17 Ağustos 2012 Cuma

ÖZNELERİN VE NESNELERİN KABUKLARI ERİYEBİLİR

RAHMİ ÖĞDÜL

16.08.2012

Belirli özler ve kimlikler yüklediğimiz katı nesneler dünyasında yaşıyoruz. Bu katı nesnelerin sınırlarının eridiği ve tamamen akışkan bir ortamın içinde gözden yittiklerini deneyimlersek ne olur? Kendimizi bir tür ilksel kaos ortamı içinde bulacağımızdan hiç kuşku yok, tüm kozmogonik mitolojilerin evren öncesine yerleştirdikleri, henüz hiçbir nesnenin ortaya çıkmadığı, düzen-öncesi bir durumda. Belki de Maleviç’in siyah karesi gibi bir durumu deneyimleriz, kim bilir? “Benim sergilediğim boş bir kare değil, objektifliğin olmaması duygusudur” diye yazdığında Maleviç, nesne ve kavramın yerini duygunun aldığı, irade ve düşünce dünyasının sahteleştiği bir durumu anlatmak istiyordu. Artık bilincin yarattığı kavramların böyle bir durumda tüm değerlerini yitireceklerinden söz ediyor Maleviç; tanıdık nesnelerle birlikte bildiğimiz tüm kavramların çölün karanlığında gözden yittikleri bu kaos halini yaşayan yalnızca Maleviç değildi tabii. Neredeyse yeryüzünün tüm mistikleri çokluk dünyası içinde birliği duyumsamak için benzer bir tinsel deneyimi yaşamışlardır. Maleviç’in siyah karesi de böyle bir deneyim sonucu ortaya çıkmış olabilir pekâlâ.

Toshihiko Isutzu ‘İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler’ (Anka Yayınları, 2001) adlı kitabında Taoculuk, Budizm ve İslam mistisizmi arasındaki benzer deneyimleri tanımlarken mistiklerin yaşadığı ve sufiler arasında “fena ve beka” olarak adlandırılan deneyimden söz eder. Yok olmanın, ben bilincinin tamamen yok olmasının deneyimlendiği bu tinsel evrede, özne-nesne ayrımının, katı sınırlarla birbirinden ayrılan nesneler dünyasının tamamen kaybolduğunu deneyimler sûfi. Çokluk dünyası tamamen ortadan kalkmış ve ilksel bir kaosun karanlığı içinde tüm nesneler ve özneler erimişlerdir. Artık burada ne nesneler ne de kavramlar vardır, sadece saf duygu. Figürlerden arınmış ve Maleviç’in siyah karesinde doruğa ulaşmış objektif olmayan sanatı andırıyor bu evre.

Ancak sufi bu evrede kalmıyor, beka olarak tabir edilen bir sonraki evrede tekrar nesneler dünyasına döndüğünde artık nesneler katı sınırlarıyla görünmezler sufinin gözüne. Kaosun karanlığı içinden nesneler tekrar tek tek yüzeye çıkarken, sufi bu nesnelerin birbirine bağlandığını, kabuklarının kırılgan olduğunu bilir. Nesnelerin bir içkinlik düzleminde oluş hali yaşadıklarını duyumsar. Nesnelerin katı sınırları, sabit işlevleri ve konumları olduğu bilgisi artık sufi için geçerli değildir. Figürden değil de figüral’den söz edebiliriz belki de bu evrede.

Lyotard figüral’i, harf ya da form ile çizgi arasındaki ayrımı aşındıran bir kuvvet olarak tanımlıyordu: “Harf kapalı, sabit bir çizgidir; çizgi ise kapatılmış harfin açılışıdır. Harfi açın, imgeyi, olayı, büyüyü bulursunuz. Çizgiyi kapatın, amblemi, sembolü ve harfi bulacaksınız.” Kuvvet çizgilerinin akışından oluşan bir evrende durmadan çizgileri akıştan kopararak, kapatarak kendimize sabit formlar, semboller yaratıyoruz. Yeryüzü yeniden olaylı, büyülü hale getirmek için yarattığımız bu sabit biçimlerin çizgisini kırmak, açmak gerekiyor galiba. Sufinin yeryüzüne geri döndükten sonraki her şeyi bir içkinlik düzleminde hareket ederken görmesine benzer bir duyumsamaya ihtiyacımız var. Form ile çizgi arasında ayrımı aşındıran figüral, nesnenin biçim ile biçimsizlik arasındaki geçişini bize sanat düzleminde duyumsatıyor.

Francis Bacon üzerine kitabında Deleuze açısından da figüral, figüratifin biçimini bozandır. Figüratif, temsil ettiği nesneyle anlatısal ve tasvir edici bir ilişki içerisinde yer alırken, figür bu temsil öğelerinden yalıtılarak özgür bırakıldığında figürale ulaşıyor. Figüral saf soyutlama olmadığı için bir kalkış noktası olarak hâlâ figürü içeriyor; figür yersiz yurtsuzlaştırıldığında, yani göçebeleştiğinde, temsilin kendi üzerine kapanmış çizgilerini kırdığında, kendini oluş kuvvetlerine bıraktığında figüral çıkıyor ortaya (Francis Bacon, Duyumsamanın Mantığı, Norgunk).

“Sanatta, müzikte olduğu gibi resimde de, söz konusu olan biçimleri yeniden üretmek veya icat etmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir” diye yazıyordu Deleuze kitabında. Görünür olmayan kuvvetleri görünür kılmaya çalışan sanat, kaosun tüm olasılıkları bağrında taşıyan esintisini duyumsatıyor bize. Yerleşik özneler ve nesnelerden oluşan bir düzende bir kırılma yaşamak için tüm kabukların eriyebileceğini duyumsamamız yeterli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder