25 Aralık 2014 Perşembe

VAHŞİ HAYVANLARI EHLİLEŞTİRME PROJESİ

Henri Matisse

Michelangelo Pistoletto
RAHMİ ÖĞDÜL
25.12.2014
Zaman: 1905. Mekân: Grand Palais, Paris. Olay: Güz Salonu sergisinde Donatello’nun etrafını vahşi hayvanların sarması. Fransız eleştirmen Louis Vauxcelles, klasik bir heykeli çevreleyen, akademik sanat anlayışına aykırı yapıtları görünce söylediği ilk söz “Donatello’nun etrafını vahşi hayvanlar (fovlar) sarmış” olmuş ve Henri Matisse, Maurice de Vlaminck ve André Derain’in canlı, parlak renkli yapıtlarına yönelttiği bu ironik yakıştırma, yeni bir akımın adına dönüşmüştü: Fovizm. Eleştirmen, Rönesans heykeltıraşı Donatello’ya atıf yaparak klasik bir heykelde gördüğü, Rönesans’la başlayan tüm sanatsal değerleri altüst eden ve neredeyse sanatı sıfır noktasına taşıyan son derece parlak ve zıt renklerin yan yana getirildiği, renk ve dokunun ön planda olduğu ve resim düzleminin iki boyutluluğunu vurgulayan fovist resimler karşısında kendini uygarlık öncesi bir durumda, doğanın tam ortasında, vahşi hayvanların arasında bulmuştu. Rönesans sanatçısı Leon Battista Alberti’nin, “Bir resme bakmakla resmin gösterdiği şeye bir pencereden bakmak arasında görsel açıdan hiçbir fark olmamalıdır” sözleriyle tanımladığı ehlileştirici resim anlayışından tamamen farklı ve resmin evriminin oturtulduğu Alberti’nin kriterleriyle bağdaşmayan bu ehlileştirilmemiş yaklaşımları vahşi hayvanlar olarak nitelemesi, sanatın her türlü evcilleştirmeden kaçabileceğini de vurguluyordu. İktidarın pencereyle ya da dikenli tellerle çevrelediği evcilleştirme alanında sanat, dayatılan yapay seçilim yoluyla evrimleştirme ve evcilleştirme projesinden kaçtığı ölçüde sanat olarak kalabiliyor; aksi takdirde sanatın evcil ortamları süsleyen dekoratif bir öğeye dönüşmesi kaçınılmazdır.

BİZE DAYATILAN
Fransız eleştirmenin klasik bir heykeli çevreleyen renk cümbüşü karşısında sarf ettiği sözleri Arte Povera (Yoksul Sanat) sanatçısı Michelangelo Pistoletto 1967’de daha ileriye taşıyarak, “Paçavralar içinde Venüs”ü üretmiştir. Sanatçı, bu kez bilerek ve isteyerek klasik bir Venüs heykelini rengârenk paçavra yığınıyla ilişkilendirmiş ve paçavrayla anlattığı kaotik doğal süreçle evcilleştirmenin ürünü olan ideal bir formu yan yana getirmiştir. Sanatın evcilleştirme projesiyle ulaştığı güzellik anlayışının konformizm yarattığını, bu konformizmin ancak doğanın unsurlarıyla bozulabileceğini vurgularken; sanat nesnesinin sıradan, evcil bir nesne değil, bizi düşündürten, düşünceyi hep bizden kaçacak ufuk çizgisine doğru yönelten bir nesne olduğunun da altını çiziyordu. Bize ufuk olarak dayatılan pencerenin ya da dikenli tellerin ötesine taşımak istiyordu düşünceyi.

TEPEMİZDEKİ İKTİDAR
İnsanı çerçevelerin, dikenli tellerin içine kapatan, düşünceyi ve bedenleri sahte ufuk çizgisiyle çevreleyen bir iktidar var tepemizde. Dikenli tellerle çevrili bir evcilleştirme alanı içinde kendi insanını üretmeye çalışan bir çiftlik sahibinin tavrını görüyoruz. İktidarın sarayına yerleşenler de bu evcilleştirme projesini doğrudan dillendiriyor zaten: “Birey bir biçimde ehlileştirilecektir.” Bu bir toplum değil, olsa olsa bir üretim çiftliği ya da sirktir. Çiftlik sahibinin hoşuna gidecek şekilde davranan ehlileştirilmiş hayvanlar, saray soytarıları üreten kapalı bir mekân. Zaman ve mekân, kendi tebaasını üretmek için iktidar tarafından kapatıldığında insani olana yönelik umut da kaybolacaktır. Umut, Gabriel Marcel’in sözleriyle “geleceğin hatırasıdır.” Geleceğin ve hatırasının silindiği bir zaman hapishanesinde bizleri tutsak alan iktidar, bu hapishaneden kaçış umutlarını yok etmeye ve ruhumuzda derin bir melankoli yaratmaya çalışıyor.  İnsan, iktidarın ehlileştirme projesinden kaçtığı, umut ettiği ölçüde insan olarak kalabiliyor; aksi takdirde iktidarın evcil ortamını süsleyen melankolik, dekoratif bir öğeye dönüşmesi kaçınılmazdır.


Not: Doğanın, insanın ve her türlü üretimin iktidarın bir dekoruna dönüşmesine dur demek, şimdiye ve geleceğe sahip çıkmak için 28 Aralık, yani bu pazar günü saat 12.00’de Kadıköy’de buluşuyor ve doğayı, emeği, İstanbul’u, Marmara’yı savunuyoruz.

18 Aralık 2014 Perşembe

BÜYÜK DALGAYI BEKLERKEN DALGAMIZA BAKALIM



Hokusai
RAHMİ ÖĞDÜL
18.12.2014
İnsanlar ikiye ayrılır: Godot’yu bekleyenler ve dalgayı bekleyenler. Godot’nun gelmeyeceğini biliyoruz. Tuhaf bir hiçliğin ortasında beklemenin boşuna olduğunu da. Biz Godot’yu değil, dalgayı bekliyoruz. Dalga dibe vurmuş olabilir. Görünürde sörf yapabileceğimiz güçlü bir dalga da olmayabilir. Ama derinlerde devinen ve birbirinin üzerinde yuvarlanarak gittikçe büyüyen dalgaların titreşimlerini hissedebiliyoruz. Kaslarımız gerili, ellerimizde sörf tahtaları; yüzeyde görülecek ilk dalgayla birlikte kendimizi dalgaların arasında bulacağız.
Bedenlerimiz katatonik bir katılık içinde. Yüzeyde hiçbir kıpırtı yok ama derinlerde bir yerlerde biri elektrik dansı yapıyor, hissediyorum. Çok derinlerde. Hani, bedeni elektriğe tutulmuşçasına dalgalanarak dans eden bir dansçı. Bu küçük adamın küçük titreşimleri usulca bedenime yayılıyor. Bu titreşimlerin bedeni boylamasına geçerek tüm yüzeyinde bir dalga hareketi yaratacağını hissediyorum; dalgalanan bedenler. İktidar tepeden dayattığı yapay dalgalarla, içimizdeki dalgayı bastırmak, eyleme geçme gücümüzü sıfırlamak istiyor; o yüzden kendi dalgamıza bakalım ve çoğaltalım. İçimizdeki dalgayı büyüttüğümüzde, bedenin yüzeyi dalgalı bir deniz gibi dalgalandığında dokunduğumuz her şey, tüm bedenler bir dalga hareketiyle salınıma geçecek. Etkilenen ve etkileyen bedenlerin ürettiği dalga, tüm toplumsal bedeni boydan boya katettiğinde, beklenen büyük dalga yüzeye çıkmış demektir. 19. yy’da yaşamış Japon estamp sanatçısı Hokusai’nin ahşap baskıyla ürettiği “Kanagawa Açıklarındaki Büyük Dalga”nın bir benzerini birlikte yaratmıştık; unutmak mümkün mü? Ahşap oyma baskıların zemin üzerinde bıraktığı boya izleri gibi, bu büyük dalga da belleğimizde iz bıraktı. Bedenlerimizde büyük dalganın estamplarını taşıyoruz; derinlerde devinen dalganın titreşimlerini. Her şey gündelik yaşamın sıradanlığı içinde olup bitiyor. Yüzeyde sadece işaretler, titreşimler var şimdilik. Sıradan şeyler arasında dalganın işaretleri; ama çoğu kez okumakta güçlük çekiyoruz.

Çok akıllıyız!
İktidarın ürettiği yapay dalganın da işaretlerini okuyamadık; bir ölüm/yıkım projesi olarak yaşamı boğmaya çalışan iktidarın. Çok akıllıyız belki o yüzden. “Hitler döneminin verdiği derslerden biri, akıllı olmanın aptallığı hakkındadır. Gerçekleşecek olan artık gün gibi ortadayken bile. Yahudiler Hitler’in yükselme şansının olabileceğini sayısız sağlam nedene dayanarak inkâr etmişlerdi” (Adorno-Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı). Yıkım/ölüm projesi olarak iktidarın faşizm dalgası bizi boğduğunda hâlâ çok akıllı olduğumuz için övünebilecek miyiz? İktidarın ölüm projesine rağmen yaşam dalgalarının titreşimleri bize dokunuyor; hissetmiyor musunuz?

Dalgalar resmedilince
Japon ahşap baskı sanatı ukiyo-e, “dalgalı dünya resimleri” demektir. Yaşamın, yüzeyde dalgalanarak bedenleri etkisi altına alan gelip geçici görünümleri, dalgalarını resmetmişti sanatçılar. Eski Budist metinlerde ölüm ve yeniden doğum çevrimi anlamına gelen ve yaşamı olumsuzlayan bir terim olan ukiyo (kederli dünya), 17. yy’da yaşamın her anının tadını çıkarmak anlamını taşımaya ve yaşamın dalgalarını olumlamaya başlamıştı. Radikal bir dönüşüm; iktidarın ölüm dalgası yerine yaşamın dalgası.  Ayrım noktasındayız. İktidarın kederli varlıklara aşıladığı ölüm dalgası yerine yaşamın neşeli dalgasını duyumsamanın tam zamanı. 17. yy’da yaşamış Japon yazar Asai Ryoi “Dalgalı Dünya Masalları”nda ukiyo’yu şöyle tanımlamış: “Nehir akıntısının sürüklediği bir su kabağı gibi, biz buna ukiyo deriz.”  İktidarın tepeden dayattığı ölüm dalgasına karşın, şimdilik dipte devinen ve yüzeye çıktığında sörf yapacağımız bedenlerin dalgalı akışını bekliyoruz. Dalgamıza bakalım.

11 Aralık 2014 Perşembe

KENE TİPİ ALGI HAPİSHANESİ

Igor Morski

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
11.12.2014
Hava, henüz duyumsanmamış duygularla dolu. Algılanmayı bekleyen o kadar çok şey var ki. Ve bizler olabildiğince az algıyla hayatta kalmayı başarabiliyoruz; sadece hayatta kalmayı ama. Ve kısıtlı algımızla anlamlandırıyoruz dünyayı. Sözcüğün tam anlamıyla yaşamak, hayatın içine yayılmakla, katılmakla, yeni duyumsama, algılama biçimleri keşfetmekle mümkün olabilir.
Oysa iktidar, tebaalarının yeni algılama biçimleri keşfederek yaşamın içine yayılmalarından, yeni bağlantılar kurmalarından pek hoşlanmaz. Olabildiğince az algıyla yaşamını sürdürecek yeni bir insan yaratmaya çalışıyor o yüzden. Eğitime, kültüre ve sanata yönelik müdahaleleri, bu tür insan yaratma projesinin bir parçası. Mevcut beş duyusunu bile kullanamayan, yaşamı ve bedensel duyumları olumsuzlayan bir tür çileci hayat tarzını dayatıyor. Ölüm ile açlık arasına sıkıştırılmış, yoksullaştırılmış yaşamları, aşkın bir hakikate yönelterek bir lokma bir hırkayı öneriyor.
Kırmızı hap mı, mavi hap mı?
Bu, kadim bir projedir. İ.Ö. 5.yy’da yaşamış Permenides de bedenden gelen, duyularımızla elde ettiğimiz bilgileri doksa (sanı) olarak aşağılamış ve aşkın bir hakikate sadece akıl yoluyla ulaşabileceğimizi önermişti bize. Matrix filminin Morpheus’u Neo’ya kırmızı hap ile mavi hap arasında seçim yapmasını önerdiğinde, aslında Parmenides’in öğretisini dillendirmektedir: hakikate giden yol ve sanılara giden yol. Ama bedene güvenen ve bilginin bedenden geldiğine inanan hainler her zaman olmuştur. Deneyciler, bilginin duyulardan geldiğine inananlardandır. Matrix filminin haini Cypher da bir deneycidir. Bir hain olarak Cypher, iktidarın bedensizleştirme projesinden kaçar ve bifteğin keyfini çıkarırken duyumcu bir söylev çeker bize: “Bir bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matriks’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim, biliyor musun? Cehalet mutluluktur.” Bedenden gelen duyguların cehalet olduğunu vurgularken, iktidarın terimleriyle konuşmaktadır hâlâ. Bedenli yaratıklar olarak yaşamın içine gömülü olanları hep cehaletle suçlamıştır iktidar ve dünyevi olanın karşısına aşkın bir hakikat çıkarmıştır. Alabildiğine sömürdüğü ve yoksullaştırdığı insanlara dünya zevklerinden uzak durmayı ve çileci bir yaşama katlanmayı öğütlerken, kendine şatafatlı kozalar örmüştür.
Beş duyudan fazlası
Felsefeci Michel Serres, neşe üzerine yazdığı ilk kitabında duyuların analizine girişmiş ve Cypher’laşmıştır: “Bir sauterne şarabının ağızda bırakacağı tadı ve yaratacağı duyumları analiz etmek için 30 sayfa harcadım” (bkz Mary Zournazi, Umut, Literatür Yayınları). Rasyonalistlerin karşısında duyumcu bir felsefeye yöneldiği için kolaylıkla hainlikle suçlayabiliriz Serres’i. Ama beş duyuya iki yeni duyu daha ekleyerek hainliğine devam eder: “Beş duyuya ek olarak, bir içsel duyumuz (gözlerimi kapadığım zaman, bedenimin varlığına ilişkin bir duyuya sahip olduğumu anlıyorum) ve bir de nörobiyologların keşfettiği hareket duyumuz var; bu yürürken, zıplarken, dönerken bedenimi nasıl hissettiğime ilişkin bir duygu.” Haziran Direnişi’nde, hareket duyumuzun (kineztezi) müthiş kudretini keşfetmiştik hep birlikte. İktidar, duyusal yetenekleri körelmiş bir insanı kolaylıkla teslim alacağını bildiği için sadece hayatta kalabilen yeni insan yaratmak zorunda.
Açlık ile ölüm arasında
Eğitim, kültür ve sanat; yeni duyumsama biçimleri keşfedeceğimiz alanlar saldırı altında; algılarımız budanıyor, farkında mısınız? İktidar, kene tipi algı hapishanesine kapatmak istiyor bizleri. Sadece üç algısıyla yaşamını sürdürür kene. Karnını doyurduktan sonra toprağa düşer, yumurtalarını bırakır ve ölür. Açlık ile ölüm arasına sıkıştırılmış bir varlık. İktidar algı hapishanesinde tutsak almaya çalışsa da insan, yeni duyumsama biçimleri keşfeden bir canlıdır, yani Homo sapiens’tir. Michel Serres “sapiens”in, zevk/tat sahibi olmak anlamına gelen Latince “sapere” fiilinden geldiğini vurguluyor. İktidara rağmen hava hâlâ, duyumsanmayı bekleyen şeylerle tıka basa dolu. Bedenin tüm yüzeyinin duyarlı hale geldiğini bir düşünsenize. Havada ihanet kokusu.

4 Aralık 2014 Perşembe

FITRATINIZI NASIL ALIRDINIZ?

Igor Morski

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
04.12.2014
Fıtratınızı nasıl alırsınız? Sıcak ya da soğuk? Filtre kahveme biraz süt istediğimde, sütünüz sıcak mı yoksa soğuk mu olsun sorusu ile sık sık karşılaşıyorum. Ama fıtratımı kimse sormuyor bana. Bu soruyu biraz geç sorduğumun farkındayım. Annenizin dölyatağının sıcaklığı toplumsal cinsiyetinizi belirlediği için gecikmiş bir soru olarak kabul edin bunu. Gelişiminizin erken bir döneminde sıcak ya da soğuk olarak almışsınız zaten fıtratınızı;  artık yapacak bir şey yok. Bir kez fıtratınız sıcaklığa göre belirlendikten sonra bunu değiştirmek elinizde değil ve fıtratınıza göre yaşamak zorundasınız. Özcü bir yaklaşımla, doğası doğum öncesi belirlenmiş varlıkların toplumsal yaşam içindeki konumları ve rolleri de sabitlenmiş oluyor böylece. Bundan sonra başınıza ne geldiyse fıtratınızdan gelmiştir. Varoluşçuların insanın sabit bir doğası olmadığı, kendi eylemleriyle kendini biçimlendirebileceği yönündeki itirazları da para etmiyor; doğaları sabitlenmiş varlıklar iktidarın elinde bir oyuncağa dönüşüyorlar.
SICAK ERKEK, SOĞUK DİŞİ 
Antik Yunan’da yaşasaydık bedenlerin sıcaklığına dayandırılan fıtratı kabul edecek ve yaşamımızı bu fıtrata göre sürdürecektik. Ceninin cinsiyetinin, dölyatağında maruz kaldığı sıcaklığa bağlı olarak erkek ya da dişi olduğuna inanıyorlardı.  Dölyatağı yeterince sıcaksa erkek, soğuksa dişi oluyordu. Ve toplumsal konum ve işlevleri bu beden sıcaklığına göre belirleniyordu.  Beden ısısı kavramı Yunanlılardan çok önce Mısırlılar, hatta Sümerler tarafından icat edildiği biliniyor. Ama Yunanlılar bu kavramı toplumsal hayatla bütünleştirerek geliştirdiler. Beden sıcaklığına bağlı olarak çok kadınsıdan çok erkeksiliğe uzanan bir skalada yer aldığınızda toplumsal hayattaki konumlarınız ve rolleriniz de önceden belirlenmiştir. Sıcak bedenlere sahip erkekler, toplumsal yaşamın her alanında boy gösteriyorlardı; “gimnazyum”da çırılçıplak dolaşırlarken ve çıplaklıklarıyla gurur duyarlarken, soğuk bedenli kadınlar örtünmek zorundaydılar. “Evde dizlere kadar uzanan ince malzemelerden tünikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tünikler giyiyorlardı.” Örtünmekle kalsalar yine iyi; kamusal mekândan da dışlanmışlardı. Sırf soğuk bedenlere sahip oldukları için kentin yönetiminde söz sahibi olamadıkları gibi, ışıksız iç mekânlarda, çoğunlukla ev içlerinde sürdürüyorlardı yaşamlarını. Yaşadıkları konutların içi de toplumsal cinsiyete göre ayrılmıştı. Erkeklerin, konukların ağırlandığı evin selamlık bölümünde (andron) düzenledikleri “symposia” adı verilen erkek şenliklerine kadın köleler, fahişeler ve yabancı kadınlar katılabilirken, evin kadınları ve kız çocukları haremde (gunaikeion) yaşamak zorundaydılar. Ne kadar tanıdık değil mi? Richard Sennet’in Ten ve Taş (çev. Tuncay Birkan, Metis) adlı kitabında bahsettiği antik Yunan’daki soğuk bedenlere sahip oldukları için örtünmek zorunda olan ve kamusal yaşamdan dışlanmış kadınların günümüz Türkiyesinde de yine fıtratlarından dolayı aynı yaptırımlara maruz kaldıklarına tanık oluyoruz.


SOĞUK, EDİLGİN VE ZAYIF 
Erkekler kendilerini sıcak, güçlü ve etkin olarak konumlandırırlarken, kadınlara ise tam tersi bir fıtratı uygun görmüşler: Soğuk, edilgin ve zayıf. Mülkiyet ilişkileriyle birlikte doğa ve kadın, biçimlendirici bir kuvvet olarak erkeğin etkinlik alanına dönüşmüştür. Erkeğin, özellikle Batılı erkeğin en gelişmiş insan türü olarak bir norm haline gelmesiyle erkeğin bir norm koyucu olarak kendisini meşrulaştırması 1840’larda çakışıyor. Norm sözcüğünün Batı’da bugünkü anlamında kullanılması 1840’lara rastlıyor. Daha önceleri norm, marangozların kullandıkları gönye ve dikey anlamlarını taşırken, eril bir dayatma olarak norm tüm topluma diklemesine sokulan bir demir çubuk haline gelmiştir. Erkeğin kafasından uydurduğu ve erkeğin kafasına saplanmış, topluma eril bir düzen dayatmada kullanılan demir bir çubuk.  
1848’de bir başka olay daha oluyor. Amerika’daki Vermont eyaletinin demiryolu inşasında çalışan Phineas Gage, zeminin düzleştirilmesinde çalışan ekibin ustabaşıydı. Yolu tıkayan büyük bir kayayı havaya uçurmak için her zamanki gibi kayada açtığı deliği barutla doldurmuş ama dalgınlıkla üzerini toprakla kapatmadan, elindeki bir metreden uzun demir çubukla baruta sıkıştırmıştı. Barut yüzünde patlamış ve elindeki demir çubuk da bir ok gibi sol yanağından girmiş ve beynin ön kısmından geçerek otuz metre uzağa saplanmıştı. Gage ölmedi ve Gage vakası olarak psikoloji tarihine geçti (bkz Douwe Draaisma, Aklın Çıkmazları, YKY). Kafatasını delip geçen demir oka rağmen kısa sürede iyileşen Gage’in davranışlarının değiştiği görüldü. Kaza öncesi herkese karşı sorumluluk duygusu taşıyan Gage, kaza sonrası tam tersi bir kişiliğe bürünmüştü ve kafasını delip geçen demir çubuğu yanından hiç ayırmıyordu. Etik kuralları çiğniyor, aldığı kararlarla hem kendi hem de çevresindekilerinin yararını gözetmiyordu artık. Kafatasına eril normun demiri saplanan eril iktidarın, doğaya ve insan doğasına karşı yürüttüğü savaşın yeni bir evreye girdiğinin göstergesidir bu: Doğayı ve kendini çökertmeye çalışan kapitalist bir bireyin ortaya çıkışı. Fıtratınızı nasıl alırdınız? Normlu mu olsun yoksa normsuz mu?

27 Kasım 2014 Perşembe

SABUN KÖPÜĞÜNDEN HAYATLAR


RAHMİ ÖĞDÜL
27.11.2014
Çamaşır makinesinde birbirine dolanan rengârenk çamaşırları seyrederek oyalanıyoruz. İktidar durmadan değişik renkte yeni çamaşırlar ekliyor makineye ve basıyor düğmesine. Bizler de mama sandalyelerimize kurulmuş, makine kapağının camından, köpükler arasında çalkalanan, birbirine dolanan çamaşırları izliyoruz. Giuseppe Tornatore’nin yönettiği, Marcello Mastroianni’nin başrolde oynadığı “Herkesin Keyfi Yerinde” (Stanno Tutti Bene) (1990) filminden bir sahne, televizyonla kurduğumuz ilişkiyi ya da televizyonun iktidarın elinde ne işe yaradığını göstermesi açısından yeterince çarpıcı. Filmde uzun yıllardır görmediği, İtalya’nın değişik kentlerinde yaşayan çocuklarını ziyaret eden bir baba, küçük çocuğuyla birlikte tek başına yaşayan kızının evinde çamaşır makinesinin başka bir işe de yarayabileceğini keşfediyor. Erken bir saatte işe gitmek üzere evden çıkan anne, bakıcısı gelene kadar oyalansın diye televizyonun önüne yerleştirir çocuğunu. İlk yayınlandıklarında sponsorlarının sabun üreticileri olmaları nedeniyle “soap opera” (sabun operası) olarak adlandırılan pembe dizileri göstermektedir televizyon. Görüntü bozulunca ağlamaya başlayan çocuğun sesine uyanan kahramanımızın gözüne, mutfağın bir köşesinde çalışan çamaşır makinesi takılır. Çocuğun mama sandalyesini çamaşır makinesine doğru çevirince çocuk susar ve televizyon izler gibi izler köpüklerin arasında çalkalanan renkli çamaşırları. Televizyonda kesintiye uğrayan sabun operası, çamaşır makinesinin kapak camında devam etmektedir. Artık sadece diziler için değil, televizyonun tamamı ya da tüm iktidar gösterileri için pembe dizi ya da sabun operası terimini kullanabiliriz. Ekran, bir çamaşır makinesi gibi iktidarın kirli çamaşırlarının yıkanmasında kullanılırken, dışarıda olup bitenlerden habersiz, köpüklerin arasında birbirine dolanan çamaşırları seyrediyoruz.

Koltuk tutsaklığı
İktidar yaşamın her alanını bir kozmokratör (düzen yaratıcı) olarak fethettikçe fethediyor, bizler de koltuklarımızda büzüldükçe büzülüyoruz. Yaşam alanlarımız, daha doğrusu yaşamın kendisi küçüldükçe bizler de en son sığınak olarak televizyonların karşısında sabundan operaları seyrederken buluyoruz kendimizi. Yaşamın küçülmesi, yaşam enerjisinin bastırılması demektir. Sıkışan enerjinin nelere muktedir olduğunu yine doğanın bedeninden biliyoruz. Doğanın bedenlerinin, yeryüzüyle, toprakla ilişkilerinin kesilerek otoyol kenarlarındaki duvarlarda, dikey bahçelerde tutsak alınmaları gibi, bizler de toplumsal ve doğal bağlarımızdan koparılarak koltuklarımızda tutsak alınıyoruz. Doğa tutsak alınan yoldaşlarını düşünüyordur şimdi; sabun köpüğünden duvarları yıkacak planlar hazırlıyordur. Toplumsal katmanların, duvarların arasına sıkışan bedenlerin imdadına doğanın kuvvetleri yetişiyor.
“Şili’nin başkenti Santiago’da, 1647 yılında deprem olduğu sırada binlerce insan hayatını kaybederken, Jeronimo Rugera adlı İspanyol tutuklu bulunduğu hapishanenin hücrelerinde birinde kendini asmaya hazırlanıyordu” diye başlar Heinrich von Kleist, “Şili’de Deprem” öyküsüne. Yoksul delikanlı Jeronimo, kentin zengin ve soylu ailesinin kızıyla yasak bir aşk yaşamıştır. Kız, kilise yasalarına göre idama mahkûm olurken, delikanlı da bir hücreye atılır. Kızın idam edileceği an geldiğinde, çaresizlik içinde hücresinde kıvranan Jeronimo da kendisini asmaya karar verir. Ve tam bu sırada birden büyük bir deprem gerçekleşir ve kentin tüm yapıları, duvarları yerle bir olur. Depremden ve iktidarın yargısından sağ olarak kurtulan Jeronimo ve Josephe bebekleriyle birlikte kentin dışındaki kırsal alanda diğer depremzedelerle bir araya gelirler. Kurumlardan, yerleşik değer ve yargılardan kurtulan bu insan topluluğunun arasında, daha önce görülmemiş bir dayanışma ruhu ortaya çıkmış ve adeta başka bir dünya kurulmuştur. Kleist ortaya çıkan bu görüntüyü şöyle tasvir ediyor öyküsünde: “Çeşitli toplumsal sınıflardan insanlar, depremden sonra göz alabildiğine geniş bir alana yayılmıştı. Kontlar, dilenciler, çiftçiler, memurlar, işçiler ve din adamları. Hepsi bir bütün olmuştu. Aralarındaki toplumsal farklılık önemli değildi artık. Birbirlerine yardım etmek için adeta yarışıyorlardı… Bu deprem felaketi hepsini büyük bir aileye dönüştürmüştü sanki” (bkz Locarno Dilencisi, çev. Alev Yalnız, Can Yayınları).
Duvarların arasına tutsak düşmüş yoldaşlarını kurtarmak için doğanın planlar tasarladığından eminim. Doğanın tarihi tabakalaşmaların, duvarların yıkımı tarihidir. Göllerin mevsimsel olarak dikey tabakalaşmasını, besin maddelerinin belirli tabakalarda birikip dolaşımdan çıkmasını, bir karnaval havasında bozan ve zenginliği suyun tüm tabakalarına dağıtan, doğanın baharda ayaklanan kuvvetleri değil mi? Yine yeryüzünün kıvrımlarında birikip patlayarak tüm fay hatlarını parçalayan ve iktidarın dayattığı formları alaşağı eden doğanın kuvvetleridir. Volkanların devrimleri desteklediğini, bir volkan gibi patlayan 1789 Fransız Devrimi’nden biliyoruz. Büzüşmüş bedenlerimizin kıvrımlarında devrimler biriktiriyoruz şimdi. Haziran Direnişi’nde doğal tarih ile toplumsal tarihin örtüştüğünü, katı bedenlerin sıvılaşıp tüm tabakaları ve duvarları yıkan coşkun sele dönüştüğünü nasıl unutabiliriz?

20 Kasım 2014 Perşembe

GÖLGEDEN RESİMLER YA DA ÖLÇÜSÜ KAÇMIŞ DÜNYA

Fabrizio Corneli


RAHMİ ÖĞDÜL
20.11.2014
İnsanı ya da figürü kazıyın, altından gölge çıkacaktır. İnsanlık tarihi ile resmin tarihi ortak bir şeyi paylaşıyor: Gölge. Her ikisi de gölgeyle başlamışlar yaşamlarına. Tarihçi Yaşlı Plinius (İ.S. 23-79) resmin kökenlerini gölgeye dayandırıyordu: “Resim bir insanın gölgesinin etrafına kontur çizilerek kopyasının bir yüzeye çıkarılmasıyla başlamıştır” diye yazıyor ‘Doğa Tarihi’ kitabında. Carl Jung ise insanı “persona” ve “gölge” olarak ikiye ayırıyor ve “persona”yı uygarlaşma sürecinde ortaya çıkan ve toplumsal ilişkileri yürütmeye yarayan bir maske olarak tanımladıktan sonra “gölge”nin, insanın uygarlık öncesi, doğayla ilişkili yönü olduğunu vurguluyor. Resmin kökeni olarak gölge ve insanın doğaya gömülü olan yönü gölge; her ikisi de uygarlaşma sürecinde benzer işlemlere maruz kalarak toplumsal olarak inşa edilirken, gölgenin yüzeyi tenin dokusuyla, ayrıntılarla, giysilerle, davranış kalıplarıyla örtülmüş ve gölge görünmez kılınmıştır. Platon da meşhur ‘Mağara Meseli’nde mağarada tutsak olan insanların gölgelerle oyalandıklarını, oysa hakikate, yani idealar dünyasındaki formlara ancak mağaradan çıktıklarında ulaşabileceklerini söylediğinde gölgeyi hem onaylıyor hem de aşkın idealar lehine gölgeden kurtulmamızı tavsiye ediyordu. Ama insanı kazıdığımızda, tüm örtülerinden soyduğumuzda gölge çıkacaktır altından.
Yaşlı Plinius bir mitten yola çıkarak resmin kökenini gölgeye dayandırmıştı. Otuz yılı aşkın bir süredir desen ve resim yapan Bertrand David, Üst Paleolitik Çağ (İ.Ö. 40.000 – 10.000) mağara resimlerinin gizemini çözmeye çalışırken yine gölgeye ulaşmıştır. İnsanın resim yapma serüveni 40.000 yıl önce başladı. Keşfedilen resimli mağaraların en eskisi Fransa’daki Chauvet Mağarası. David, desen bilgisine dayanarak Üst Paleolitik dönemde yaşayan avcı toplayıcıların, mağaraların derin kısımlarına yaptıkları usta işi resimlerin gizemini nasıl çözdüğünü, “İnsanlığın En Eski Muamması” başlıklı kitabında anlatıyor (çev. İnci Malak Uysal, Can Yayınları, 2013). Hiçbir hava akımının olmadığı, kandillerle aydınlatılmış bir ortamda, duvarların pürüzlü olmasına rağmen, mükemmel düzgün çizgiler çizerek hayvan figürleri yapan bu insanların usta bir ressam olamayacaklarını, bu resimlerin ancak mağara duvarına yansıtılan kilden ya da fildişinden hayvan heykelciklerinin gölgeleri etrafında kontur çizilerek elde edilebileceklerini deneyler yaparak kanıtlamış. Çizilen resimlerin konturlarında, duvarların girinti çıkıntısına rağmen en küçük bir sapma olmaması, buna karşın hayvan figürlerinin üzerindeki göz ve kas çizgileri gibi detaylarda hata yaptıklarının görülmesi, gölgelerin konturlarından yararlandıkları hipotezini güçlendiriyor. Gölge-bedenler olarak yeryüzünde dolaşırken, gölgeyi yakalayıp duvarda sabitlemeyi öğrenen ilk insanlar, daha sonra yerleşik hayata geçtiklerinde kendi gölgelerini ve bedenlerini de konturlarla çevirerek sabitleyeceklerdi. Sabitlenen gölgeler ve bedenlerin üzerleri uygarlaşma sürecinin aşamalarına bağlı olarak toplumsal inşalarla tabaka tabaka örtülürken, gölge kaybolacak ve bir daha hiç hatırlanmak istenmeyecektir.
Carl Jung uygarlık öncesi, doğayla ilişkili yönümüzü “gölge” olarak adlandırmıştı; yüzeydeki “persona”nın altında uzanan doğayı, yani “gölge”yi bastırdıkça, üzerine maskeler giydirdikçe uygarlaştık. Bizi doğadan ayıran duvarlarla çevrili yerleşim alanları içinde, gölge-bedenlerimizi de konturların içine hapsedip üzerlerini kültürel desenlerle donattık. “Persona”larımızın altında uzanan “gölge”, tüm insanlığı doğayla ve birbiriyle ilişkilendiren kolektif yönü temsil ediyor. O yüzden yeryüzünde kendi gölgemizi yitirmemiz, aynı zamanda resim sanatının başlangıcında bir yüzeyde yakalanan gölgenin, kalın konturlarla doğadan ve diğer insanlardan kopuşuyla da örtüşüyor. Konturlarla kapatıp üzerini detaylarla örttükçe yitirdik gölgemizi ve doğadan kopuk kapalı mekânların içine daha fazla yerleştik.
Yapay olarak ışıklandırılmış ve iklimlendirilmiş İstanbul Kongre Merkezi’ndeki Contemporary İstanbul’da dolaşırken gölgelerimiz yoktu. Ama duvarlara vuran gölgeler gördük. İtalyan sanatçı Fabrizio Corneli’nin formlara dönüştürdüğü gölgelerden yaptığı duvar resimleri. Kolektif yönümüzü temsil eden, kimliksiz, karanlık gölgeyi Carl Jung bilinçdışı yönümüzle de ilişkilendirmişti. Corneli’nin duvara yansıyan gölge resimlerindeki matematiksel olarak özenle hesaplanmış gölgeler, bilinçli bir çabayla kimliklendirilmişler oysa. Corneli’nin, titizlikle biçimlendirdiği ve duvara yerleştirdiği metal parçaların gölgeleri tüm detaylarıyla figürler halinde duvara yansıtıldığında, gölge artık bizi korkutmuyor, evcilleştirilmiştir. Tıpkı otoyolların kenarlarındaki duvarlara dikey bahçeler yaparak doğayı evcilleştirmemiz gibi, en doğal yanımız olan ve ürktüğümüz gölgeler de duvarlarda gölge bahçelerine dönüşmüşler. Taoculuğun temel metni olan Tao Te Ching’de, “Işığı bilen ama kendini karanlıkta tutan kişi dünyanın ölçüsüdür” diye yazıyor. Artık gölgelerimizi de yitirdiğimize göre dünyanın ölçüsü kaçmış demektir.

13 Kasım 2014 Perşembe

DEVLET AYRINTIDA GİZLİDİR: MÜLK-SÜZ-LEŞ!

Ayhan Mutlu

Nejat Satı

Nejat Satı
RAHMİ ÖĞDÜL
13.11.2014
Bütünü anlamak için geriye çekilerek uzaktan bakmanın, bütünle aramıza mesafe koymanın gerekli olduğu öğretildi bize. Yakından baktığımızda, ayrıntının bütünü görmemizi engelleyeceğini düşünüyoruz. Bütünü parçalar aracılığıyla anlayamayacağımıza, parçaların bizi yanıltacağına dair anlatılar vardır ve bizi ikna etmeyi de başarmışlardır. Beş kör insanın bir fili tanımlaması, bu anlatıların başında gelir. Filin farklı parçalarına dokunan körler, fili dokundukları parçalar aracılığıyla tanımladıklarında, file dair farklı tanımlara ulaşırlar. Buradan da parçanın bilgisinin bütünü anlamaya çalışırken yanıltıcı olduğu kıssasını çıkarırız.
Oysa bu yıl 24.sü düzenlenen TÜYAP Sanat Fuarı, Artist 2014 bünyesindeki küratörlüğünü Ali Şimşek’in gerçekleştirdiği ‘MÜLK-SÜZ-LEŞ!’ başlıklı sergide yer alan kimi yapıtlar, parça bütün ilişkisini tersine çevirerek, parçanın doğrudan bütünü yansıtabileceğini gösteriyorlar bizlere. Yeryüzüyle ve kendi aralarında kurdukları ilişkilerden soyutlanıp tüm bağlarından mülksüzleştirilerek yapı bloklarının içindeki hücrelere yerleştirilen insanların, başlarına neler geleceğini mikro düzeyde de görmek mümkün. Ayhan Mutlu ve Dağhan Yürürler’in delikli tuğlalardan yaptıkları işlerde tuğlalar bir yapı bloku gibi yükselirlerken içlerindeki delikler insanların tıkılacağı hücreleri mikro düzeyde gözler önüne seriyor.
Yapılarda içleri dolu olan ateş tuğlaları kullandığımız dönemlerde bütünü yine bir başka bütünle ilişkilendirdiğimiz metaforları kullanıyorduk.Mesela devlet yine bir başka bütünle, babayla ilişkilendiriliyordu: Gerektiğinde seven, gerektiğinde cezalandıran baba metaforu. Ve biz babamızı sever gibi seviyorduk devlet babayı. Artık metaforla taşınan su ile bütüncül bir imgenin değirmenini döndürmek mümkün değil. Metafor sözcüğünün Latince kökenine baktığımızda bir taşıma edimi görüyoruz; meta: arasına, ötesine; ve phora: taşımak, nakletmek. Benzeşim ilişkisine dayanarak bir bütünün anlamını başka bir bütüne taşıma edimi. Bütün-bütün ilişkisinin geçersizleştiğini ve yerine parça-bütün ilişkisinin geçtiğini görüyoruz. Babamızı her şeye rağmen sevmeye devam edebiliriz ama parçalarına ayrılan devlet bir babayı andırmıyor.
Metafor bir bütünü taşıyamadığında metonimi girer devreye. Devlet şimdi bir metonimi olarak gösteriyor kendini. Metonimi, parçanın bütünün yerine geçmesidir. Devletin üstünü örtecek her türlü metafor bir işe yaramıyor artık; lime lime olmuş örtünün altında devleti oluşturan parçalar tüm çıplaklıklarıyla sırıtıyorlar: Madenci ve işçi ölümleri, doğa katliamı, gaz bombaları, çevik kuvvet, TOMA, eli sopalı siviller, savaş, otoyol, AVM, kentsel dönüşüm, taşeronlaşma, doğanın ve toplumun alabildiğine sömürülmesi.

Bütün ya da metafor parçalanmış ve parçaları tüm şiddetiyle görünür hale gelmiştir. Ve sanatçıların sergideki işleri de iktidar mekânlarının insanlar üzerindeki şiddetini, yine bir yapının en küçük parçası olan delikli tuğla aracılığıyla görünür kılarlarken metonimiye başvuruyorlar.

Artık devleti bir başka bütünle örterek yaptıklarını ve yapacaklarını hoş metaforlarla saklamak giderek zorlaşıyor. Çünkü devlet ayrıntıda gizlidir. Kılcal damarlara dek sızan devletin yine en iyi görüldüğü yerler parçalar ve aralarındaki mikro ilişkilerdir. Gustav Landauer (1870-1919) de devleti anlamak için bütüne değil, insanlar arasındaki ilişkilere bakmamızın yeterli olacağını söylerken bu mikro yapıya dikkat çekiyordu: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilintidir, insanların birbirine davranışlarının bir tarzıdır.” Yeryüzüyle ve birbirleriyle kurdukları ilişki ağlarından koparılan insanların soyut kümeler halinde ayrıştırılması ve bu tecrit edilmiş kümelerin arasına devletin kendisini üçüncü şahıs olarak sokması. Devleti tepelerde bir yerlerde bütün olarak değil, kurduğumuz parçalı ilişkilerde, hatta kendi bedenlerimizde aramalıyız.

Devleti ve ilişkilerini sırtımıza bir ceket gibi giyiyoruz. Sırtımızdaki ceketlerle insani niteliklerimizi görünmez kılarken, Landauer’in söz ettiği bir ilişki biçimi olarak devleti çoğaltıyoruz durmadan. ‘MÜLK-SÜZ-LEŞ!’ sergisinde yer alan bir başka yapıtta sanatçı Nejat Satı, devletin resmi belgelerinden bir ceket dikmiş; devleti ve ilişkilerini sırtımıza bir mülk olarak giymemizi ve aynı anda tüm toplumla, doğayla kurduğumuz ilişkilerden de mülksüzleşmemizi gösteriyor. Devleti ve iktidarı artık makro yapılarda değil, aralarda, parçalarda, ayrıntıda aramalıyız.

Bedenlerimize bulaşan devlet, bir kabuk olarak içinde yaşadığımız konutları biçimlendirirken, bu kabuğu terk edip dışarı çıktığımızda da yine sırtımıza geçirdiğimiz hep devletin ceketi oluyor. Devletçi ilişkileri sırtımızdan çıkarıp mülksüzleşmeden, yeryüzüyle ve birbirimizle kuracağımız tüm yatay ilişkileri yeniden mülk edinmemiz mümkün değil.

Not: Beylikdüzü TÜYAP İstanbul Fuar ve Kongre Merkezi’ndeki Kitap Fuarı’na gidenler, 16 Kasım 2014’e kadar açık kalacak TÜYAP Sanat Fuarı’nı ve küratör Ali Şimşek’in doksan iki sanatçının katılımıyla gerçekleştirdiği MÜLK-SÜZ-LEŞ! sergisini de izleyebilirler.

6 Kasım 2014 Perşembe

'TİNA' BİR KADIN ADI DEĞİLDİR

Igor Morski

Gerardo Feldstein 
RAHMİ ÖĞDÜL
06.11.2014
Denize açılmakla değişecek her şey. Ah bir açılabilsek! Dört duvar arasına kapatılmış bedenlerimiz ve düşüncelerimizin ufka doğru yönelmesi, nasıl da değiştirecek bize dayatılmış gerçekliği ve bildiğimiz tüm şeyleri. Bir tekneye atlayıp dümeni ufka doğru kırmaktan bahsetmiyorum sadece. Bir karatahta gibi duvara çakılarak sabitlenmiş, dört duvarla çevrili zihinlerimizin, çivileri söküldüğünde bir sala dönüşmesinden, duvarların ötesine, açık denizlere yönelmesinden söz ediyorum. Yeryüzünü ufuksuzlaştırmaya çalışanlar, zihinleri de dört duvarın arasında duvara çakılı karatahtalar olarak sabitlemeye çalışıyorlar. İktidar, kapalı mekânlarda rehin tuttuğu bedenler ve zihinlerde, başka bir alternatifin olmadığı yanılsaması yaratmak istiyor. Tek alternatif, açlık ile ölüm arasında köşeye sıkıştırılmış insanların ve doğanın öldüresiye sömürülmesi. Bir ölüm iktidarı var karşımızda. Ölüm sever iktidarın dört duvar arasına sıkıştırdığı bedenler ve zihinler rigor mortis, yani ölüm sonrası katılaşmanın tüm belirtilerini sergiliyorlar. Kıyıma uğrayacaklarını bilmelerine rağmen hiçbir tepki göstermemeleri, balıkçının “canlı bunlar” diye bağırarak satmaya çalıştığı tezgâhındaki balıkların halini andırıyor. Baktığınızda dipdiri duruyorlar ve gözleri parlak. Daha dikkatle baktığınızda solungaçlarının da kırmızı olduğunu göreceksiniz. Ama bunların dışında canlı olduklarına dair hiçbir belirti yok; tam bir rigor mortis hali. Bir TINA yanılsaması mı bu yoksa?
İktidar erkektir!
TINA bir kadın adı değildir; Margaret Thatcher da bir kadın değildi. Margaret Thatcher, 1980’lerde uyguladığı neoliberal politikaları savunmak için bir slogan uydurmuştu: TINA (“there is no alternative”, yani “alternatif yok” sözcüklerinin baş harfleri). Bir kadının iktidar sahibi olarak erilleşmesi, yine bir kadın adının bu eril iktidara öncülük etmesiyle örtüşüyor. İktidarın ve sloganının kadınlaşması, iktidarın cinsiyetini saklamaya yetmiyor oysa.  İktidar erkektir; başbakan da olsa, kabinesinde kadınlar da olsa kadının sadece adı vardır: Kadını kazıdığımızda altından alternatifsiz olduğunu iddia eden fallik bir nesne çıkacaktır. Ve bizim eril iktidar da alternatifsiz olduğunu iddia ediyor.
Eril iktidar fallik nesnelerle dolduruyor her yeri: Alabildiğine yükselen betonlar. Ve bu fallik nesnelerin içinde rigor mortis halinde katılaşmış bedenler. Bu erilliğin izini, Anaksagoras’ın (İ.Ö. 510-428) madde kavramına dek sürmek mümkün. Maddeyi ikiye ayırmıştı filozof. Bir tarafta etkin bir kuvvet olarak rol oynayan ve Nous (akıl) adını verdiği madde, diğer tarafta bu etkin maddenin biçimlendirdiği edilgen madde. Durmadan form dayatan Akıl erildir. Eril iktidarın akışkan yaşama ölü formlar giydirerek, yaşamı bir rigor mortis halinde dondurmak işine geliyor. Ölüm sonrası katılığına bürünmüş varlıkları istediğiniz gibi tezgâha düşürebilir, sömürebilir ve manipüle edebilirsiniz çünkü. İktidarın tezgâhına düşürülmüş ya da duvarına çakılmış varlıklara iktidar, başka alternatifin olmadığını söylüyor.
Bildiğimiz tekrarlar...
Duvara sabitlenmiş karatahtalar, iktidarın yazısı ile doldurulmaya elverişlidir. Ve ufuksuz bırakılan yeryüzü yine iktidarın yazısı, coğrafya (yer-yazımı) ile doldurularak kodlanacaktır. Zihinlerin ve bedenlerin kapatılma projesini tamamlamak istiyor iktidar. Sık sık deniz kıyısında yürüyüşler yapmanızı ve bizden hep kaçacak ufuk çizgisine, bir zihinsel alıştırma olarak yönelmenizi öneririm. Zihinsel deniz yolculukları, kapatıldığımız ülke denilen hapishaneden kaçma planları yapmamızı sağlayacaktır. İçine kapatıldığımız çember iktidarın düzenlediği ritüellerden, uyuşturan tekrarlardan oluşuyor. Bildik ve beklenen tekrarlar. Bizi şaşırtacak, mevcut şeyler düzenini bozacak olmadık şeyler ufkun ötesinde uzanıyor oysa. O yüzden sık sık ufuk çizgisinin ötesine zihinsel yolculuklara çıkmakta fayda var. Lewis Carroll’un “Aynanın İçinden” kitabında Kraliçe de Alice’e olmadık şeylere inanması için temrin (alıştırma) yapmayı tavsiye ediyordu: “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan; bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu.”
Gökyüzüyle deniz
Kapalı ve tanımlı, tekrarlardan oluşan sahte dünyadan kaçmak için Truman Show’un kahramanı da ufka yönelmişti. Ya da Alman Romantizmi’nin kurucularından Johann Gottfreid Herder de denize açıldığında başka alternatiflerin olabileceğini keşfetmişti. Truman’ın teknesinin sahte ufuk çizgisine saplanması korkutmasın sizi. Herder, 1769’da denize açılmayı başarmış ve duygularını şu şekilde ifade etmişti: “Gökyüzüyle deniz arasında salınan bir gemi, düşünceye ne kadar geniş alanlar açıyor! Burada her şey düşüncelere kanat takıyor, hareket veriyor ve hava sahasını genişletiyor! Çırpınan yelkenler, sürekli çalkalanan gemi, gümbürdeyen dalgaların akıntısı, uçuşan bulutlar, sonsuz genişlikteki hava sahası! Kıyıdayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı”  (bkz. Rüdiger Safranski, Romantik, çev. Ali Nalbant, Kabalcı). İktidarın ölü noktasına çivilenmiş ve çemberinin içinde sıkışıp kalmış ölüm katılığındaki bedenlere ve zihinlere Herder’den değerli bir tavsiye.

30 Ekim 2014 Perşembe

ZAMANI VE MEKÂNI KULLANMA KILAVUZU


RAHMİ ÖĞDÜL
30.10.2014
Artık süreç lafı duymak istemiyoruz; o kadar çok duyduk ki, süreç sözcüğünün gerçek anlamını yitirdiğini ve neredeyse mide bulandırıcı bir deyime dönüştüğünü görüyoruz. Süreç, iktidarın kendi tasarlayıp çektiği filmin banyo edilme sürecinden başka nedir ki? Ya da daha açık söylemek gerekirse, iktidarın kendi imgesini dayatma süreci. Mekân ve zaman tutuklu kalmıştır iktidarın elinde; o yüzden her ikisi de tutucudur. İktidarın mekânı, yine kendisinin dayattığı mevcut şeyler düzenini korurken, zamanı da şeylerin içlerinde barındırdıkları gizil güçleri açığa çıkartmayacak şekilde örgütlenmiştir. Mekânın içinde yer alan mevcut şeyleri oldukları gibi koruma ve onlara aşkın bir düzen dayatma çabasında olan iktidar, süreç kavramıyla zamanı da denetlemek, her türlü değişimden dönüşümden arındırmak istiyor. Süreç, iktidarın elinde tutuklu kalmış zamanın adıdır.

BİZİMKİSİ BİR TABLO DEĞİL!
Despot bir iktidarın kafasındaki imgeden medet umanları da anlayamıyorum. Banyo sürecinin sonunda filmin üzerindeki görüntünün görünür hale gelmesi gibi, iktidar da zamanı denetlediği ölçüde, kafasının içindeki aşkın imgeyi görünür kılmayı süreç olarak dayatıyor bize. Oysa süreç, tüm kuvvetlerin aynı anda etkileşime geçerek, önceden tasarlanmamış ve bilinemeyen yepyeni bir görüntünün içeriden yüzeye çıkmasıdır. Kuvvetler alanı olarak toplumun katılacağı bir müzakereyle, etkileşimle, gizli olan bir görüntüyü hep birlikte boyamaktır. Önceden bu görüntüyü hayal edebiliriz ama despot iktidarınki gibi kesin bir tablo değildir bizimkisi.
Bizimkisi daha çok Alfred Hitchcock’un 1963 tarihli “Kuşlar” filmde olduğu gibi, dünyayı devasa bir markete çeviren iktidarın marketine saldırmak üzere, ayrı düşürülmüş kuş türlerinin bir araya gelmesi gibidir. İktidarca ve kapitalist ilişkilerle kurulmuş bu markete saldırı, yeniden kurulacak bir dünyanın ilk habercisidir. Filmde, kuşların saldırdığı kasabanın adı Bodega Bay’dir. Bodega, İspanyolcada dükkân ya da market anlamına gelmesinin boşuna olmadığını düşünüyorum. “Kuşlar” filminde, daha önce yan yana gelmeyen, bir arada hareket etmeyen kuş türlerinin, bir araya gelerek yeryüzünü felakete sürüklemiş kapitalist ilişkileri simgeleyen markete saldırmaları, market sahibi tarafından bir felaket olarak algılanabilir ama market sahibinin felaketi, kuşların ve yeryüzünün kapitalist ilişkilerden kurtuluşudur. Doğal bir felaket gibi inerler Bodega’nın üzerine. O yüzden doğal felaketlere bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Kuşların markete saldırmaları, yeryüzünün kurtuluşudur.

MARKETLER ŞAŞIRTMAZ BİZİ
İktidarca dayatılan süreç, marketin kapalı ve tanımlı mekânındaki zamanın adıdır ve marketin zamanı, market formunda mekânsallaşmıştır. Marketin, tıpkı mekânda olduğu gibi kompartmanlara, reyonlara ayrılmış zamanı çizgiseldir, zaman otoyollaşmış ve doğrusal hale gelmiştir. Market bizi hiç şaşırtmaz; reyonlar arasında dolaşırken elimizle koymuş gibi buluruz malları. Ve aşırı kimliklendirilmiş malların başka şeylere dönüşmelerini önlemek için raf ömürleri üzerlerine yazılmıştır. Şeyler, doğada olduğu gibi zamanın içine yerleştirildiklerinde, içlerindeki gizil güçleri açığa çıkarmak için kışkırtılırlar oysa; o yüzden devrimcidir doğanın zamanı. Ormanda yolumuzu kaybetmemiz, ağaçların çizgisel zamanı ve mekânı saptırmasındandır; ağaçlar önce yolumuzu kaybettirir, ardından da kendi yolumuzu bulmak ve içimizdeki gizil güçleri açığa çıkartmak için bizi kışkırtırlar. Ve yolumuzu ararken başka bir şeye dönüşebiliriz. Doğada raf ömrü yoktur çünkü.
Artık bir yolağzında duruyoruz: bir yol ormana, diğer yol ise markete çıkıyor. Ya da bir yol çokluğa, değişime ve dönüşüme, diğer yol ise aşırı kimliklendirilmiş ve raf ömürleri biçilmiş malların sergilendiği markete. İktidar her türlü değişimi ve dönüşümü, çokluğu dışarıda bırakacak bir marketin çizgisel zamanını süreç olarak dayatırken, doğal felaketler bu çizgisel zamanı parçalayarak, tüm canlılara biçilen raf ömürlerini iptal ediyor ve yeryüzünü bir çokluk ve değişim, dönüşüm düzlemi olarak yeniden kuruyor. Felaketlerden hele ki doğal felaketlerden hiç korkmayalım. Kuş türlerinin bir araya gelerek iktidarın zamanını ve mekânını bozdukları o anlar devrimci anlardır. Tıpkı 1830 Fransız Devrimi sırasında meydanları işgal eden devrimcilerin meydan saatlerine ya da Nisan 2000’de Brezilya’nın keşfinin 500. yıldönümü törenlerinde Brezilya yerlilerinin saatlere ateş etmeleri gibi.

KUŞLARIN İŞGALİ BİZİM ZAMANIMIZ
Yeryüzünü devasa bir markete ya da Bodega’ya dönüştüren egemenlerin zamanı ve mekânı, daha önce yan yana gelmemiş, gelememiş orman canlıları ve kuşlar tarafından işgal edildiğinde, işte o zaman bizim zamanımız ve mekânımız başlayacaktır. Bu zaman, bir görüntünün dayatılma süreci değildir; aksine birbiriyle etkileşime giren tüm canlıların birlikte kendi yollarını keşfedecekleri, önceden kestiremeseler de hayal edebilecekleri ve hep birlikte boyadıkları ve boyamaktan yorulmayacakları ve hiçbir zaman sona ermeyecek bir tablonun görünür kılındığı bir süreç olacaktır. Boyadıkça, hem mekânın hem de bizlerin dönüştüğünü göreceğiz.

23 Ekim 2014 Perşembe

KORKACAK BİR ŞEY YOK: ÖNCE SOYALIM SONRA GİYDİRELİM


RAHMİ ÖĞDÜL
23.10.2014
Soymak ve giydirmek bir ve aynı şeydir. İki karşıt eylem gibi gözükseler de bir sürecin birbirini bütünleyen parçalarıdır. Giydirmek için, önce soymak gerekir. İktidar da önce soyuyor ve sonra kendi imgesini giydiriyor yeryüzüne.
Soymak, bir varlığın kimliğini belirleyen giysilerini çıkarmaktır. Soyutlamak da bir tür soyma işlemidir; etrafımızdaki tekil varlıklar niteliklerle donatılmıştır ve bu nitelikler arasında özsel olan ve olmayan diye ayrım yaparak, öz niteliklerini göz önünde tutmak ve diğer niteliklerini çıkarıp atmaktır. Tekil varlıkları soyutlarız ya da soyarız ve ardından da soyut kavramlara ulaşırız. Soyutlamalar akıl yürütürken, düşünürken çok işimize yarasa da geçen haftaki yazımda vurguladığım gibi yaşamdan kopuk, soyut ve tecrit edilmiş varlıklar yarattığı ölçüde sınıflandırmaya, manipüle etmeye yarayan bir araç olarak devletçi mantığın kullandığı bir tekniktir. Dolayısıyla yaşayan, ete kemiğe bürünmüş ve kendi coğrafyası ve kültürüyle kurduğu ilişkilerle biricik bir konuma ve kimliğe sahip tekil insan, tüm bağlamından arındırılıp sadece insanın özünü tanımlayan niteliklerle tanımlandığında soyut bir insan kavramına ulaşırız. Bu bir soyma işlemidir.
ÖNYARGILAR VE KLİŞELER
Ya da yine soyma işlemini etnik, din, mezhep, toplumsal cinsiyet kümelerine ait tekil varlıklara uyguladığımızda, soyut bir özle onları tanımladığımızda, artık karşımızda soyut bir Ezidi, soyut bir Ermeni ya da soyut bir erkek, soyut bir kadın ya da soyut bir eşcinsel vardır. Her tekil bireyi bu kavramlarla toptan yargılama ve sınıflandırma fırsatını yakalamış oluruz. Artık herhangi bir kümeye ait tekil bireyi yakından tanımadan, dokunmadan, sesini işitmeden, kokusunu duymadan hakkında bir sürü laf edebilir, içleri klişelerle doldurulmuş kavram paketlerini üzerlerine boca edebiliriz. Önyargılar ve klişeler, tekil bir bireyi yakından tanıma önündeki engellerdir. Ve hayattan kopuk kavram paketlerinin içine sıkıştırdığımız tekil varlıklar, artık bizim için bir kavramdan ibarettir sadece. Milliyetçi, ırkçı, dinci, cinsiyetçi yaklaşımların yarattıkları soyut kavramlar, tehlikeli silahlardır aynı zamanda ve bir kavram insan öldürebilir. Tüm ırkçı, milliyetçi, dinci savaşlarda ve gündelik hayatta kadınların ve eşcinsellerin, transların bu kadar sık öldürülmesinde, devletçi mantığın inşa ettiği bu kavramlar bir silah olarak kullanılmıştır. Öldürülen bir insan değildir, soyut bir kavramı bir başka soyut kavramla öldürür gibi kolaylıkla öldürebiliriz bir canı.
Bir canı ait olduğu ilişkilerden soyduktan sonra iktidar, onu kendi imgesine göre giydirmek isteyecektir önce; giydiremediğinde ya sürgüne gönderir ya da kıyıma girişir. Uluslaşma tarihi bir soyma ve giydirme tarihidir; ulus imgesine göre giydiremediği bireyleri ya sürgüne göndermiş ya da toplu kıyımlara maruz bırakmıştır. Devlet denilen soyutlama makinesinde yaşayan tüm bireyler bu soyma ve giydirme işlemine tabi tutulur. İktidarın kabul etmediği doğalarından soyulurlar ve bir giysi gibi iktidarın imgesi geçirilir üstlerine. Soyma edimi olmadan yeni giysiler giydiremezsiniz hiç kimseye. Hıristiyanlığın kurucularından Aziz Pavlus, İncil’in Koloselilere Mektup bölümünde açıkça yazmıştır bunu: “Uygulamalarıyla eski doğanızı çıkardınız sırtınızdan ve yaratıcının imgesinin ardından bilgi bakımından yenilenmiş yeni doğayı geçirdiniz sırtınıza.” Bu kadar basit. İktidar, tahakküm altına aldığı tüm bedenleri önce soyuyor, sonra kafasındaki imgeye göre yeni giysiler giydiriyor. Eski giysileri çıkarma ve yeni giysiler giydirme işleminde kullanılan şiddetin derecesi devlet ve iktidarın yapısına göre değişebiliyor ama soyma ve giydirme işleminin kalıcı olduğunu görüyoruz.
YAŞAMI ÖLDÜREMEZSİNİZ
Şimdiki iktidarın da bedenleri ve zihinleri geçmişe ait tüm niteliklerinden soyup onları yeni giysilerle örtmeye çalıştığına tanık oluyoruz. Tüm kurumlar, kurumları oluşturan bedenler bu soyma ve yeniden giydirme işlemine maruz kalıyorlar. Neredeyse bebekleri bile toplumsal cinsiyete göre örtmesi, yasalarla zihinlere ve bedenlere örtüler giydirmesi, Ankara’daki sarayının bahçesindeki eski doğayı çıkarıp, bahçeye yeni bir doğa giydirmesiyle çakışıyor. Ama olmuyor; kesilen binlerce ağacın yerine saray bahçesine dikilen ithal ağaçların da öldüğünü öğreniyoruz basından. Doğaya ve insan doğasına bulaşan iktidar, dokunduğu her şeyi öldürüyor. Yine de bizi ikna etmekten de geri durmuyor tabii: “Görüldüğü kadar kötü bir şey değil. Tabii ki Allah göstermesin, bulaşınca öldürüyor.” Yaşamı öldüremezsiniz. Yaşam tüm örtüleri parçalayan, kudretli bir oluş halidir. 

16 Ekim 2014 Perşembe

KARŞINIZDA BAKKAL DEĞİL, ÇOK ULUSLU BİR HİPERMARKET VAR!

Dimitri Daniloff

Ana Alvarez-Errecalde
RAHMİ ÖĞDÜL

16.10.2014

Alabildiğine soyalım her şeyi. Tüm niteliklerinden arındırıp çırılçıplak bırakalım ve sonra bu soyut varlıkları birbirine düşman kümelere yerleştirelim. Devletin soyutlayıcı zihni, yaşam unsurlarının yeryüzüyle ve kendi aralarında kurdukları ilişkileri soyutladığında, şeyleri yaşamsal niteliklerinden soyup çırılçıplak bıraktığında artık ilişkiden söz edemeyiz; araya giren devlet vardır sadece. Arabozucu ve arabulucu rollerini oynar durmadan, kendi varlığını meşrulaştırmak için ayrıştırarak iş görür. Ve bu devlet mantığını gündelik yaşama, doğayla ve toplumla ilişkilerimize taşıdığımızda,  yaşamı soyut ve birbiriyle çatışan kümeler halinde kurguladığımızda, Gustav Landauer’in devlet tanımını yinelemiş oluruz: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilintidir, insanların birbirine davranışlarının bir tarzıdır.”  Yeryüzüyle ve birbirleriyle kurdukları ilişki ağlarından koparılan yaşam unsurlarının soyut kümeler halinde ayrıştırılması ve bu soyut kümelerin arasına devletin kendisini üçüncü şahıs olarak sokması. Ardından yapılacak ilk şey bu kümelerin, yaşamdan koparılmış, bağlamından soyutlanmış ve tüm niteliklerinden arındırılmış patlamaya hazır kümelerin arasına ateşler yerleştirmektir. İşte size bir savaş ya da iç savaş için gerekli olan her şey.

POLANSKİ’DEN KISA BİR FİLM
‘Melekler Düşerken’,  yönetmen Roman Polanski’nin 1959 tarihli kısa filmi. Polonya’daki Lodz Devlet Film Okulu’ndan mezun olurken çekmiş; insanlık tarihini özetliyor sanki. Filmin sonunda yer alan sahnede, birbirini öldürmeye programlanmış soyut varlıklar, yitirdikleri insani niteliklerini tam yeniden kazanırlarken, devletin üçüncü şahıs olarak kendisini araya sokmasıyla ilişkileri bozulur. Savaş alanının ölümcül ortamından kaçıp bir harabeye sığınan iki düşman askerin karşılaşma sahnesi. Önce tüfeğini doğrultur düşmanına; sonra silahsız olduğunu ve dostane tavrını görünce tüfeğini indirir ve yüzünde kısa bir an bile olsa beliren gülümseme, soyut varlığın yeniden ete kemiğe büründüğünün göstergesidir. Düşmanı, bir şeyler paylaşacağını ima eden bir jestle elini paltosunun içine sokar. Kuşkuya kapılır bizimkisi ve kendisine biçilen soyut ölüm makinesi rolüne geri döner; yüzünde rolüne uygun olarak düşmanca bir ifade belirdiğinde, bir ilişki biçimi olarak devletin kendisini yeniden araya soktuğunu anlarız; tüfeğini düşmanına doğrultur ve ateşler, düşmanı ölmüştür.

KAPİTALİST İLİŞKİLER HUSUMETLİ İLİŞKİLER
Ölü düşmanının paltosunun içine sokulu elini dışarı çıkardığında, avucunda iki dal sigara görür. Mermi hedefini ıskalamamıştır; ama sigaralarını tüttürürken, kendilerine biçilen rolün dışına çıkıp doğrudan ilişki kurma, kendi mekânlarını yaratma fırsatı ıskalanmıştır. Bir kez daha devlet girmiştir araya. Birbirinden soyutlanarak düşman kompartmanların içine yerleştirilen varlıkların doğrudan ilişkileri, devletin araya girmesiyle bir kez daha engellenmiştir.

Yeryüzüyle ve aralarındaki ilişkilerinden koparılıp soyutlanan ve kompartmanlara yerleştirilen unsurların yeri ya savaş alanı ya da marketlerin raflarıdır.  Kapitalist ilişkiler, husumetli ilişkilerdir. Herkes ait olduğu kompartmanın, dükkânın ya malı ya da mülk sahibi gibi hissetmeye başlayınca, rekabet ilişkileri giderek husumet ilişkilerine ve savaşa dönüşecektir. Devletlerle, büyük marketler arasında benzerlikler vardır o yüzden. Birbirinden soyutlanmış malların dizili olduğu rafları işleten market sahibi gibidir iktidar. Dizi dizi malları istediği gibi sınıflandırıp pazarlayabilir.  Üstelik iktidar kendi ağzıyla bunu ima etmiştir. “Karşınızda bakkal dükkânı değil, devlet vardır” cümlesi devletin, doğrudan hipermarket ya da marketlerin marketi olan AVM ile benzerliğini akla getiriyor. Durduk yerde bir ticarethaneyi devletle yan yana getirdiğinizde, devletin bir bakkal dükkânı olmadığını söylediğinizde, her ülkede şubeleri olan, egemenlerce yönetilen, çok uluslu ve kişiliksiz bir hipermarket ile hâlâ insani ve enformel ilişkilerin geçerli olduğu yerel bakkal dükkânı arasındaki bir kıyaslamayı ima ediyorsunuzdur. İktidar bu anıştırmayı yapmamış olsaydı da, ülkenin satışa çıkarılan mallarını her gün basından okudukça, kendimizi marketin raflarındaki mallar gibi hissediyorduk biz zaten.

BİRBİRİMİZE DOKUNMAYI UNUTMAYALIM
Evet, devlet denilen hipermarketin raflarındaki mallar gibiyiz. Biz tükendikçe, raflarını yeni mallarla zenginleştiriyor. Tüm yaşamsal niteliklerinden, aralarında kurdukları doğrudan ilişkilerden soyutlanan varlıklar, ya piyasada müşteri beklerken ya da savaş alanında birbirlerini öldürürken buluyorlar kendilerini. Galiba tüm mesele mal olmak ya da olmamakta yatıyor. Bir ilişki biçimi olarak devleti aradan çıkardığımızda, ancak o zaman paltomuzun içinde sakladıklarımızı birbirimizle paylaşırken, soyutlanmış tüm niteliklerimizi yeniden kazanacağımızı ve birbirimize dokunabileceğimizi unutmayalım lütfen.

.