27 Mart 2014 Perşembe

BABİL KULESİ YA DA BABİL KUYUSU








RAHMİ ÖĞDÜL
27.03.2014
Sabah otobüsü yakalamak için koştururken bir kediyle göz göze geldim. Yaşadığımız durumla dalga geçer gibi hali vardı. Sanki tüm toplumsal evrim sürecinde yaşadığımız olayları, kendimizi surların içine kapatmamızı, sonra hiyerarşik kuleler inşa ederek en tepesine ulaşmak için birbirimizi ezmemizi, iktidarın despotluğunu, saat zamanının dayattığı saçma sapan koşuşturmalarımızı, kent yaşamını yaşanmaz hale getiren mekânsal düzenlemeleri tiye alır gibi hali vardı. Hayvanlarla göz göze gelince nedense hep bu hisse kapılıyorum.

‘SİZİNLE DALGA GEÇİYOR...’
Öyle pervasız ve kendilerinden emin duruyorlar ki tüm edimlerimizi, varlık nedenlerimizi, yaşam tarzımızı saçmalık noktasına getiriyor bu tavırları. Sonra Elias Cannetti’nin “Hayvanlar Üzerine” kitabının açılış cümlesini okuyunca çarpıldım: “Ne zaman bir hayvana dikkatlice baksanız, içinde bir insan olduğunu ve sizinle dalga geçtiği hissine kapılırsınız” (Sel Yayıncılık). Yalnız olmadığımı anlamıştım. Hayvanların içindeki insan, biz insanlara bakarken içten içte alay ediyordu. Yarattığımız zaman ve mekânın dışında duran bu güzel insan, doğayla ilişkisini koparmamış, yeryüzünün kuvvetlerini tahakküm altına almak yerine bu kuvvetlerle birlikte akan bir insan olmalıydı. Hiyerarşik kuleler inşa ederek yeryüzünden kopma çabamızın aslında derin kuyular kazarak kendimizi bu kuyuların içine hapsetme çabası olduğunu görebiliyordu; gözlerindeki müstehzi ifadeden anladım.
İktidar, çıkar ilişkilerine dayalı hiyerarşik Babil kuleleri inşa ediyor durmadan. Şimdi bu Babil kulelerinin aslında Babil kuyuları olduklarını ve bataklığa dönüştüklerini görüyoruz.

BATAKLIK İDEOLOJİSİ
Çırpındıkça daha fazla gömülüyor bataklığın içine ve çabaladıkça daha fazla derinleşiyor kuyu. Ülke iktidarın gömüldüğü bataklığın içine çekilerek devasa bir kara delik içinde yutulmak isteniyor. İktidarın çalıntı olduğu saptanan son reklam filminde, birbirini ezerek yükselmeye çalışanların oluşturdukları Babil kulesi, tüm çıplaklığıyla açık ediyor bu bataklık ideolojisini. İradelerini efendilerine teslim etmiş kitle, gaipten duydukları sesle harekete geçerek “büyüğümüss, efendimiss, kıymetlimiss” diyerek dikine yükselen fallik bir nesneye doğru deli gibi koşuyor. İktidarın zihniyeti hiç bu denli açık şekilde anlatılamazdı. “Dik dur eğilme” sloganları eşliğinde diklemesine uzanan bir iktidara tapınanların oluşturdukları bu Babil kulesinin aslında Babil kuyusu olduğunu görebiliyor içimizdeki insan.
Babil kulesi birden, cesetlerden oluşan bir ölüm kuyusuna dönüşüyor. Kulesini yükseltmek için öldürmekten çekinmeyen iktidar savaşın bataklığına çekmek istiyor tüm ülkeyi. Cesetlerle yükselen Babil kuleleri kurmakta üstüne yoktur iktidarların. Galeri Zilberman’da sanatçı Eşref Yıldırım’ın “Sağol!” başlıklı sergisi, adları bilinmeyen ve çoğunlukla eğitim zayiatı gibi teknik terimlerle ölümleri gizlenmiş askerleri portreleriyle ve adlarıyla görünür kılıyor. Adı sanı duyulmamış, üzerlerindeki kamuflaj giysileriyle Babil kuyuları içinde yitip gitmiş insanlar. Yine sergide Roboski katliamında ölenlerin anısına sanatçının hazırladığı, üzerlerinde gözlerin olduğu siyah göz bantları bir duvarda asılı. İktidarın Babil kuyusunun karanlığına çektiği insanların, zifiri karanlıkta parıldayan gözlerini andırıyor. İktidar “sağol”urken, bizler “ölü”yoruz. İçimizdeki insan, kulelerin aynı zamanda ölüm kuyuları olduklarını görebiliyor.

KENDİ CEHENNEMİMİZ Mİ?
İktidar kulelerle durmadan tuzaklar kuruyor bize. Kediler bu kulelerin dipsiz kuyular olduklarının farkında. Gözlerindeki müstehzi ifadeden anlıyoruz. Yaşam yeryüzünün yataylığında sürüp giderken, duvarların arasına kapatılmış bizler ya kendimizi kulenin merdivenlerini tırmanırken ya da kuyunun zifiri karanlığında buluyoruz. Her ikisi de bizim cehennemimiz. “Şimdi güç çağında yaşıyoruz, katıksız güç çağında. Şimdi ya cennet ya da cehennem söz konusu; ikisinin arasında bir yer artık mümkün değil” diye yazıyordu Henry Miller, “Rimbaud ya da Büyük İsyan” kitabında (çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı yayınevi). Yeryüzünün yataylığında, yaşamın akışkan kuvvetleriyle birlikte akarken, kulesiz ve kuyusuz bir toplum mu yaratacağız yoksa ölüm kule/kuyularının bataklığında, kendi cehennemimizde çırpınacak mıyız? Ne zaman bir hayvana baksam, içindeki insan bu yol ayrımını hatırlatıyor bana.
Not: Sanatçı Eşref Yıldırım’ın “Sağol!” başlıklı sergisini, Galatasaray Mısır Apartmanı’nda yer alan Galeri Zilberman’da 3 Mayıs 2014 tarihine kadar izleyebilirsiniz.

20 Mart 2014 Perşembe

BERKİN EKMEĞİNİ UZATIYOR, SOFRALARDA BÖLÜŞELİM DİYE...


RAHMİ ÖĞDÜL

20.03.2014

Ben Elias Canetti’nin yalancısıyım, o da Hintlilerin. Hindistan’da eşeğini sürekli başkalarının tarlalarındaki tahıllarla besleyen adamın masalını aktarıyor kitabında (Hayvanlar Üzerine, Sel Yayıncılık).  Kaplan postu giydirdiği eşeğini gece olunca başkalarının tarlalarına sokar ve kaplan sandıkları için hiç kimse hayvanı kovmaya cesaret edemezmiş. Ancak sonunda bir bekçi boz bir gocuğun altında saklanmış ve elindeki yayı ve okuyla yırtıcı hayvanı öldürmek için beklemeye koyulmuş. Kaplan postuna sokulmuş eşek, boz renkli gocuğu görünce dişi bir eşek sanarak anırmaya başlamış ve eşek olduğunu sesinden anlayan avcı onu öldürmüş. Bir tarafta kaplan görünümlü, yırtıcı bir iktidar, öte yanda her gün yenileri eklenerek çığ gibi büyüyen ses kayıtları. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu masalın evrenselliğine hayran oldum. Görüntü ile ses arasındaki fark, iktidarın foyasını meydana çıkarıyor. Görüntü kaplan, ama sesi öyle demiyor.

Hayvanlara hırs, hırsızlık, yağma gibi tamamen insanlara özgü olan özellikleri yükleyerek haksızlık yapıldığının farkındayım, ama simgelerin parçalanarak aramızdaki bağların yok edildiği bir dönemde simgesel düşünceye duyulan ihtiyaç açısından bu masalı simgesel düzeyde ele almadan da edemiyorum. Eşeğe kaplan postunu kimin giydirdiğini ve tarlalarımıza musallat ederek ekmeğe dönüşecek tahıllarımızı kimin yağmalattırdığını sorarak başlayabiliriz işe. Hiç kuşkusuz yanıtınızı duyar gibiyim: Uluslararası finans kapitalin üstünde oturanlar ve bunların yerel neo-liberal işbirlikçileri. Özenle hazırladıkları kaplan postunu eşeğe giydirerek, doğayı ve toplumu yağmalatmak için aramıza salıverdiler.


YIRTICI İKTİDARIN ZULMÜ
Sonra bir yaz sabahı ekmek almak için fırına giden Berkin Elvan’ın kaplan görünümlü, yırtıcı iktidar tarafından vurulduğuna tanık olduk. Öldürülmeseydi Berkin’in elinde, sofrada paylaşılacak fırından yeni çıkmış, sımsıcak ekmek olacaktı. Tahıllarımızı yağmalayanların, ekmeğimize göz dikenlerin aslında sofrada ekmeğin paylaşılmasıyla aramızda kurulacak toplumsal ilişkilere de düşman olduklarını ve bu uğurda bir çocuğu bile öldürmekten çekinmediklerini gördük. Ekmek tüm toplumlarda toplulukların kurucu öğesidir ve kutsaldır. Çocukken babaannemin bana öğrettiği, “yerde ekmek görürsen üç kere öpüp başına koyduktan sonra yüksek bir yere kaldır” öğretisinin ne denli önemli olduğunu daha sonra anlamıştım. Ekmeğin kutsallığı tek tanrılı dinlerin hiyerarşik aşkınlığında değil, toplumsallığın içkinliğinde yatıyor.

EKMEK YERYÜZÜNÜN RUHUDUR
Ekmek sofrada paylaşıldıkça topluluklar kuruluyor. Hıristiyanlıktaki İsa’nın eti ve kanını simgeleyen ekmek ve şarabın paylaşıldığı komünyon ayini bir cemaat oluşturmak için belirleyicidir. Geleneksel toplumlarda sofra simgesel düzeyde topluluğu birbirine bağlar. Ekmek yeryüzünün ruhudur ve bölüşerek yatay bir ağ gibi kuruyoruz kendi topluluğumuzu. Modern toplumlarda bireylerin atomlaşarak ayrışmasını, sofradan kopmayla da açıklayabiliriz. Aynı sofrayı paylaşarak, ekmeği birlikte bölüşerek aralarındaki toplumsal bağları pekiştiren geleneksel toplumların aksine, kendi tabağını alıp bir köşeye çekilen ve televizyonun karşısında yiyen modern insanlar artık toplumsallığı da aralarında bölüşemez oldular.

İKTİDARIN SOFRASI...
Sofranın biçimi de çok önemli; hiyerarşik de olabilir demokratik de. İmparatorlukların nasıl bir yeryüzü hayal ettiklerini sofralarından anlayabiliyoruz, örneğin. Sanırım Melih Cevdet Anday’ın bir makalesinde geçiyordu; üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu, ordövr tabağı üzerinden çözümleniyordu. Tabak, merkezindeki ana karayı temsil eden sığır eti ve onun etrafında sömürgelerden gelen besinlerden yapılmış yemeklerden oluşacak şekilde düzenlenmişti. İmparatorların yemek masalarındaki protokole göre düzenlenmiş oturma düzeni tabaklarına da yansımıştır; iktidarın sofrası, hiyerarşik, merkezi bir yapıyı yansıtırken, halkın yer sofraları tüm protokolleri alt üst ederek yatay ve merkezsiz bir düzlemde insanları birbirine bağlıyor. Anti-kapitalist Müslümanların öncülüğünde geçen yaz düzenlenen yeryüzü sofralarında ekmeği birbiriyle bölüşerek aralarındaki toplumsal bağları pekiştiren insanlar, iktidar sofralarının aksine, hasretini duydukları yeryüzüyle de yatay ilişkiler kurmuşlardı. İktidar, insanların ekmeklerini birbiriyle bölüşerek doğa ve toplumla kuracakları ilişkilere düşmandır.

