27 Şubat 2014 Perşembe

ÇÖZÜNÜRLÜĞÜ DÜŞÜK KADIN BEDENİ


RAHMİ ÖĞDÜL

27.02.2014

Sis mevsimindeyiz. Yeryüzüne inen buğu yaşamın çözünürlüğünü azaltarak nesneleri ve aralarındaki ilişkileri net şekilde görmemizi engelliyor. Bu doğal olaya politik bir sis perdesi eşlik ediyor aynı anda. İktidar da çözünürlüğü düşük görüntülerle her şeyi bulanıklaştırıyor. Pikseli düşük bir ortamın içinde şeyleri seçmekte zorlanırken, iktidarın işaret ettiği bir şeyi, yine iktidarın dili ile tartışırken buluyoruz kendimizi. Kabataş’taki olayın çözünürlüğü düşük görüntülerinde kadın bedeni netliğini yitiriyor. Mozaiklenen kadın bedenine indirilen sis, kadın bedeninin tüm zamanlarda maruz kaldığı şiddeti görünmez hale getiriyor ve eril iktidarın kadın bedenini malzeme yaparak kendi ataerkil iktidarını pekiştirmek amacıyla kullandığını seçemiyoruz. Bu sadece politik iktidarın cephesinde gerçekleşmiyor; yaşamın kılcal damarlarına kadar sızmış iktidar, gündelik konuşmalarımıza yansırken, iktidarın eril dilini durmadan çoğaltıyoruz.

BEDENE İNDİRİLEN SİS
İngiltere’de yaşayan sanatçı Luke Jerram’ın, Bristol Temple Meads Tren İstasyonu’na yerleştirilmiş ve ‘Maya’ ismini taşıyan kız çocuğu heykeli yaşadığımız duruma ışık tutması açısından güzel bir örnek. Piksel yöntemi kullanarak gerçekleştirdiği bu heykele yakından baktığımızda çözünürlüğü düşük olduğu için netliğini yitiriyor; uzaklaştıkça giderek netleşen küçük bir dişi bedeniyle karşılaşıyoruz. Ya da Amerikalı sanatçı Craig Alan’ın kadın portrelerine çok yakından baktığınızda sadece bir erkek kalabalığı göreceksiniz. Resimden uzaklaştıkça kadın portresi belirginleşiyor. Kabataş olayında da çözünürlüğü düşük görüntülerin içine o kadar çok gömüldük ki kadın bedeni netliğini yitirirken bir erkek kalabalığı ve kullandıkları eril dili görebiliyoruz sadece ve tüm zamanların iktidarı olan ataerkilliğin bulanık sularında yüzerken buluyoruz kendimizi. Kıyıya çıkıp bulanık sulardan kurtulduğumuzda şeyler seçilir hale geliyor; bedene ve özelde kadın bedenine indirilen sis perdesi ya da mozaik dağılırken tüm çıplaklığıyla görebileceğiz her şeyi.

Politik iktidarlar, rejimler değişse de ataerkilliğin fallus merkezli, “dik dur eğilme” düzeninin hiç değişmeden sürdüğünü göreceğiz. Erkeğin kendini kadın üzerinden ve kadını tahakküm altına aldıkça kurduğu eril iktidarın tüm zamanları boylamasına geçerek günümüzde de sürdüğünü göreceğiz. Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün ne zaman ortaya çıktığı tartışmalı olsa da felsefede akıl olarak kavramsallaştırılan kudretin faili olarak erkeğin izine Anaksagoras’ta rastlıyoruz. İ.Ö. 5 yüzyılda, maddeyi etkin ve pasif olarak ayırdığında eril ve dişil kavram çiftinden yararlanıyordu filozof Anaksagoras. Nous (akıl) adını verdiği bu etkin madde edilgin olanı harekete geçiriyor ve dolayısıyla evreni biçimlendiriyordu. Batı ontolojisinin bu ikili karşıtlık üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz: etkin ve biçimlendirici olan erkek ile biçimlendirmeye maruz kalan edilgen dişi.  Eril olan, etkin bir güç olarak olumlanırken, bir dizi kavramla birlikte anılıyor: kültür, akıl, efendi, özne gibi.  Edilgin dişiye eşlik eden kavramlar ise doğa, beden, köle ve nesnedir. Erilliğin ve dişiliğin tüm toplumlarda simgelerini görebiliyoruz ve toplumsal örgütlenmemiz, mimarimiz bu karşıtlığı simgesel boyutlarda yansıtıyorlar; diklemesine yapılanan hiyerarşik örgütler, giderek daha fazla dikilen bir kent, erilliği simgelerken, dişilik düşük pikselli bir resim gibi bulanıklaşıyor kent içinde. Erkeğin gösterdiği ölçüde görebiliyoruz kadını; işin tuhafı kadınlar da erkeğin bakışına göre biçimlendiriyorlar kendilerini.

BEDENİN SÖZÜ YOK!
Ataerkilliğin tüm politik, kültürel, ahlaki, toplumsal değerleri kadın bedeni üzerine kurulmuştur. Bir mülk gibi dikenli tellerle çevirdiğimiz ve uygarlaştırmaya çalıştığımız kadın bedeni, mülkiyetin eril değerlerine göre yargılanıyor; namus başka nedir ki? Şiddeti mazur göstermek için kullanılan namus kavramı, giderek daha fazla can alır oldu; kadın cinayetlerinin on yılda yüzde 1400 arttığını okuyoruz basından ve bu artışa LBGT bireylerine uygulanan şiddeti de eklemeliyiz. Bir toplumsal cinsiyet başka toplumsal cinsiyetlere şiddet uygularken, bedenlerin kendilerine dair söz söyleme, kendilerini istedikleri gibi kurma hakkı gasp ediliyor. Kabataş olayında tanık olduğumuz gibi kadın bedeni erkeklerin bir oyun alanı haline gelebiliyor; günlerdir bu politik oyun gündemde kaldı. Bu oyunu durmadan dillendirerek hem kadın bedeninin aşağılanmasını sürdürüyor hem de bu aşağılamadan politik yarar sağlıyoruz; iktidar, tüm zamanların iktidarı olan ataerkilliğe eklemlendikçe “dik dur eğilme” tezahüratlarıyla giderek dikleşirken, kadın bedeni çözünürlüğü düşük bir görüntü olarak silikleşiyor. Bu kadar dikleşen eril toplumun demokratikleşmesi, erkekler tarafından yazılan ve uygulanan tarihin değişmesi, Deleuze’ün söylediği bir kadın-oluş yaşamaktan geçiyor;  nesneleştirilen, edilgenleştirilen, eril akla tabi kılınan kadınlar da, yaşanacak bu kadın-oluştan muaf olmamalı tabii.

20 Şubat 2014 Perşembe

İKTİDAR PORNOSU: EBU GARİB'İ GÜNCELLEMEK




RAHMİ ÖĞDÜL

20.02.2014

İnternet yasaklarına karşı çıkanları porno lobisi olarak suçlayan iktidar yanlısı basın, asıl porno lobisinin iktidar olduğunu gözlerden kaçırmaya çalışmıştı. Ama Kabataş yalanından sonra, değme porno yazarlarına taş çıkartacak bir öykü tüm çıplaklığıyla ortada duruyor, bir hard porno öyküsüyle karşı karşıyayız. İnternet sitelerinde fantezilerini birbiriyle paylaşan porno severlerin hoşuna gideceği bir metin var iktidarın elinde. Gündelik konuşmalarında iktidarın dili eril aklın cinsel fantezilerine doğru kayarken, pornonun sınırlarında geziniyordu zaten (“Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, ‘bunların gerçeği bu’ diye”; “Adli Tıp raporlarını nerenize koyacaksınız”; “Bu milletin a…’na koyacağız”). İktidar kullandığı dilde aşama kaydetmiş ve olay örgüsüyle kahramanlarıyla tam bir porno metin kaleme almıştır.

ŞİDDETİN RESMİ İMGELERİ ARTER’DE
Max Weber’in tanımıyla “fiziki şiddet tekelini” elinde tutan devlet, işkence sahneleriyle pornografik öğeleri harmanladığı sadist metinlerde çok başarılı olduğunu kanıtlamıştır; ülkemizdeki cezaevlerinde ve Irak işgali sırasında Ebu Garib Cezaevi’nde yaşananlardan biliyoruz. Amerikalı askerlerin tutsak aldıkları Iraklı erkek ve kadınların üzerinde uyguladıkları bol işkenceli, sadist porno sahneleri basına yansıdığında, devlet aklı ile porno arasındaki ilişki tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı: “Yaz sıcağında demir sandalyelere zincirleniyorduk ve üzerimize idrarlarını yapıyorlardı”; “Bir tutsak mastürbasyon yapmaya zorlanıyor, bir diğerinin kafası duvardan duvara vuruluyordu”; “benim yan hücremde bir mücahidin hanımı vardı. Bu hanımı inanın tam iki ay çırılçıplak bıraktılar.” Ebu Garib’ten sağ çıkanların anlattıkları bu kadarla bitmiyor tabi. Satar Cabbar adlı Iraklı bir tutukluyu bir sandığın üzerinde, vücuduna elektrikli kablolar bağlanmış halde gösteren fotoğraf, iktidarın işkencesine maruz kalanları temsil eden, tüm zamanların ikonu olarak görsel belleğimize kazınmıştı. Bu imgeye Marc Quinn’in Arter’deki sergisinde rastladığımızda çizgisel zamanın parçalandığını ve tüm yeryüzü tarihinin bu imgede yakalandığını hissediyoruz. Batı’nın ikonolojisinde bu imge, tüm insanlar adına acı çeken ve insanları kurtarmak üzere yeryüzüne geri dönecek İsa imgesini hatırlatıyor bize. İktidarın pornografik fantezilerine, sadist işkencelerine maruz kalan, bastırılan insanlığın bir gün yeryüzüne geri döneceğine ve yeryüzünü kurtaracağına inananlardan biriyim.

BENİM HÂLÂ UMUDUM VAR
Bastırılan insanlık yeryüzüne geri döndüğünde, iktidarın kendi motifleriyle döşediği zemin hızla değişecek, umutluyum. Bunun emarelerini yeryüzünün dört bir yanında görüyoruz. İktidarın özenle döşediği zemin hızla değişirken geleneksel iktidar motifleri yerini isyanın, özgürlüğün, yaratıcı ateşin renklerine bırakıyor. Ne iktidar ne de bizler bastığımız zemini güvenli hissetmiyoruz artık. Marc Quinn’in sergisinde üzerinde yürüdüğümüz jagarlı halılar dünyanın dört bir yanından isyancılarla ve isyan ateşleriyle kaplı; “Tarihin Yaratılışı” başlığını taşıyan Quinn’in halılarının üzerinde yürürken kaya gibi köklü, katı kavramlarımızın lav olup ayaklarımızın altında sıvılaştığını, tehlikeli sularda, ateşten suların üzerinde yürüdüğümüzü duyumsuyoruz. Evrenin ateşten yapıldığını unutmuş ve iktidarın katılığında donup kalmıştık. Oysa kadim zamanlarda Herakleitos evrenin ana maddesinin ateş olduğunu söylemişti bize. Evren tükenmez, canlı bir ateştir, bitip tükenmeyen bir yanma, oluş sürecidir.

GÜNEŞE DOĞRUDAN BAKMA HALİ
Yaşamı besleyen ve çoğaltan evrenin ateşiyle, bitip tükenmek bilmeyen oluş süreciyle bütünleştiğimizde iktidarın şiddet içeren katılığı eriyecek: Güneşe dönüşmek. İngiliz ressam J. M. W. Turner görmenin bedensel bir şey olduğunu inanıyor ve doğrudan bakmak yerine evren ile aramıza aracılar yerleştirerek özne ve nesne ayrışmasını pekiştiren anlayışlara karşı çıkıyordu.  Güneşe doğrudan bakmak, özne ve nesne ayrılığını iptal etmek, ateşi ve bedeni birleştirmek için tablolarında güneşi resmetmişti; ve bu güneş artık göz ile birleşmiş bir güneştir ya da göz küresinin güneşe dönüşmesidir. “Tufandan Sonraki Sabah” (1843) ya da “Güneşte Duran Melek” (1846) tablolarında güneş bedenleştirilmiş, bedene ait kılınmıştır. Kimi eleştirmenler bu güneş tablolarının birer otoportre olduğunu söylüyor, ateşten otoportreler (bkz John Crary, Gözlemcinin Teknikleri, Metis). Marc Quinn’in sergisinde de “Dünyanın Zihinle Buluştuğu Yer” tablosunda devasa bir göz küresi ile karşılaşıyoruz; sanatçı göz küresinin, görme olayının bedenleştiği yer olduğunu vurgularken, Turner’ın açtığı yoldan gidiyor; “Yıldızların Görünmediği Harita” serisinde ise göz küresi ile yerküreyi çakıştırmış. Dünyayı seyirlik bir nesne olarak değil, bedenimiz gibi ele aldığımızda yeryüzü tarihinin değişeceğini biliyoruz.

İktidar kendi pornografik temsillerini gerçekleştireceği bir sahne olarak tasarlıyor yeryüzünü; doğaya ve topluma durmadan tecavüz ediyor ve bizler de sadece içimiz burkularak seyrediyoruz bu sahneleri. İktidarın temsillerini seyretmek yerine yeryüzüne geri dönmeyi denesek; yeryüzüyle bütünleştiğimizde, iktidarın sadist işkencelerini kendi bedenlerimizde hissettiğimizde, bastırılan insanlığın yeryüzüne geri döneceğine inananlardanım.


Not: Marc Quinn'in Arter'deki "Aklın Uykusu" başlıklı sergisi 27 Nisan 2014 tarihinde sona erecek. 

13 Şubat 2014 Perşembe

KÖR KUYULARDA UFUKSUZ BIRAKMAK




RAHMİ ÖĞDÜL
13.02.2014
Ülke giderek Truman Show ile George Orwell’in 1984’ü arasına sıkıştırılmış bir mekâna dönüşüyor. Kapalı devre yayın yapan üç boyutlu bir simülasyon evrende yaşıyoruz, tıpkı Truman gibi. Yere bağımlı bir yaşam sürer, yerin sosyo-politik belirlenimlerini kabul edersek sorun yok gibi. Sınır mefhumunu dert etmediğimizde mutlu bir yaşam sürdüğümüz yanılsamasına kapılıyoruz kolaylıkla.  İktidarın belirlediği kodları verili kabul ederek simülasyonun içine keyifle yerleştiriyoruz kendimizi. Sonra, nasıl oluyorsa birden ufuk çizgisi kışkırtıyor bizi; yerden kopmak, evden dışarı çıkmak, uzaklara gitmek isteği kabarıyor içimizde.

BAŞKA SESLER İŞİTME ARZUSU
Çizginin ötesi kışkırtıcıdır. Evin boğucu havasından çıkmak, çizginin ötesine geçmek, başka sesleri işitmek arzusunu duyumsarız. Tam da Truman Show’un kahramanının duyumsadığı bir arzu. Ya da on iki ton müziğine nasıl ulaştıklarını anlatan Anton Von Webern’de rastladığımız türden bir kaçış: “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” (Yeni Müziğe Doğru, çev. Ali Bucak, Pan Yay.). Evin ya da yerin egemen havasını, hep aynının kılık değiştirerek kendini gösterdiğini fark ettiğimizde sorun başlıyor, boğulacak gibi oluyoruz ve gitmek istiyoruz. Ufuk çizgisine doğru yönelmek, yolculuğa çıkmak. Ufkun olmadığını, yaşadığımız yerin duvarlarla kapalı bir hapishane olduğunu fark edince ne yapacağız peki? Filmin sonlarında Truman yelkenlisiyle ufka doğru yöneldiğinde, tekne cıvadrasının ufka saplandığı ân filmin en etkileyici sahnesidir. Hayal kırıklığıyla iç içe geçmiş bir aydınlanma yaşar kahramanımız. Gösterinin sona erdiği ândır bu. Ufuk diye yıllardır kahramana yutturulan, duvarın üzerine boyanmış bir manzara resminden başka bir şey değildir. İktidar bizi ufuksuz bırakıyor; kendisinin kodladığı yere, eve bağlamak, duvarlarını da kendi manzaralarıyla döşemek istiyor.

UFUK ÇİZGİSİNİN PEŞİNDE
Özgürlük bir sınır mefhumuyla ilişkili olmuştur her zaman. Soyut bir özgürlük kavramı, yerin kodlarını su ve balık ilişkisi gibi yaşayan biri için çok fazla şey ifade etmez. Ancak bir sınırla karşılaştığında ve bu sınırı aşma arzusu engellendiğinde derinlemesine duyumsar özgürlüğü. İktidarın belirlenimleriyle, kodlarıyla döşenmiş bir ortamı fark edip dışarı çıkmak, sınırları aşmak istediğimizde özgürlük somutlaşıyor. Bizden hep kaçan bir ufuk çizgisinin peşinden gitme isteği. Ulaşabildiğimiz, dokunabildiğimiz ufuk çizgisi iktidarın bir kandırmacasıdır, Truman Show’dan biliyoruz. Kahraman ufuk çizgisine dokunduğunda onun sahte olduğunu anlar. Oysa hakiki ufuk çizgisi hiçbir zaman ele geçmez, ona doğru yöneldikçe hep kaçar bizden ve hep kovalarız onu. Özgürlüğün tanımını, bizden kaçan ufuk çizgisiyle birlikte düşünmemiz gerekiyor. Aşırı belirlenmiş, hep aynının kılık değiştirerek kendini yinelediği bir yerden, beklenmedik şeylere doğru serüvene çıkmak. Sinemacı Robert Bresson’un ‘Sinematograf Üzerine Notlar’ındaki önerisi ufuk çizgisi için geçerli: “Beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın” (çev. Nilüfer Güngörmüş, Nisan Yayınları). Beklenmedik şeyleri bekliyor olmak, ufuk çizgisine yönelmektir. Benzer öneriyi Lewis Caroll’un ‘Aynanın İçinden’ kitabında da okuyoruz; kraliçe Alice’e, olmadık şeylere inanması için alıştırma yapmasını öneriyordu: “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan” der Kraliçe, “bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu” (çev. Tomris Uyar, Can Yay.). Ufuk çizgisine yöneldikçe olmadık, beklenmedik şeylere gizlice hazırlamalıyız kendimizi.

İKTİDAR ÖZGÜRLÜĞÜ AVM’LERDE KİLİTLİ
İktidar ufuk çizgisi yanılsaması yaratmak için ülkenin duvarlarına kendi çizdiği manzara resimlerini döşerken, özgürlük tanımını da hazırlamış bizim için: “Ülkemde kişisel özgürlüklerin teminatı olduk. Herkes istediği yerde istediği gibi geziyor, gezip tozuyor, yiyip içiyor”, yeter ki ufuk çizgisine yönelmesinler. İktidarın zihnindeki gezip tozma, yiyip içme özgürlüğünün gerçekleştiği mekânlar avm’lerdir haliyle. Yapay olarak iklimlendirilmiş, ışıklandırılmış simülasyonlar. Ülkeyi devasa bir avm gibi örgütlemek isteyen iktidar, her anı kurgulanmış bir Truman Show’un kahramanları yapmak istiyor bizleri. Ufkumuzda avm vitrinlerindeki meta manzaraları. Bu ufuk manzaralarının sahte olduğunu, duvarı fark ettiğimizde, birden duvarda büyük biraderin despot görüntüsü ve sesi beliriyor. Ama artık duvarı ve iktidarın bir hologram olduğunu fark ettik ve duvarın ötesinde bizden kaçmaya hazır bir ufuk çizgisini. Ülkeyi kör bir kuyuya çevirerek bizleri merdivensiz ve ufuksuz bırakacağını sanan iktidarın da her sabah kahvaltıdan önce kendini olmadık şeylere hazırlamasında fayda var. The Rage Against Machine’in ‘Voice of the Voiceless’ (Sessizlerin Sesi) parçasının uyarısını da dinlemeli:  “Ve Orwell’in cehennemi, terör çağı gerçek oldu/ Fakat bu küçük birader de izliyor sizi.” Ufuk çizgisine doğru beklenmedik şeyler göreceksiniz, sakın şaşırmayın!

6 Şubat 2014 Perşembe

KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ: GOLEM SÜRÜLERİ


RAHMİ ÖĞDÜL
06.02.2014
Kültür endüstrisi hakkındaki makalesinde Adorno “kitlelere üflenen ruh”tan, “efendilerinin sesi”nden söz ediyordu: “Ne ilk planda kitleler söz konusudur, ne de iletişim teknikleri; söz konusu olan, onlara üflenen ruhtur, efendilerinin sesidir” (Kültür Endüstrisi içinde, İletişim Yayınları, çev. Mustafa Tüzel). Adorno yazısında belirtmese de bir Yahudi söylencesi olan ‘golem’in imalatında kullanılan araçlardır her ikisi de.  Söylenceye göre bir haham çamurdan ya da taştan bir adam yapar ve ona tılsımlı sözler fısıldayarak canlandırır; yine Yahudiliğin temel metinlerinden biri olan Talmud’da Âdem’in ruh üflenmeden önce bir golem olduğuna rastlıyoruz. Genellikle çamurdan yapılan ve golem adı verilen bu söylencesel yaratık sahibi/yaratıcısı ne derse yerine getirmek üzere planlanmıştır; sahibinin hizmetindedir, sesidir. Bu özelliğinden dolayı kendi kararlarını alamayan, başkalarına körü körüne bağlı kimseler için kullanılan bir metafora dönüşmüştür golem. Modern İbranicede aptal, aciz anlamlarını taşımaktadır.
İTAATKÂR BİREYLER
Adorno Batı rasyonalizmi konusunda kötümserdir, araçsal aklın egemenliği sosyalizmle değil, faşizmle sonuçlanacaktır. Faşizmin Avrupa’da golem sürüleri yarattığına tanıklık etmiştir. Araçsal aklın hizmetindeki kültür endüstrisinin ne menem bir şey olduğunu ve etkilerine maruz kalan bireylerin nasıl bir yaratığa dönüşeceğini öngörmüştür makalelerinde. “Kültür endüstrisinin kurduğu, mutlu bir yaşam için yönergeler değildir, yeni bir ahlaki sorumluluk sanatı da değildir” der ve devam eder “aksine en güçlü çıkarlar neyin ardındaysa ona itaat etmek yolunda uyarılardır”. Ve bu uyarılar, “özerk, bağımsız bilinçli yargılarda bulunan ve kendi kararlarını veren bireylerin ortaya çıkmasını engeller.” Adı üzerinde kültür endüstrisi; her endüstri gibi rasyonel bir üretim sürecini izler ve sonunda bir ürün oluşturmak için tasarlanmıştır: Körü körüne iktidara boyun eğen ‘golem’ sürülerini üretmek. İktidar, biçimlendirilecek bir çamur kitlesi gibi gördüğü kitleden yarattığı çamur adamların kulaklarına kendi sözlerini fısıldayarak ya da ruh üfleyerek itaatkâr golemler ordusu kuruyor. Körü körüne iktidara boyun eğecek, iktidar bağımlısı yaratıklar. Kapitalizm ruhu, efendilerinin sesi içlerinde tınlayan golemler artık iktidarın hizmetindedir.
 İKTİDAR SAHNEDE...
Adorno, “Kültür endüstrisinin propagandasını yaptığı uzlaşı, kör aydınlatılmamış otoriteyi güçlendirir” derken rasyonalizminin irrasyonalizme doğru savrulduğunu vurgulamıştı. Batının rasyonalizmi irrasyonalizme doğru kayarken kültür endüstrinin yarattığı ‘kültürün’, kendi kutsallarıyla, din adamlarıyla, ritüelleriyle bir din haline geldiğini söyleyen ise sanatçı Jean Dubuffet olmuştur: “Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Nobel ödüllülerle çıkıyor. Yolsuzluğa batmış senyör, günahlarını bağışlatmak için, tekke değil müze kuruyor. Artık seferberlikler de kültür adına yapılıyor, haçlı seferleri de kültür adına düzenleniyor. ‘Halkların afyonu’ rolünü oynamakta artık ona düşüyor” (Boğucu Kültür, Dost Kitabevi, çev. İsmet Birkan).  Ne kadar tanıdık geliyor, değil mi? Hasan Bülent Kahraman gibi kültür endüstrisinin rahiplerinin düzenlediği ritüellerle iktidar sahnede boy gösterebiliyor.
Halkın afyonu haline gelen kültür endüstrisine eklemlenmeyen son kaleleri de birer birer düşürmeyi planlıyor iktidar. Özerk sanat ve kültür kurumlarını kendine bağlayarak hayatı ve sanatı bütünleştirme, daha doğrusu alıklaştırma çabaları, endüstriyel golem sürüleri üretmek hamlesinden başka bir şey değil. Kendi kararlarını alabilen özneler yerine iktidara körü körüne itaat eden golem sürülerinin iradesine bel bağlıyor iktidar; oysa golem sürülerinin iradesi iktidarın kendi iradesidir, “efendilerinin sesi”dir. Adorno kültür endüstrisinin yarattığı bağımlı ve itaatkâr insan tipini Amerikalı bir deneğin ağzından aktarır: “ İnsanlar seçkin kişilerin izinden gitselerdi, çağımızın sıkıntıları sona ererdi.” Büyük harflerle yazılan Dünya Tarihi, seçkin kişilerin peşinden giden golem sürülerinin tarihidir ve fazlasıyla sıkıntılıdır. İktidara boyun eğmeyen, aralarında kurdukları yatay ilişkilerle birlikte kararlar alan, irade sahibi öznelerin yazdıkları tarihi ise iktidar silmeye çalışılıyor. Ne kadar silmeye çalışsa da, kültür endüstrisinin hizmetindeki kültür rahiplerinin aptallaştırıcı ritüellerine rağmen, ana metnin yüzeyine sızan bu tarihin bir gizil güç olarak tüm metni yerinden edeceğini biliyoruz.