenebilir.

22 Temmuz 2012 Pazar

HAYATI VE SANATI ALIKLAŞTIRMA OPERASYONU

RAHMİ ÖĞDÜL

19.07.2012

Alıklaştırma operasyonu tüm hızıyla sürüyor; demokratik haklarını sonuna kadar kullanmak isteyen kitle örgütlerinin söküldüğü, üyelerinin tutuklandığı sıkıntılı günler yaşıyoruz. Alıklaştırılmış bir toplum olduğumuzu söylediğinde Aziz Nesin’e gösterilen tepkinin ne denli yersiz olduğu giderek daha çok belirginleşiyor. Alık, aptal ya da budala sözcüklerinin Batı dillerindeki kökenine bakıldığında, Nesin’e hak vermemek mümkün değil. Christian Ruby’nin iletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Siyaset Felsefesine Giriş’ kitabında Yunan kent devletlerinde etliye sütlüye karışmayanları tanımlayan idiotes’ten söz ediyor ki daha sonra bu sözcük günümüzde alık, budala, aptal anlamına gelecek idiot sözcüğüne dönüşmüş. Kimdir idiotes? Bu soruyu Ruby kitabında şöyle yanıtlıyor: “Yunanlılar şehir işlerine karışmayan yalnız yurttaşa, başka bir deyişle başkalarına bir şey sunamayan ve iz bırakamayan, varoluşu yersiz, doğuştan sıfatı olmayan “yalıtık”, önemsiz bireye idiotes derler” (çev. Aziz Ufuk Kılıç). İnternetteki İncil (New Testament) sözlüğüne baktığımızda bu anlamın daha da genişlediğini görüyoruz: Hâkimin, yöneticinin, hükümdarın karşısında yer alan sıradan kişi. Akil adamların alıklaştırdığı bir toplumdan söz ediliyor tam da burada. Hayatımızı yönetecek tüm kararları elinde toplayan ve yurttaşları yalnızlaştıran, etliye sütlüye karışmayan yalıtık bireylere dönüştüren bir iktidar karşısında hepimiz alıklarız. Güçsüz, erksiz bırakılmış alıklar.

Gündelik hayatın akışını, toplumu ve bedenleri kontrol eden, yöneten ve yönlendiren yasaların, kararların bizlerin çok dışında, yukarılarda bir yerlerde inşa edildiği, etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmayan yalıtık bireyler olarak bizlerin ise bu yasalara körü körüne itaat ettiğimiz gerçeği göz önünde tutulursa, Yunanlıların idiotes dedikleri yalıtık bireyler, yalnız yurttaşlar sınıfında yer aldığımız gün gibi ortada. Kentin işlerine karışmadığımız, hayatımızı yöneten kararların alınmasına katılmadığımız sürece alık olduğumuzu kabul edelim. Üstelik çoğumuz sertifikalı ya da diplomalı alıklarız. İngilizcede su katılmamış salak anlamına gelen ‘certified idiot’ deyimi tam da yaşamın uzmanlık alanlarıyla parçalanmasını yansıtıyor; herkes kendi oyun alanında kendi kumunu eşelerken iktidar bir akil adam olarak hayatımızı yöneten yasaları el çabukluğuyla çıkarabiliyor.

Tepede hazırlanan, hazır-yapım formlardan oluşan bir hayatın içine kendimizi yerleştiriyoruz. Süpermarket raflarında sergilenen konserve hayatlardan hayat beğeniyoruz kendimize. Tam bir konserveci iktidar duruyor karşımızda. Hayatı tüm akışından koparan ve konserve kutularında muhafaza etmeye çalışan bir iktidar. Ne hayat ne de sanat muhafakârdır oysa. Hayat ve sanat zamanın ve mekânın kuvvetlerine göre durmadan yeni formlar yaratır. Sanatçı da yurttaş da sürekli müzakelerle yeni formların peşinde koşan biridir oysa. İster mevcut formları bozmaya çalışsın isterse de yeni formlar yaratsın hep formlarladır işi. Formlarla oynamamızı, yeni formlar yaratmamızı engellemek için hazır konserve kutularında sağlığa zararlı hayatları tüketmemizi istiyor bizden iktidar. Hayatın koşuşturması içinde akşam eve geldiğimizde ya bir konserve ya da TV’nin tuşunu açıyoruz, her ikisi de alıklaştırılmış bir yurttaşın gıdasını oluşturuyor.

Formlar sadece biçimsel kalıplar değillerdir, yapıldıkları dönemin tüm kültürel, toplumsal, düşünsel, ahlaki kuvvetlerinin izlerini taşırlar bünyelerinde. Geçmişin formlarını konserve kutular içinde gıda olarak önümüze koyuyor iktidar. Bünyelerinde taşıdıkları alıklaştırıcı etkilerle giderek daha fazla alıklaşmamızı istiyor anlaşılan. Bir tarafta hayatın kararlarını elinde tutan, formları belirleyen akil iktidar, diğer tarafta alıklar çokluğu.

12 Temmuz 2012 Perşembe

İŞTE O AN: PARABASİS ANI


RAHMİ ÖĞDÜL

12.07.2012

Maskelerimizi çıkarmanın zamanı gelmedi mi? Bize verilen rolü oynamaktan vazgeçmenin zamanı. Aristophanes’in komedilerinde koro üyeleri oyunun bir anında bir adım öne çıkar, maskelerini çıkarır ve izleyicilere aktör olarak değil yurttaş olarak seslenirlerdi. Bu ana parabasis deniliyor. Elimize tutuşturulan senaryoyu yırtıp atmanın, bize biçilen rollerden çıkmanın ve doğrudan bir yurttaş, bir evren sakini olarak konuşmanın zamanını, o parabasis anını yakabiliriz her an. Karşılıklı konuşmaya, basit ve insani bir söyleşiye kapı aralayan bir anı.

Giderek daha fazla kurmaca bir metnin içine gömüldüğümüzü ve iktidarın kendi imgelemine göre göre yazıp yönettiği bir oyunun içinde, istesek de istemesek de yer aldığımızı hissediyoruz. Gündelik hayatın koşuşturması sırasında rollerimizin kurmacasına öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi, oynadığımız karakterlerin üzerinde düşünecek vakit bile bulamıyoruz. Antik Yunan’da aktörlerin yüzlerine taktıkları, persona denilen maskelerimizi bir an olsun çıkarmak aklımızın ucundan bile geçmiyor. Kurmacanın rehavetine kapılıyoruz belki de. Düşünce yetimizi durmadan dumura uğratan iktidarın metnine sarılıyoruz tüm gücümüzle, çünkü kurmaca çok anlamlı geliyor bize. Aldous Huxley, ‘The Genius and The Goddes’ romanında “işlenmemiş haliyle varoluş her zaman birbirini izleyen baş belası bir şeydir” diye yazıyor. Romanın kahramanlarından biri “kurmacanın birliği var, biçemi var” diyerek, gerçekliğin biçimsizliğinden, düzensizliğinden yakınıyordu. Bu yüzden gerçeklik asla anlam yaratmıyor, anlam yaratacak kurmacalara sığınıyoruz ve iktidarın bizim adımıza düşünüp yazdığı ve yönettiği oyunda aktörler olarak rol almak işimize geliyor, kim bilir? Daha doğrusu gerçekliği işleyerek anlamlı hale getirecek zihinsel yetilerimiz, gücümüz iktidarın çok sayıdaki aracıyla öylesine tahrip edildi ki düşünmeden, kılık değiştirip hazır bir oyunun içine katılıveriyoruz. Oyunun dışına çıkıp gerçekliği hep birlikte, herkesin bir ucundan örmeye başladığı bir dantela gibi işleyerek hayatı başka türlü kurmak çok zor geliyor bize, aklımızın ucundan bile geçmiyor.

İktidar, davranışlarımızı, beden dilimizi, düşüncelerimizi yararlı olduğunu düşündüğü bir doğrultuda yönetmek, denetlemek ve yönlendirmek için bir pratikler, bilgiler, önlemler bütünüyle öylesine sarıp sarmaladı ki bizi bu bütünün içinden yakayı kurtarmak hiç de kolay bir iş gibi gözükmüyor. Hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz her teknik gelişim iktidarın oyununa daha fazla gömüyor bizi. Agamben, Foucault’nun ‘dispozitif’ kavramını tanımlarken bu bütünün nasıl da her yere sızdığını, her şeyi denetleyip yönlendirdiği anlatıyor: “Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların beden diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. Yani sadece hapishaneler, akıl hastaneleri, panoptikon, okullar, dinler, fabrikalar, disiplinler, yasal önlemler değil. Bunların iktidarla olan ilişkileri kendinden aşikâr. Fakat bunlardan başka gazetecilik, yazarlık, edebiyat, felsefe, ziraat, sigara, internette gezinme, bilgisayarlar, cep telefonları ve dahası belki dil bile var…” (Dispozitif Nedir?/Dost, çev. Ekin Dedeoğlu, Monokl).

Böylesine bir bütünün içinde gömülü olmak ve bize verilen her şeyi bir lütufmuş gibi kabul etmek. Oysa Herman Melvill’in kahramanı Bartleby’nin söylediği “yapmamayı tercih ederim” bir formül olarak duruyor önümüzde. Üzerimize bindirilen, Foucault’nun dispozitif olarak tanımladığı yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, modelleme, denetleme aygıtının hemen yanı başında kurucu bir dışarısı yaratmak için Bartleby’nin formülü işe yarayabilir. Yapmamayı ya da oynamamayı tercih ediyorum. İktidarın yasalarına, yazılı metnine katılmamayı tercih ediyorum, diyebiliriz. Burada, sözcüğü, daha sonra İncil’de aldığı anlamla birlikte büyük harflerle yazmak gerekiyor: PARABASİS, yani haddini aşmak, çizgiyi geçmek, yasalara karşı gelmek, günahkâr olmak. Aristophanes’in oyunlarında koro üyeleri rollerinden kurtulmak ve sıradan bir yurttaş gibi konuşmak için maskelerini çıkarıyor ve bir adım öne çıkıyor, yani çizgiyi aşıyorlardı. Kurmaca ile gerçek arasındaki bölünmenin ortadan kalktığı bu aralıkta tüm çıplaklığımızla yakalayabiliriz birbirimizi belki ve gerçekliği hep birlikte bir dantela gibi işleyebiliriz.

5 Temmuz 2012 Perşembe

YARALARIMIZ KİMLİĞİMİZDİR

RAHMİ ÖĞDÜL

05.TEMMUZ.2012

Hava sıcak, güneş ışınları derimizde görünmez yaralar açıyor, yağmur taneleri de toprakta. Canlıları, nesneleri, yani bedenleri kuşatan, içerisini dışarıdan ayıran çeperler, deriler sürekli dışarısının kuvvetlerine maruz kalıyor; doğa ara yüzeylerin, derilerin üzerine kendince yazılar yazıyor, derin yaralar açıyor.

Ana rahminden çıktığımızda derimiz lekesiz bir yüzeyi andırıyordu adeta. Parmak izi gibi doğuştan gelen izler dışında üzerinde hiçbir iz, çizik taşımayan parlak bir yüzey olarak atılmadık mı dünyaya? Yeryüzü yolculuğu sırasında tıpkı bir teknenin karinası gibi geçtiğimiz suların canlıları yapıştı üzerimize, çarpıştığımız tekneler yaralar açtı bünyemizde, oturduğumuz kayalıkların çizikleri bir bellek gibi kazındı derimize. Herkes kendi geçmişini bir arşiv gibi derisinde biriktirir. Deri yaşadıkça kıvrımlaşır, yaralar, izler çoğalır; yaşanmışlığın kıvrımlarında deneyimler tortulaşır.

