31 Ocak 2013 Perşembe

ALINTILARDAN KURTULMA ÇABASI

RAHMİ ÖĞDÜL

31.01.2013

İnsanın yaşamı bir örgüdür. Biriktirdiği nesneler, okuduğu metinler, maruz kaldığı imgeler, kurduğu ilişkilerle örülmüş devasa bir örgü. Taşınma nedeniyle, yıllardır özenle ördüğüm bu örgünün bir kısmını, atmaya kıyamayıp köşelere sıkıştırdığım onca şeyi çöp poşetlerinin içine dolduruyorum birkaç gündür. Taşınırken saklandıkları yerlerden çıkan küçük nesneler, kâğıtların üzerine karalanmış notlar, brojürler, dergiler, yeni bir mekâna göre kurmaya çalıştığım kurmaca kişiliğimin dağılmasına yol açıyor, bir an önce kurtulmalıyım bunlardan. Evin iç yüzeyinde görece bir düzen kurmaya çalışırken bir türlü sınıflandırıp ait oldukları yerlere yerleştiremediğimiz küçük parçalar, kuytu köşelerde fırsatını kollayan kaos kaynakları. Yaşamımı oluşturan, başka bedenlere, metinlere ait bir sürü alıntı. Alıntılarla kuruyoruz yaşamlarımızı tıpkı bir metin gibi. Alıntılardan arınarak, çoklu ve parçalı kişiliğimi bütünlüklü hale getirmeliyim yeniden.

GEÇMİŞİN VE ŞİMDİNİN YÜKÜ
Alıntılardan kurtulmak mümkün mü? Roland Barthes “Metin Kuramı” başlık yazısında her metnin başka metinlere ait örtülü veya açık alıntılardan oluştuğunu söylüyor: “Her metin bir metinlerarasıdır; onda farklı düzeylerde az çok tanınabilecek biçimler altında öteki metinler yer alır: daha önce edinilen kültürden gelen metinler ile etrafımızdaki kültürden gelen metinler. Her metin eski alıntıların yeni bir örgüsüdür.” Geçmişin ve şimdinin yükünden kurtulup saf bir metin kurmanın mümkün olmadığını söylüyor Barthes. Kimlik siyasetini ırkçılığa vardıran, saf metnin peşinden koşan politikacılarımızın çabalarının boşa olduğunu biliyoruz. Tıpkı bir metin gibi her beden başka kültürel metinlere ait geçmişin ve şimdinin alıntılarını taşıyor bünyesinde. Uluslaşma sürecinde yeni bir mekân ve zaman anlayışına göre kurulan kurmaca benlikler ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, başka metinlere ait alıntılardan bir türlü kurtulamıyorlar. Yüzeylerindeki pürüzleri, lekeleri ne kadar temizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar, alıntılardan arınmış, pürüzsüz, bembeyaz bir benlik kuramayacaklar. Kuytu köşelere, derimizin kıvrımlarına saklanmış alıntılar, iktidarların, otoriter yaklaşımların kurmaya çalıştıkları bütünlüklü bedeni kaosa sürüklüyor her seferinde. Alıntılardan kurtulmak mümkün değil, başka bedenlerin parçalarıyla örüyoruz yaşamlarımızı.

İNSANLIĞI BİRLEŞTİREN YAMYAMLIK
8 Aralık 2011’de BirGün’de yayınlanan “Yamyam olmak ya da olmamak” başlığını taşıyan yazımda bahsettiğim Brezilyalı Oswald de Andrade’nin 1928 tarihli “Yamyam Manifestosu”, Kocaeli’nde yayın hayatına başlayan Kült Neşriyat tarafından Türkçeye kazandırıldı (çev. Halil Duranay). Ne diyordu de Andrade, Brezilya’nın yamyamlıkla suçlanan yerli halkı Tupinambalara gönderme yaparak: “Tupi or not Tupi, that is the question.” Brezilya’nın modern kimliğini yamyamlığa dayandıran yazarımız insanlığı birleştirecek bir etkinlik olarak görüyor yamyamlığı: “Toplumsal olarak – Ekonomik olarak – Felsefi olarak: Yamyamlık bizi biraraya getirecek yegane ortaklıktır.” Portekiz’in bölgeye gönderdiği Piskopos Sardinha’yı pişirip yiyen Tupinambalar gibi yazarımız da Shakespear’i parçalayıp mideye indiriyor.

YAMYAM OLMAK YA DA OLMAMAK!
Oldukça kısa olan bu metinde de Andrade yamyamlık metaforuyla oynayarak başka kültürlere ait metinleri, alıntıları yiyerek güçlenen bir bedenden ya da kültürden söz ediyor. Karşılaşmaların arttığı küreselleşme çağında yabancı bedenleri, metinleri, nesneleri bünyelerine katan yamyamlarız hepimiz. Shakespear’in olmak ya da olmamak arasında yaptığı tercihi, de Andrade yamyam olmak ya da olmamak arasında yapıyor ve tercihini yamyamlıktan yana kullanıyordu. Alıntılardan arınmış saf metinler gibi saf bedenlerin de hayalini kurmak boşuna. Sanatçı İsmet Doğan’ın birbirini ısıran bedenleri gösteren işlerindeki gibi durmadan alıntılar yapıyoruz başka bedenlerden.

24 Ocak 2013 Perşembe

YERYÜZÜNE DÜŞEN SANAT

RAHMİ ÖĞDÜL

24.01.2013

Sanat yapıtı, cennete, öte dünyaya ait olan, tıpkı azizlerin başlarının üzerinde taşıdığı gibi çerçevesinin etrafında taşıdığı aurasını yitirmiş ve tamamen dünyevi olmuştur. Öte dünyalığından arınıp dünyevi olan her şey gibi sanat yapıtı da toplumsal olanın, piyasa koşullarının işaretlerini taşır bünyesinde. Agamben, 16. yüzyılın önemli figürlerinden olan Paracelsus’a atfen, “Adem cennette iken kesinlikle işaretlenmemişti” diye yazar. Doğaya, yeryüzüne düşen herşey işaretlenir. Dolayısıyla işaretleri okuma biliminin, her türlü bilgi gibi günahın sonucu olduğunu da ekliyor Agamben (Şeylerin İşareti, Yöntem Üzerine, çev. Betül Parlak, Monokl Yayınları). Sanat yapıtı da bu dünyanın işleriyle kirlenirken, hepimiz gibi gırtlağına kadar günaha batmıştır.

İÇERİYİ BİLDİRMEYEN DIŞSAL HİÇBİR ŞEY YOKTUR

Paracelsus’un De natura rerum (Şeylerin Doğası üzerine) kitabına göre, herşey kendi görünmez niteliklerini görünür kılan ve ortaya çıkaran bir gösterge taşır. Çünkü doğa o şeyde bulunanı işaretlemeden kendisinden hiçbir şeyin çıkmasına izin vermez. İçeridekini bildirmeyen dışsal hiçbir şey yoktur Paracelsus’a göre. Ve insan, her şeyde işaretlenmiş olanı, göstergeler sayesinde bilebilir. Yeryüzüne düşen her şey bedeninde taşıdığı işaretlerle içinde taşıdığını yansıtmakla kalmıyor artık, başka şeylere, başka bedenlere de yöneltiyor bizleri.

“Bizim odadaki ok belirli bir yeri işaret etmiyordu, bu apaçık ortadaydı, dolayısıyla onu kafamızın içinde duvarın ötesine uzatmamız, koridordaki bir şeylerle ilgili olup olmadığını araştırmamız, orada bir şey bulamazsak, bahçeye kadar uzatmamız gerekiyordu.” Gombrowics’in “Kosmos” adlı romanındaki kahramanları işaretlerin arkasındaki düşünceyi ve bu düşüncenin kime ait olduğunu bulmak için işaretleri izlerler kitap boyunca ve bu işaretler onları kapalı kapıların dışına gönderir (Çev. Aykut Derman, Can Yayınları). Dünyevileşen sanat yapıtını da kapalı bir odanın içinde yorumlamak artık bir işe yaramıyor. Bir beden olarak sanat yapıtını oluşturan kuvvet çizgileri bizi dışarı atıyor durmadan. Gombrowics’in romanındaki gibi oklar duvarların ötesine işaret ediyor. Koridorlarlarda dolaşmamızı, odalara girip çıkmamızı, olmazsa açık havada koşuşturmamızı talep ediyorlar bizden.

DÜŞÜNCENİN İZİNİ TAKİP ETMEYEN SANAT YOKTUR

“Bir beden herhangi bir şey olabilir: bir hayvan, bir sesler kümesi, bir zihin ya da bir fikir olabilir; dil bilimsel bir külliyat, bir kitle, bir kolektivite olabilir” diye yazıyordu Deleuze, Spinoza üzerine kitabında. Spinozacı bakışa göre bir sanat yapıtını da bir beden olarak düşünebiliriz. Sanatı, birbirleriyle gerilim ilişkisinde bulunan kuvvetler olarak, bir kuvvetler yumağı olarak tanımladığımızda, bu kuvvetlerin niceliğinden daha çok niteliğine bakmamız gerekiyor. Bizi erklendirecek, gücümüze güç katacak duygulanımlara yol açan aktif kuvvetler var bir tarafta; öte yanda ise bizleri güçsüzleştiren, kederli düşüncelerle başbaşa bırakan reaktif kuvvetler. Hangi kuvvet? diye sorabiliriz, tıpkı Gombrowics’in roman kahramanlarının sorduğu gibi. Gombrowics’in romanında okların, vektörlerin izini süren kahramanlar, tıpkı bir sözcük oyununda harflerin teker teker ortaya çıkıp bir sözcük oluşturması gibi anlamın peşinden koşarlar. “İyi, güzel de hangi sözcüğü? diye sorarlar. “Evet, bütün bunlar kafamızda bir düşüncenin uyanmasına yönelik gibiydi… belirli bir düşüncenin… ama hangi düşünce?” Bir kuvvet çizgisi olarak kendini sanat yapıtına sokan düşüncenin arkasında mutlaka biri olmalı.

Yeryüzünün pis işleriyle kirlenmiş sanatçılar ve sanat yazarları bu kuvvetlerin arkasındaki düşünceyi sorgulamalı öncelikle. Bir beden olarak sanat yapıtı, birbiriyle çatışan kuvvetlerden oluşmuş bir kuvvetler yumağıysa, kuvvet vektörlerinin işaret ettiği düşüncenin izini sürmeden, sanat hakkında konuşmak artık boş lakırdıdan öteye geçmiyor.

Not: Bu cumartesi (26 Ocak 2013), saat 15.00’de, Tophane Galeri Mixer’de, son günlerde sanat eleştirisi ve eleştirmenin değişen rolü etrafında dolanan tartışmaları daha da dolandırmak için Ayşegül Sönmez, Ali Şimşek ve benim katıldığım , “Sanatın Eleştirisi, Eleştirinin Sanatı” başlıklı bir söyleşi düzenlenecek. Bekleriz.

17 Ocak 2013 Perşembe

TAŞA SAPLI SÖZ



RAHMİ ÖĞDÜL

17.01.2013

Simgelerin herkes için tek ve sabit bir anlam taşıdığı dönemleri çoktan geride bıraktık. 17. yüzyıl barok sanatının tavan resimlerine baktığımızda mitolojik simgelerin iktidar figürleri lehine alegorik olarak kullanıldığını görüyoruz. Alegori mitin tam karşıtıdır. Simgenin taşıdığı kapalı, tutarlı anlamları bozarak, bakan kişiye göre değişen bir anlam çokluğu yaratır. Merkezi bir anlam etrafında düşünceyi örgütleme çabasının ürünleri olan simgeler, günümüzde de durmadan bakan kişiye göre biçim ve anlam değiştiriyor. Sanatçı Ceylan Öztürk “Görme Bozukluğu” isimli işinde sembollerin nasıl da durmadan anlam değiştirdiğini gösteriyor bize. Üstelik bir simge tam karşıtına dönüşebiliyor. Göz doktorlarının muayenehanelerinde duvarda asılı duran, görme bozukluğunu tespit etmekte kullandıkları levhanın bir benzerini üretmiş sanatçı. Bu levhada barış simgesi, sonunda savaşı simgeleyen bir füzeye dönüşüyor. Boşuna gözünüzün ayarıyla oynamayın. Görme bozukluğunun artık tüm topluma yayıldığı, tek bir anlam doğrultusunda bir topluluk oluşturmak üzere tasarlanmış simgelerin durmadan biçim değiştirerek anlamlarını çoğalttığı ve topluluk olmanın neredeyse imkânsızlaştığı bir çağda yaşıyoruz.

BİR LABİRENTİN İÇİNE HAPSOLMAK

Simgeler üzerinden ortak bir şeyler paylaşan bireyler, simgelerin parçalanmasıyla birlikte anlamların dallanıp budaklandığı bir labirentin içinde buldular kendilerini. Sosyal medyanın kanallları bu labirentten çıkmanın yollarını arayan bireylerin çığlıklarıyla dolup taşıyor. Sözün gücüne inansalar da bir türlü söze dönüşemeyen, çığlıktan öteye geçemeyen sesler çıkarabiliyorlar sadece. Labirentin kıvrımlarında kaybolan, yolunu bulmaya çalışan bireylerin söz söylebilmeleri için karşılaşmaları gerekiyor önce. Hayatın içinde birbirleriyle etkileşime geçerek üretecekleri düşünceler söze dönüşebilir ancak.

Önce söz vardı diyor kutsal kitaplar. Tanrısal söze değil, fazlasıyla insani bir söze ihtiyacımız var. Anlaşabilmek, birlikte labirentten bir çıkış yolu bulabilmek için önce söze ihtiyacımız olduğunu hissedebiliyoruz. Sanatçı Ceylan Öztürk, Tophane’deki Daire Sanat’ta yer alan “Gördüm” başlığını taşıyan sergisindeki bir diğer işinde sözü taşa saplamış. “Excalibur” adını taşıyan işinde efsanevi Britanya kralı Arthur’un taşa saplı kudretli kılıcına gönderme yapıyor. Robert de Boron’un Merlin adlı şiirinde “Sword in the Stone” (Taştaki Kılıç) olarak geçen bu kudretli kılıcı saplandığı taştan çekip çıkaran Kral Arthur erkini yeniden kazanır. Labirentin kıvrımlarında kaybolmuş bireylerin yollarını bulmaları ve yeniden erklenmeleri, taşa saplı sözü, saplandığı yerden çekip çıkarmalarına bağlı.

UZUN BİR KİTABIN SAYFALARINA SAPLANIYORUZ

Söz, kolektif bilincin ürettiği kitaplarda, taş yazıtlarda saplı olarak duruyor. Sanatçı serginin kavramını da uzun bir kitabın sayfalarına saplamış, tıpkı Arthur’un kılıcı gibi: “Praksis kuram ve eylemin bir bütünüdür. Praksis amaç ile sonucun bir arada hareket etmesidir. Praksis düşünce ile hareketin bütünlüğüdür. Praksis kuram ve eylemin ayrılığı değil, birlikteliğinin hareketidir. Praksis farkında olunanın değiştirilmesidir.” Labirentin farkına varmak, karşılaşmalar ve eylemlerle bize dayatılan labirenti yıkmak ve yeniden insanca bir düzen kurmak, sözün hayatın içinde yolculuğuna bağlı. Sözleri saplandıkları yerden çıkarıp, hayatın içinde hep birlikte yeniden yoğururken, söz ile gerçek arasındaki yarılmanın iptal edileceğini Marx’ın meşhur sözü hatırlatıyor bize: "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir."

Not: Ceylan Öztürk’ün “Gördüm” başlığını taşıyan sergisi Tophane’deki Daire Sanat’ta görülebilir.

10 Ocak 2013 Perşembe

KÖPEĞİN SALYASINI RESMETMEK

RAHMİ ÖĞDÜL

10.01.2013

Her seferinde bir ayaklanmaya ya da istilaya hazırlanır gibi hazırlanıyor otoriteler: Kente kar yağacak. Kent, dışarıdan dayatılan, zorlama bir düzenin sürdürüldüğü alan; Babanın yasasının geçerli olduğu logosun alanı. Doğa dipsiz bir mağara gibi içinde barındırdığı kaotik kuvvetleri kente boca etmek üzere kuytuda bekliyor. Zorlama düzeni, Babanın yasasını alt üst ederek kent yaşamını kaosa sürükleyecek…


Karanlık ve dipsiz mağarayı terk edip logosun alanına geçeli çok oldu. Ama tüm sınırları ihlal eden, formları bozan doğa hâlâ orada ve içimizde bir yerlerde bir pundunu kolluyor. Platon’un mağara meselindeki gibi yanılsamalar dünyası olarak düşündüğümüz karanlık mağaranın dışına çıkınca aklın kör edici ışığıyla formların sonsuz, yüce ve bozulmayan dünyasına adım attık. Mutlak formlar dünyası kurduk kendimize. Dölyatağını andıran mağaradan çıkış yeniden doğum gibiydi bizim için. Logosa doğru yapacağımız büyük yolculuğun başlangıcı. Oluşun, değişimin dişil dünyasından sabit formların eril dünyasına geçiverdik birden. Ayrıldığımız dipsiz kuyuyu, yeryüzünü, dişiliğe ait bir alan olarak aşağıladık durmadan. Ve tüm dişiliğiyle doğa eril akıl düzenini, formlar dünyasını, zorlama düzeni tehdit ediyor. Kar yağıyor dışarıda. Kaosun sessizce biçimlendirdiği kar taneleri düşüyor yere.

