23 Mayıs 2013 Perşembe

İÇİMİZDEKİ AĞUSTOS BÖCEĞİ


RAHMİ ÖĞDÜL

23.05.2013

Felsefenin ağustos böceklerine çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Ağustos böceği ve karınca meselinden söz etmiyorum ama. İlk felsefi düşüncenin ortaya çıktığı Ege kıyılarının arka planını oluşturan ağustos böceklerinin çıkardıkları seslerden söz ediyorum. Çılgın gibi hep aynı ritmi çalan bu böcekler gündelik yaşamın, düşüncenin, duyguların arka planındaki ritmi oluşturuyorlardı. Doğanın metronomlarıdır ağustos böcekleri. Zamanı eşit aralıklara bölerek ilk felsefecilerin kendi doğaçlama düşüncelerini icra etmelerine büyük katkı sağlamışlardır. Mitolojiye yaslanan geleneksel düşünce nağmelerinden giderek uzaklaşarak, ağustos böceklerinin ritmi eşliğinde tıpkı bir caz parçası gibi kendi doğaçlama düşüncelerini üretmişlerdir. Doğanın bu ritmi hep eşlik etmiştir düşüncelerine. Zeytin ağaçlarının altında, doğanın ritmi eşliğinde kendi doğaçlama partisyonlarını peş peşe birbirine ekleyerek kendi melodilerini yazdılar ve daha sonra gelen felsefecilerin bu melodileri giderek çok sesli hale getirmesiyle herkesin katıldığı düşünsel bir senfoni çıktı ortaya.


DOĞANIN RİTMİNİ İŞİTMİYORUZ ARTIK
Doğanın bu ritmini artık işitmiyoruz kentlerde. Doğanın ritmini yitireli çok oldu. Dalları evin arka balkonuna uzanan atkestanesi ağacından doğanın ritimlerini öğreniyorum yeniden. Baharla birlikte yapraklandığını, çiçeklendiğini izledim; çiçeklerle birlikte arıların bu ritme dâhil olduklarını ve müzikte olduğu gibi kontrpuanlarla ağacın melodisine eklendiklerini gördüm. Ağacı mesken tutan kuşlar ötüşleriyle ağacın sessiz ve derinden gelen melodisine katıldılar. Kargalar, kumrular ve adını bilmediğim ötücü kuşların nağmeleri. Bunlar görebildiklerim ve işitebildiklerim. Doğanın bir senfonik düzlem olarak yayıldığını söyleyen Uexküll ne kadar da haklı. Göremediğim ve işitemediğim milyonlarca canlının atkestanesi ağacının ritmine kendi partisyonlarıyla eklenmesiyle ortaya çıkan müthiş melodiyi hissedebilecek bir duyarlılığa çok ihtiyacımız var.

Oysa neo-liberal kışkırtmalarla giderek kendi üzerimize kapanmaya başladık. Metalardan oluşan yapay bir doğanın içinde hareket ediyoruz. Elimizden gelse, en azından doğanın kuvvetlerini, rüzgârını, nemini
hissedebileceğimiz atmosfere bile çıkmayacağız. Billboardlarda bizim ağzımızdan konuşan bir yapı firmasının reklamı ne diyordu?: “Bir asansörle evden alışveriş merkezine inebildiğim bir ev hayal ediyorum.” Ve hayallerimizi belirleyen çağın ruhu çok geçmeden gerçekleştiriveriyor hayallerimizi. Yapay olarak iklimlendirilmiş evler, avmler, asansörler, otomobiller içinde hareket ederken buluyoruz kendimizi. Hava alanı, ikinci boğaz gibi çılgın projelerle doğanın senfonik melodisi bir çırpıda yok edilirken, yerine Mars uzay üssü gibi yapay ortamlar inşa ediliyor. Doğanın ritminden kopan insan metaların ritmine kaptırıyor kendini. İçi, durmadan tasarlanan metaları arzulamak üzere yeniden ve yeniden biçimlendirilen insan, içindeki ağustos böceğini, kalbinin sesini de işitemiyor artık.

BUZDAN KALIPLARIN İÇİNDEYİZ
İnsan ilişkilerine baktığımızda küresel ısınma değil, küresel buzlanma yaşıyoruz. Doğanın birbirine eklenen partisyonları yerine, toplumsal sınıfları ayrıştıran ve ilişkisizliği arttıran buzdan kalıpların içinde dondurulmuş halde bekliyoruz. Çinli sanatçı Wang Jin’in 1996’da Zhengzhou kentindeki yeni ve büyük bir alışveriş merkezinin dışında inşa ettiği buz duvar, buz çağında yaşadığımızın bir göstergesiydi adeta. Wang, inşa ettiği bu buz duvarın içini bir sürü lüks tüketim malı gömmüştü. İnsanlar metalara sahip olabilmek için her yolu deneyerek buzu parçaladılar. Buz kalıpların içinde dondurulmuş bedenlerimizin buzunu çözmek ve ilişkiye girmek için aynı çabayı göstermiyoruz oysa. Soğuk savaş rüzgârları esiyor kentte.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder