25 Temmuz 2013 Perşembe

GEZİ DİRENİŞİ'NİN GROTESK İMGESİ





RAHMİ ÖĞDÜL

25.07.2013

Gezi Parkı direnişi sırasında, çoğunlukla kadınların başrolde oynadığı bir sürü romantik imge üretildi: direnişin, isyanın, dayanışmanın imgeleri. Tüm başkaldırılar gibi romantik bir tarafı var Gezi Parkı direnişinin ve romantik imgelerin de başrolde olması kaçınılmazdı. Oysa direniş sırasında başka imgeler de ortaya çıktı ve romantizme gölge düşüren bu imgelerin karalanmaya çalışıldığını gördük. Bunlardan biri İstiklal Caddesi’nde polisler geri çekilirken bir eylemcinin caddenin ortasında ulu orta işemesiydi. Yanından geçen akrebe rağmen hiç istifini bozmadan işemesini sürdürüyordu bu eylemci.

 Bu eylem Brüksel’deki kentin simgelerinden biri olan ünlü Manekin-Piss (İşeyen Çocuk Çeşmesi)’deki heykeli akla getiriyor ister istemez. Saray heykeltıraşı Jerome Duquesnoy tarafından gerçekleştirilmiş ve 1618 yılında şimdi bulunduğu noktaya yerleştirilmişti; o zamandan beri kentin en önemli referans noktalarından biri olmuş ve neredeyse kent bu minik heykelle birlikte anılır olmuştu. Mikail Bahtin, ‘Rabelais Ve Dünyası’ adlı kitabında bu heykeli orta çağların grotesk beden anlayışının bir simgesi olarak görüyor. Dışkılama ve çiş yapma grotesk gerçekçilikte aynı anda hem değerden düşürücü, yıkıcı hem de hayat verici ve yenileyici bir eylem olarak beliriyor, yani bir anlamda ölüm ve yaşam döngüsünü temsil ediyordu. Rabelais,’ Gargantua’ adlı kitabında Gargantua’nın üç ay, yedi gün, on üç saat, kırk yedi dakika işediğinden ve sonunda Rhone nehri ve yedi yüz geminin meydana geldiğinden söz eder. Grotesk beden, günümüzün kapalı bedenlerinin aksine, gözenekli, geçirgen yapısıyla evrenin akışlarıyla sürekli ilişki halinde olan bir bedendir. Ve karnaval zamanlarını, toplumsal tabakalaşmaların yıkıldığı, alt üst oluş anlarını simgeliyor.

Grotesk beden doğadaki akışlara duyarlı bir bedendir. Toplumsal alt üst oluşlarla doğadaki alt üst oluşların örtüşmesi rastlantı olmasa gerek. Tabakalaşmalara, hayatın akışını kesintiye uğratan kompartmanlaşmalara yönelik hem doğada hem de toplumda grotesk bir tavır vardır. Bahar aylarında doğada gerçekleşen sessiz devrimlere, gürültülü toplumsal devrimler eşlik etmektedir. Her ikisi de tabakalaşmaya, zenginliklerin belirli tabakalarda kilitli kalmasına karşı girişilen eylemlerdir. Bahar aylarında göllerde görünmez devrimler gerçekleşir mesela; sıcaklığa bağlı olarak yaz ve kış aylarında göl tabakalaşır. Oksijen bakımından zengin sular üst tabakada kilitli kalırken, besin maddelerince zengin sular ise en alt tabakada kilitlenir. Doğanın kuvvetleri ilkbahar ve sonbaharda bu tabakalaşmayı bozarak oksijen ve besin maddelerinin ortamda eşit olarak karışmasına ve sonuçta göllerde karnavalın yaşanmasına yol açar. Toplumda da benzer kuvvetler iş başındadır: 18 Mart 1871’de Paris Komünü, kemikleşmiş otoritenin, tabakalaşmanın bir reddiydi ve Guy Debord bu komünden “19.yüzyılın en büyük karnavalı” olarak söz ediyor. Doğada ve toplumda her türlü tabakalaşmaya, kemikleşmeye karşı grotesk kalkışmaların zaman bakımından örtüştüğünü görüyoruz. Gezi Direnişi’nin de bir bahar akşamı başladığını unutmayalım.