İ.Ö. dördüncü yüzyılda yaşamış Sinoplu Diogenes de bir doğal felaket gibi davranıyordu Atina’nın agorasında. Kentin kurmaca ahlakına, gelenek göreneklerine, formlar dünyasına aykırı davranırken doğal olduğunu iddia ettiği bir eylemi gerekleştirerek, kamusal alanda tüm dikkatleri üzerine çekiyordu. Dikkat çekmezlik ilkesini bozarak kendi sözünü söyleyeceğini biliyordu çünkü. Önce agorada, kişinin hayatını nasıl yaşaması gerektiğine dair nutuk atmaya çalışmış, kimse dinlemeyince ıslık çalmaya başlamıştı. Bunun üzerine etrafında toplanan insanları, felsefi öğüde ilgi göstermezken, ıslık çalan birinin anlamsız gürültüsüne ilgi gösterdikleri için azarlamıştı. Gelenek göreneklere hiç aldırmayan bu adamı Atinalılar bir baş belası olarak görse de doğrudan eylemleriyle kendi yaşam felsefesini teşhir etmekten hiç vazgeçmedi. Zaman zaman agorada, herkesin ortasında mastürbasyon yapıyordu. Atinalıların eleştirisine, “keşke insan açlığını da göbeğini ovarak bu kadar kolay giderebilseydi” yanıtını verdiği biliniyor. Kendi kendine yeterlilik felsefesini, bir doğal felaket gibi algılanan doğrudan eylemleriyle yayıyordu. Diogenes’in müritleri, Kinikler, adlarını köpekten aldılar. Köpek gibi katıksız bir utanmazlık hali, insan olarak iyi bir hayat yaşamanın ayırt edici özelliği olan kendine yeterliliğe giden yegâne doğru yoldu Kinikler için.

Doğaya uygun, doğal bir felaket gibi yaşamak toplumun ritüelleşmiş davranış formlarını bozuyor; antik dönemde bir köpeğin ağzından çıkan köpüklerin görüntüsünü yapıtına bir türlü yansıtmayı beceremeyen sanatçı da bir doğal felaket gibi davranmayı yeğlemişti sonunda. Bir türlü istediği formu veremediği, temsil etmeyi beceremediği bu biçimsiz sıvıyı, resmine bir sünger fırlatarak elde etmişti. Köğeğin salyası ve Diogenes’in bedeninden agoraya yayılan sıvılar; bir türlü forma sokmayı becemediğimiz doğanın akışkan, iğrenç sıvıları. Kristeva’nın iğrenç (abjection) olana atfettiği özellikler geliyor aklıma: iğrenç sınırda olan ve sınırlara saygı göstermeyendir. Ne o, ne budur. Karar verilemez olandır; kimliği tehdit eder, ne iyi ne de kötüdür, ne özne ne de nesnedir.

Doğanın bedeninden sızan iğrenç akıntılar, kent ile doğa, akıl ile beden, özne ile nesne, içerisi ile dışarısı arasında çizdiğimiz sabit sınırları, zorlama düzenleri, Babanın yasasını tehdit ediyor her seferinde. Bütünlüklü, hijyenik olarak tahayyül ettiğimiz temiz bedenlerimizin bu akıntılarla, sızıntılarla tehdit edildiğini, inşa ettiğimiz simgesel düzenlerin, formların, anlamların çökertildiğini görüyoruz. Dışarıda kar yağıyor ve logosun dünyasında çocuksu bir sevinçle, birbirine hiç benzemeyen kar tanelerinden eril düzenin formlarını üretmeye çalışıyor, kardan adamlar yapabiliyoruz hâlâ.



3 Ocak 2013 Perşembe

VE İKTİDAR GENÇLİĞİ YARATTI


RAHMİ ÖĞDÜL

03.01.2013

İktidar zihninde tasarladığı ve yaratmaya koyulduğu gençliği açıkladı geçen hafta. Eğitimde yaptığı düzenlemelerle böyle bir gençlik yaratmaya çalıştığını zaten biliyorduk, şimdi daha cüretli söylüyor bunu. İmanlı (yani, imam hatipli), elinde bilgisayarlı bir gençlik tanımını, özellikle ODTÜlü öğrencilerin alternatifi olarak sunuyor. Kendisini kutsala yaslayarak sorgulanamaz, eleştirilemez bir etkinlik alanı açmaya koyulan iktidarın kendi imgesine göre ve bu imgenin bir entegre devresi gibi tasarladığı bir gençlik. İktidarın komutlarına sorgusuz sualsiz boyun eğen, teknoloji tanrısına koşulsuz teslim olmuş bir gençlik. Öte yandan, düşünen, eleştiren, yeri geldiğinde protesto eden ve dolayısıyla iktidara entegre olmak istemeyen gençliği ise bir kargaşa, kaos kaynağı olarak görmesi bizi şaşırtmıyor. Faşizmlerin olmazsa olmaz düşüncesi.  Böyle bir gençlik imgesini tasarlamamış olsaydı çok şaşırırdık doğrusu.
İlk sayısı 7 Mayıs 1848’de yayınlanan ve Nazi Almanya’sında da yayımlanmayı sürdüren Kladderadatsch adlı bir mizah dergisinde 1933 yılında bir karikatür yayımlandı; bu karikatür tüm zamanlarda iktidar ile gençlik, iktidar ile kitle arasındaki ilişkiyi açıkça gösteriyor bize, aynı zamanda faşizmin hayata ve sanata bakışını da. Hitler, fizyonomisinden bir yahudi olduğu belli olan bir heykeltıraşın atölyesini ziyaret eder. Heykeltıraşın önünde birbirleriyle çatışan, kargaşa halindeki figürlerin betimlendiği kilden bir heykel taslağı durmaktadır. Kargaşa halindeki kilden kitleyi yumruğuyla ezen Hitler, kendi elleriyle tek bir beden halinde yeniden biçimlendirir bu kitleyi. Ya da bu sahneyi günümüze aktarırsak, iktidar bir üniversiteyi ziyaret eder, üniversite hocalarının tek bir beden halinde biçimlendirmeyi beceremediği, kargaşa halindeki öğrenci kitlesini ezer ve çok geçmeden kendi gençlik imgesinin tanımını verir bize.

Hiç metafora başvurmadan karikatürü düz okuduğumuzda da sanatçılara ve sanat yapıtlarına verdiği tepkinin Hitler’in estetik anlayışını aratmadığını görüyoruz. Ucubelikle suçladığı yapıtları yumruğuyla eziveriyor hemen ve ardından bir heykeltıraş edasıyla kollarını sıvayıp, kendi sistemine uygun entegre devreler, modüller üretmeye koyuluyor.  Yüzeyi molozlarla örtülmüş belleğimizi biraz eşelersek, yakın tarihimizde de bu tür örtüşmelerin çok olduğu göreceğiz hemen. Ama hayatın, iktidarın imgelemine göre devinmediğini de biliyoruz.
İktidar mutlak düzeni temsil eden yapılar kurmak istiyor her yerde. Kaos olarak gördüğü toplumsal çeşitliği, çokluğu bir kozmokratör (düzen yaratıcı) olarak fethetmeye girişiyor durmadan. Fetihler çağında yeryüzünü fethetmeye, zenginliklerini yağmalamaya kalkışan fatihler, fethettikleri topraklarda mutlak kaosun, kargaşanın, kötülüğün hüküm sürdüğünü düşünerek, kendilerine düzen getirici, yaratıcı sıfatını uygun görmüşlerdi. İktidarın bakışına göre, fethedemediği her yer birer kargaşa, kaos kaynağı. Derhal kurutulması gereken ve tepede hazırlanan bir plana göre yeniden inşa edilmesi gereken bataklıklar.

Kadim zamanlarda da yeryüzünde kurulan tapınakların, kentlerin, yapıların mutlaka göksel bir karşılığı vardı. Mircea Eliade’nin ‘merkez simgeciliği’ adını verdiği bu kadim anlayış göksel kozmosu, kozmogonik (evren yaratma) ritüellerle yeryüzünde kurmaya çalışıyordu. Kaosun hüküm sürdüğü topraklara, tepelerde hazırlanan bir plana göre düzen getirmeye çabaladığını görüyoruz bugünde iktidarın. Kolluk kuvvetlerinin, planlamacıların artık kanıksadığımız evren yaratma ritüelleriyle kozmos yaratılmak isteniyor. Kaosun içinde kozmos, yani düzen yarattıktan sonra kozmogonik mitlerin bir sonraki aşaması insan yaratmadır. İktidar bir heykeltıraş edasıyla çoktan kollarını sıvamış ve kendi imgelemindeki gençliği biçimlendirmeye başlamıştır bile: Ve iktidar insanı yarattı!