Bir kılıf olarak yüzeyi kaplayan derideki bu çizikler, yaralar dünyaya açılmanın, dünyada olmanın göstergeleridir. Henüz kurumamış, kabuk bağlamamış taze yaralardan, çatlaklardan içeri sızar dünya ya da dünyaya sızar içerisi. Kabuğu, kılıfı parçalamak acı dolu bir deneyimdir, bir yılanın deri değiştirmesi gibi, yaralarımızla durmadan değiştiririz derimizi; yeni yaralarla arşivimizi güncelleriz durmadan. Yaralar yaşanmışlığımızdır, kimliğimizdir, üstelik parmak izinden çok daha gerçek bir kimlik. Parmak izi biz istesek de istemesek de kadim geçmişin genetik yükünü yükler omuzlarımıza; değiştiremeyeceğimiz ve taşımak zorunda olduğumuz bir yük. Oysa biz yaşarken, yeryüzü yolculuğumuz sırasında dış kuvvetlerin yarattığı ya da dövme, piercing, dağlama gibi kendi isteğimizle derimizde açtığımız yaralarla durmadan inşa edilir kimliğimiz. Kirli bir yüzey olarak deri giderek daha fazla kire bulaşır, artık bize yüklenen ve durmadan kökenlere gönderme yapan parmak izinin esamisi okunmaz burada. Derimiz her türlü kökenin, derinliğin kaybolduğu bir yüzeye dönüşür. Kökenlere, köklere gönderme yapan parmak izinin ağacı kökünden sökülür ve derideki yaralar yatay bir düzlemde birbirilerine ve başka bedenlerin yaralarına bağlanarak devasa bir rizom-beden ya da rizom-bellek oluşturur. Herkes yaralıdır çünkü.

‘Bağbozumları’ kitabında söz etmiştik, Fransız Devrimi sırasında örgütlenmeye çalışan terzi kalfalarından. Örgütlenmek için Louvre’un karşısındaki çimenlikte bir araya gelecektir kalfalar. O zamanlar matbu bir kimlik kartı olmadığına göre nasıl tanıyacaklardır birbirlerini? Aralarına ajan sızmasını önlemek, terzi kimliklerini kanıtlamak için iğnelerle delik deşik olmuş parmak uçlarını gösterirler birbirlerine. Çimenlikteki ayrık otları gibi terzi kalfalarını da birbirine yaraları bağlar, yaralarıyla örgütlenirler.

Oysa iktidar, parmak izi ya da avuç içindeki izler gibi doğuştan gelen ve sürekli kökenlere gönderme yapan sabit göstergeler üzerinden sınıflandırmaya çalışıyor bizleri. Geçmişimizin ve geleceğimiz kazındığını düşündüğü sabit beden işaretlerinden falımıza bakıyor. 1 Temmuz'dan itibaren özel hastanelerde ve üniversite hastanelerinde avuç içi yöntemi ile kimlik doğrulaması yapılacağına dair haberler yer aldı basında. İktidar bir taraftan kökenlere işaret eden sabit göstergelere tutunmaya çalışırken, öte yandan bizi birbirimize, kente, doğaya bağlayan yaraları silmeye, bedenlerin belleğini yıkmaya çabalıyor. Bedensel ve kentsel dönüşüm projeleriyle, bedenleri birbirine bağlayan ve deneyimlerin tortulaştığı yaraların kıvrımlarını düzleştirmek için estetik operasyonlara girişiyor. Yarasız ve belleksiz parlak yüzeyler yaratma girişimi. Yaşamak yaralanmaktır halbuki.

Belçikalı sanatçı Berlinde de Bruyckere’nin “Yara” başlığını taşıyan Arter’deki sergisinden çıktığımda bir kez daha yaralandığımı hissettim oysa. Üstelik bu yara yazısını yazacak kadar yaralamıştı sergi beni. Katalog yazısını kaleme alan Selen Ansen “yara motifiyle cisimleştirilen ve simgeleştirilen açıklık”tan söz ediyor: “Bu açıklık, kabukların opaklığını bozan ve içi dışa taşırarak biçimlerin ortaya çıkışını sağlayan bir hareket.” Parmak ya da avuç içi izlerinin sabit göstergeleri değil, yaralarımız birbirine bağlıyor bizleri; yeni biçimler, örgütlenmeler bu yaralardan çıkıyor yüzeye. ‘Kimlikler’ diye sorulduğunda, yaralarımızı gösterelim.

Not: Berlinde De Bruyckere’nin “Yara” başlığını taşıyan sergisi, 26 Ağustos’a kadar İstiklal Caddesi Arter’de izlenebilir.