Yaz geldi; tüm meydanlar polis kuşatması altında; toplumsal akışların, bedenlerin birbirlerine karışmasını önlemek için setler çekerek toplumu yeniden tabakalaştırmaya çalışıyorlar. Gezi direnişi sırasında groteskleşen bedenleri, polis zoruyla kapalı birimlerden, modüllerden oluşan bir mobilya takımı olarak yeniden tasarlamaya koyuldu iktidar. Modüler bedenlere göre yeniden inşa edebileceğini düşünüyor mekânları. Kolayca taşıyıp istediği kombinasyonları yarabileceğini hayal edebiliyor hâlâ. Modüler bedenleri istediği yere otobüslerle taşıyıp mitingler yapabiliyor; ya da bir modüler bedeni istediği yerdeki istediği konutun içine yerleştirebiliyor.

İktidarın hızar makineleri grotesk bedenleri yeniden forma sokmaya çabalıyor. Norm teriminin 19. yüzyılda bir istatistik terimi haline gelmeden önce marongoz aleti olan gönye anlamında kullanıldığını biliyoruz. İktidar, direnen, ele avuca sığmayan grotesk bedenleri hizaya sokmak ve kolayca düzenleyebilmek için biçimlendirme, normalleştirme işlemine kaldığı yerden devam etse de İstiklal Caddesi’de işeyen eylemcinin grotesk imgesi tüm tabakalaşmaların alt üst edileceği karnaval imgesi olarak iktidarı rahatsız ediyor.

18 Temmuz 2013 Perşembe

ON BİNLERİN YÜRÜYÜŞÜ

 
RAHMİ ÖĞDÜL
18.07.2013
On bin paralı askerin öyküsünü anlatır ‘Anabasis’ adlı kitabında Ksenofon. Pers ülkesindeki iktidar kavgaları sırasında, tahtı ele geçirmek için kardeşine karşı savaşmak üzere on bin Yunanlı asker kiralamıştır Genç Cyrus. Ege kıyılarından yola çıkan paralı askerler Anadolu’nun içlerine, Yukarı Mezopotamya’ya doğru ilerlerler. ‘Anabasis’ sözcüğü kıyıdan içeri doğru yapılan yolculuk anlamına gelmektedir. Kıyıdan, ele geçirecekleri merkeze doğru yolculuk. Ne var ki işler yolunda gitmez ve Persli patronları Cyrus ve komutanları öldürülür. Kendilerini efendisiz, komutasız ve bilmedikleri, tanımadıkları bir ülkenin, coğrafyanın orta yerinde yabancı olarak bulurlar. Ve evlerine dönmek için keşfedecekleri yeni ve yabancı bir coğrafya vardır önlerinde.  
Alain Badiou’ya göre Ksenofon, Pers ülkesinin ortasında Yunanlılara kolektif bir anlam veren hiyerarşik, askeri düzenin çöküşünü tasvir etmektedir (Yüzyıl, çev. Işık Ergüden, Sel Yayıncılık). Yabancı bir ülkede bir başına kalmışlar ve tüm varlık nedenlerini yitirmişlerdir. Bir başkasının hizmetinde ve komutasında iken birden kendi kararlarını ve yazgılarını yaratmak zorunda kalmışlardır. ‘Anabasis’, yani kıyıdan merkeze doğru yapılan yolculuk hüsrana uğramış ve eve yolculuk, yani ‘katabasis’, merkezden kıyıya doğru yolculuk başlamıştır. Artık kendileri adına kararları veren ne birileri ne de eve dönüş yolunu gösteren haritaları vardır. Kıyıya doğru yolculuk, yürüdükçe kendi yollarını yaratacakları bir tür keşif gezisine dönüşür. Yürüdükçe, daha önce kendileri için mevcut olmayan yeni yollar keşfederler. Askeri, hiyerarşik düzenin çöküşüyle birlikte kendi kararlarını alırken kendilerini ve birbirlerini de keşfederler. Eve dönüş yolculuğundan çok daha fazlasını ifade etmektedir bu gezi. Ve sonunda Karadeniz kıyılarına vardıklarında hep birlikte haykırırlar: “Deniz, deniz!”
Yerler, kentler sürekli değişirken, kendimizi tamamen yabancı bir ülkede ve yabancılar olarak bulduk birden. Yitirdiğimiz yuvayı aramaya başladık ve Gezi Parkı’na vardığımızda kendimizi evimizde hissetmiş, hep bir ağızdan bağırmıştık: “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!” Gezi’nin her yer olduğunu fark etmiş ve varılacak yerden daha çok yolculuğun, merkezden yerele doğru, merkezi, otoriter bir toplumdan doğrudan demokrasiye doğru yaptığımız yolculuk sırasında keşfettiklerimizin önemini anlamıştık. İçimizdeki ve aramızdaki çokluğu, birbirimizi, doğayı yeniden keşfettiğimiz yerel forumlarla sürüyor yolculuğumuz. Bitimsiz bir yolculuk bizimkisi. Yerele doğru, yerel tutkulara ve özlemlere doğru bir yolculuk. Yürüdükçe önümüzde açılıyor yollar, konuştukça yıkılıyor duvarlar. Erotik bir eylem; birbirimizin örtülerini kaldırdıkça, hakikatin tepede durmadığını, birlikte keşfedeceğimiz içkin bir şey olduğunu anlıyoruz.
İktidarın kurmaca hakikatine öylesine kaptırmıştık ki kendimizi bize biçilen rolleri oynuyorduk durmadan. Düşünceyi dumura uğratan iktidarın kurmaca hakikatine sarılıyor, ezberlediğimiz metnin dışına çıkamıyorduk. Birden elimize tutuşturulan metni yırtıp attık. Tıpkı Aristophanes’in komedilerinde koronun bir adım öne çıkması ve maskelerini çıkarıp izleyicilere aktör olarak değil de yurttaş olarak seslenmesi gibi. ‘ Parabasis’ deniliyor bu eyleme. İktidarın kitabına göre parabasis’in anlamı haddini aşmak, çizgiyi geçmek, yasalara karşı gelmek, günahkâr olmak. Oysa bizim kitabımızda parabasis’in anlamı, iktidarın elimize tutuşturduğu metni yırtıp atmak ve bir yurttaş, bir evren sakini olarak doğrudan yüzyüze konuşmaktır.
‘Katabasis’, yani eve, yerele dönüş yolculuğu başladı; ve ‘katabasis’in her anı ‘parabasis’le dolu. İktidarın metnini ezberden okuyan bir koro olmaktan vazgeçip öznelere dönüşen yurttaşlar kendi yerel özlem ve tutkularını dile getirerek birbirlerine doğru yürüyorlar. On binlerin yürüyüşü çokluğun yürüyüşüdür.

11 Temmuz 2013 Perşembe

FAŞİZM: TAŞITLAŞTIRILMIŞ YAYA PROJESİ


RAHMİ ÖĞDÜL

11.07.2013

İnsanlara trafik taşıtı muamelesi yapan bir iktidarla karşı karşıyayız. Trafik polislerinin trafiği tıkayan taşıtlar için uydurduğu “bekleme yapma!” uyarısının artık yetkililer tarafından insanlara da uygulandığını gördük. Pazartesi günü öğleden sonra Gezi’nin merdivenlerinde toplanıp parkın açılışını bekleyen halkı polisin “bekleme yapma!” diye uyarması, ardından akşamki konuşmasında valinin “Gezi Parkı, bekleme alanı değildir” demesi, Taksim’in yayalaştırma projesinin aslında yayaları taşıtlaştırma projesi olduğunu gösteriyor. Motorlu taşıtları yeraltına alırken, yüzeyde taşıtlaştırılmış insanların trafik kurallarına göre hareket ettirildiği bir otoyol yaratmaya çabalıyor iktidar. Faşizmin otoyolu kuruluyor; kaportalarının içine tıkılmış insanların birbirleriyle temas etmemesi ve otoritelerin buyruklarına koşulsuz itaat etmesi amaçlanıyor.

Yaşamın her yerini, her anını gözetlemek isteyen iktidar trafik kurallarını ihlal edenleri uyarıyor durmadan. Ankara metrosunda “Sayın yolcularımız lütfen ahlak kurallarına uygun hareket ediniz” anonsu, yoldan sapanları doğru yola getiriyordu. Yakında büyük biraderin sesini ev içlerinde de duyarsak şaşırmayalım. Faşizmin otoyolunu tıkayacak her türlü insani temas engellenmek isteniyor. Bir kadın valiye soruyor: “Eşimle parkta öpüşebilir miyim? Gezi Parkı’nda insani bir temasın ya da erotik bir çarpışmanın mümkün olup olmadığını soruyor trafik polisine. Lafı dolandırdıktan sonra meseleyi örf ve adetlere bağlayan vali parkta bekleme yapmanın, her türlü temasın yasak olduğunu ima ediyor.

Kendilerine ayrılan şeritlerde hız yapan taşıt-bireylerden oluşmuş bir otoyol projesi. Yoldan sapanları, çizgiselliği ihlal edenleri her an uyaran bir megafon var iktidarın elinde: “Lütfen bekleme yapmayın! El ele tutuşmayın! Öpüşmeyin!” Yani “şerit ihlali yapmayın” diyor iktidar. Ve kendi şeritlerinde giderek hızlanan taşıt-bireyler sonunda amok koşucusuna dönüşüyor. Endonezya ve Malezya’da görülen ve bir tür çıldırma durumu olan amok hastalığına tutulmuş bireyler hızla koşarak, ellerindeki ölümcül silahlarla önüne çıkan herkesi öldürmeye çalışırlar. Neo-liberal faşizmin otoyolunda hızlarını alamayan ve palalarla kalabalıkların arasına dalan amok koşucuları artık Taksim’de de görülüyor.

İlişkisizliğin otoyolunda bize ayrılan şeritlerde herşeyden nefret eden amok koşucularına dönüşmeye ramak kalmışken birden 31 Mayıs Cuma akşamı Taksim’de şerit ihlali yapanlar görüldü. İktidarın bize dayattığı trafik kurallarını ihlal ederek şeritlerinden çıkan bireyler birbirleriyle çarpışarak duyarlı yeni bir dünya ya da mahalle kurdular otoyol üzerinde. İ.Ö. 1. yy.da yaşamış Lucretius, birbirine paralel olarak düşen atomların yoldan çıkıp çarpışmasıyla yeni dünyaların kurulduğundan söz ediyordu ve herşey Lucretius’un dediği gibi oldu: “Bu atomlardan biri yolundan saparsa, komşu atomla bir karşılaşma olmasını, karşılaşmalar çarpışmayı ve bu da bir dünyanın doğuşunu tetikler” diye yazıyordu kitabında. Ve 31 Mayıs akşamı şeritlerini ihlal edenler başka bir dünya kurdular Gezi Parkı’nda. Birbirlerinin, doğanın ve çokluğun farkına varıldığı, duyarlı bir dünya. İktidarın çizgisel zaman ve mekânından farklı, her yöne sürekli uç vererek ağsal direnişin ve dayanışmanın filizlendiği tuhaf bir dünya. Çizgisel zaman, kararların alınıp özgürlük anının yakalandığı ‘kairos’a dönüşürken, faşizmin otoyolu, herşeyin birbiriyle ilişkili olduğu bir mahalle haline geliyor. Yeryüzü ve güneşin sofralarını kuruyor direnişçiler yollarda ve bu sofralar birleştiğinde iktidarın trafik kuralları artık bir işe yaramayacak.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

İKTİDARIN KIYAMETİ, BİZİM KARNAVALIMIZ

RAHMİ ÖĞDÜL

04.07.2013

2008 yılında, 1 Mayıs’ta işçilerin Taksim’e çıkma taleplerini reddederken, 22 Nisan’da kendi grubuna yaptığı konuşma sırasında“Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar” diyordu despot. Paraya endeksli egemen çizgisel zaman anlayışı boyunca iktidarın doğayı ve insanlığı tahrip ederek ilerlemesi karşısında başın alaşağı edileceği bir başka zaman anlayışı gerekiyor; sonsuza doğru uzanan çizgisel zamanı kendi projeleriyle dolduran iktidar geleceği bile 2053 yılına kadar kapatmıştı. İktidarın yıkıcı tik-taklarının kendileri aleyhine çalıştığı sezinleyen ezilenler ya da ayaklar çizgisel zamanı dururmak için saatlere ateş etmişlerdir hep. 1830 Temmuz Devrimi sırasında meydandaki saatlere ateş ediyorlardı devrimciler. Brezilya’nın keşfinin 500. Yılı resmi anma törenleri sırasında Brezilyalı yerlilerin de saatlere ateş ettikleri görülüyordu. “Tarih, egemen ideolojinin söylediği gibi, insanın çizgisel zamana köleliği değil, ondan kurtuluşudur, diyor Agamben. Tarihin zamanı, insanın içinde kendi girişimi için uygun fırsatı yakaladığı ve kendi özgürlük anına karar verdiği kairos’tur.


İKTİDARIN OYUNLARI
Çizgisel zamandan (kronoloji) farklı olarak özgürleştirici anın, karar anının yakalandığı bir zaman deneyimi olan kairos’u yaşayan halk bir anda hayatın tüm potansiyellerine ulaşabiliyor, tıpkı 31 Mayıs Cuma akşamı gibi. Kronolojinin kesintiye uğratılmasıyla niteliksel bir zaman değişimi yaşanmış ve iktidarın insanlar arasında ördüğü duvarlar yıkılırken, herşeyin herşeyle ilişkili olduğu bir içkinlik düzlemi yaratılmıştır. İktidarın bir kıyamet olarak üzerimize çullandığı ve ayrıştırmalarla düşmanlıkları körüklediği çizgisel zaman kesintiye uğratılıp durdurulduğunda, birbirimizin, doğanın ve çokluğun farkına vardık. Gözyaşı ile neşenin, kaygı ile umudun iç içe geçtiği bir oluş hali ortaya çıkarken, iktidarın tüm zulümleri ilişkili hale geliverdi birden. İktidarı, toplumsal ilişkilerin gelişimi engeleyen bir üçüncü şahıs olarak tüm çıplaklığıyla gördük. Önce aramızı bozan, sonra da hiç utanmadan arabuluculuk rolü oynayan iktidarın oyunlarına anında tepki veren sinir uçları duyarlı bir özgürlük kütlesine dönüştük. Artık barışın tepeden, hem arabozucu hem de arabulucu rolü oynayan iktidar tarafından dağıtılamayacağını, aksine yüz yüze ilişkilerle duygulanımların yoğun olarak paylaşıldığı doğrudan karşılaşmalarla, kucaklaşmalarla kurulacağını biliyoruz. Bu doğrudan karşılaşmaların yaşandığı mahalle forumları, 31 Mayıs Cuma akşamı yakalanan özgürlük anını, kairos’u geleceğe taşıyacak tohumlar olarak, geleceği içinde barındıran dölyatakları olarak farklı bir zaman anlayışını temsil ediyorlar.

GEZİ'DE İNSANLAR BİRBİRİNİN YOLDAŞI OLDU
İktidarın çizgisel zaman anlayışı Hobbes’un “insan insanın kurdudur” anlayışını haklı çıkarmak için zamanı ve mekânı, dolayısıyla insanları ayrıştırarak işliyor. Oysa çizgisel zaman anlayışı kesintiye uğratıldığında ve özgürlük anı yakalandığında sadece devletin kurt olduğu ve kışkırtıcı söylemleriyle insanları birbirine düşürdüğü, ayrıştırarak onları kolay lokmalar haline getirip yuttuğu görülüyor. Devlet olmayanın ortaya çıktığı Taksim-Gezi Parkı’nda insanların birbirinin kurdu olmadığını, aksine yoldaşı olduğunu gördük. Ve yoldaşlar çizgisel zamanı ya da iktidarın ilişkisizlik otoyolunu kesintiye uğratmış, forumlarla özgürlük aralığını genişletmiş, birbirlerini fark etmenin ve ilişkiye geçmenin zevkine varmışlardır.

İKTİDARIN KORKULARI GERÇEKLEŞİYOR
Forumların zamanı, temsili demokrasinin çizgisel zamanından farklıdır; temsilcileri olmadan birbirleriyle yüz yüze ilişkiye geçen forum katılımcıları açısından zaman, her anı dolu dolu yaşanan, düşüncelerin, duygulanımların paylaşıldığı ve saat zamanı ile ölçülemeyecek kairos anıdır, yani kararların verildiği ve özgürlüğün yakalandığı aralık. Şimdi bu aralığı genişleterek, iktidarın baş ve ayaklardan oluşan, hiyerarşik beden tahayyülünü alt üst ediyor, organların sürekli yer ve işlev değiştirdiği yeni bir bedeni, organsız bedeni kuruyorlar ve iktidarın korkuları gerçekleşiyor: “Ayaklar baş olduğu yerde, kıyamet kopar” ya da “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş.” Ne demişti Kafka: “Kıyamet günü, normal tarihsel koşuldur.”