Yaşama düşman olan iktidar, genç filizleri öldürmekten çekinmiyor. İktidarın katlettiği Berkin, o sabah alamadığı ekmeğini uzatıyor bize, yeryüzü sofralarında bölüşelim, çoğalalım diye.  Hint masalı kaplanların göründükleri gibi olmadıklarını anlatıyordu, korku imparatorluğunun sonunda yıkılacağını. Ben masalın yalancısıyım,  ama ekmeğin gücüne inanıyorum.

13 Mart 2014 Perşembe

KİTLE SÜSÜ VE JAMES BOND ÇANTASI


RAHMİ ÖĞDÜL

13.03.2014
1963 tarihli “Rusya’dan Sevgiler” adlı James Bond filmiyle birlikte James Bond çantası tabir edilen çantalar hayatımıza girmiş, film kahramanının kullandığı bu çantaları taşımaya başlamıştık. Yetmişli yıllardaki lise öğrenciliğim sırasında sınıf arkadaşlarımın arasında bu tür çantalarla okula gidip gelenler vardı.  Sanki çok önemli evraklar taşıyan iş adamları ya da gizli belgeler taşıyan gizli servis elemanları gibi şifreli kilitleri olan bu çantalarla çok ciddi görünüyorlardı doğrusu. Çanta deyip geçmeyin; kullandığınız eşyalar sizin hayata bakışınızı yansıtıyorlar. Daha sonra bu tür çanta kullanan arkadaşlarımın birine rastlamış ve iş adamı olduğunu öğrenmiştim; bir diğeri ise şirkette önemli mevkilere gelmişti. Kullandığımız eşyalar hem kişiliğimizi yansıtıyor hem de kişiliğimizi biçimlendiriyorlar. Yine sınıfımda bu tür çantalardan kullanan bir kişi şimdi AKP sıralarında politika yapıyor. Hayatı kutuların içine tıkmaya, boğmaya çalışan bir anlayışla James Bond çantalarının ilişkisi olmalı.

ÇANTALARDAKİ TOPLUM
Karmaşık bir toplumu yalın bir yüzeysel olguyla çözümleme geleneğinde yer alan Alman sosyolog Siegfried Kracauer (1889-1966) günümüzde yaşasaydı, bu çantalardan yola çıkarak topluma dair derin analizler yapardı. “Bir çağın tarihsel süreçte kapladığı yer, çağın kendisine ilişkin yargılarından ziyade, yüzeysel dışavurumlarının analiziyle daha iyi belirlenebilir” diye yazıyordu, “yüzeysel dışavurumlar doğaları gereği bilinçsiz olduğu için mevcut durumun esas anlamına dolaysızca ulaşmayı sağlar” (David Frisby, Modernlik Fragmanları, çev. Akın Terzi, Metis).  Kracauer yaşadığı dönemin yüzeysel olgularını ele almış, “kitle süsü” adını verdiği bu yüzeysel olguları yaşanılan toplumun rasyonalitesini çözümlemekte kullanmıştı. Amerikan eğlence sektörünün bir ürünü olan, Tiller Kızları olarak adlandırılan revü kızlarının tek tip, matematiksel kesinlikteki hareketleri, fabrikalardaki taşıma bandının özelliklerini yansıtıyordu: “ayaklarını hızlı tempoda yere vurduklarında, sanki iş, iş diye çıkıyordu ses.” Kitle süsü tamamen rasyoneldir, geometrik düzlemlerden oluşur ve kapitalist üretim sürecinin altında yatan rasyonalitenin estetik dışavurumudur.

BÖLÜMLERE AYRILMIŞ ÇANTALAR
James Bond çantaları da bir kitle süsü olarak kapitalist üretim sürecinin altında yatan rasyonalitenin estetik dışavurumlarıydı. Toplumu makro düzeyde geometrik bir düzlem olarak tasarlayan iktidar geometrisinin mikro düzeydeki dışavurumları. Dikdörtgen bir kutuyu andıran bu çantaların içi eşyaları organize etmek için bölümlere ayrılmıştır, tıpkı toplum gibi. Öğrenciler kitaplarını, defterlerini, kalemlerini özenle ait oldukları gözlere yerleştirmeyi ve mülkiyetlerini şifreli kilitlerle korumayı öğreniyorlardı. Daha sonraki yaşamlarında kapitalist üretim sürecinde yerlerini alırlarken bu çanta bilgisi çok faydası dokunacaktı onlara. Kracauer dediği gibi, “mekânsal imgeler toplumun rüyalarıdır. Bir mekânsal imgenin hiyeroglifi nerede deşifre ediliyorsa, toplumsal gerçekliğin temeli de işte orada kendini sunar.” Bir yüzey olgusu olarak yaşadığımız kentsel dönüşümün mekânsal düzenlemesi James Bond çantasının rasyonalitesidir. Kentin içindeki dağınıklığı gidermek için insanları toplumsal sınıflarına göre ait oldukları gözlerin içine yerleştirmenin pratiğini okul sıralarında öğreniyorduk. Ülke devasa bir James Bond çantası gibi düzene sokulurken şifreli bir kilitle çantanın kapağı üzerimize kapatılıyor.

HEPİMİZE YAKIŞAN BEZ ÇANTALAR
James Bond çantası kullananlardan olmadım hiçbir zaman. O zamanlar parka, çanta gibi ıskartaya çıkarılmış askeri eşyaların satıldığı depolardan satın aldığımız bez çantaları yakıştırırdık kendimize. Bu çantaların içi nesneleri ayrıştırmak, ait oldukları gözlere göre yerleştirmek için düzenlenmemişti. Çantanın içinde her şey yan yana durur ve biraz çabayla aradığımız eşyalara ulaşırdık. Kapağında da bir kilit mekanizması hiçbir zaman olmazdı. Kapısına kilit vurulmamış, dostlara kapısı her zaman açık olan geleneksel bir mahalle evini andırırdı.

İktidarın yaşama bakışı, yaşamı düzenleme çabası Bond çantaları kuramına dayanıyor; yaşamı geometrik bir düzlem gibi düzenlemeye çalışan iktidar şeyleri kimliklendirip ait olduğu bölümlerin içine yerleştiriyor; kimlikler kilitlerin altında tutulmalı. Evrim kuramına karşı olması da bu yüzden. Evrim tüm yeryüzünün bir bütün olarak gelişimini açıklayan bir kuram olarak iktidarı rahatsız ediyor çünkü. Her şeyin bir başka şeyle ilişkili olduğunu, şeylerin kapalı kutuların içinde yaşamadığını, şeylerin yaşamın akışkan kuvvetleriyle biçimlenen bitimsiz bir süreç olduğunu anlamak, tüm iktidar katılaşmalarını parçalıyor. Hayatı kutuların içine yerleştirerek boğmaya çalışan iktidara rağmen yaşam kendi mecrasında akıyor ve hızlandığında evrimin devrime dönüştüğüne tanıklık edeceğiz.

6 Mart 2014 Perşembe

KARABASANIN EN KARASI VE UMUT


RAHMİ ÖĞDÜL

06.03.2014

Hani uyku ile uyanıklık arasında gördüğümüz karabasanlar var ya; uyanık olduğunuzu sanır ve avazınız çıktığı kadar bağırırsınız, sesinizi evdekilere duyurmak için. Sessiz çığlıklarımız, karabasandan kurtulma çabamız boşunadır; eylemimiz uykuda asılı kalmıştır. Sonra kan ter içinde uyandığımızda her şeyin bir düş olduğunu anlarız ve yaşadığımız gerilimle bedenimiz kasılı halde, bir “oh!” çekeriz. Her şey geride kalmıştır. Bu karabasandan hiç çıkamadığınızı bir düşünsenize. Johann Heinrich Füssli’nin meşhur “Karabasan” (1781) tablosundaki gibi bir iblis göğsünüze olanca ağırlığıyla bastırıyor. Odamızda tek başımıza attığımız çığlıkları hiç kimse duymuyor. Uyanmak istiyoruz ama bir türlü beceremiyoruz. Sonra bitkin düşüp tekrar derin uykuya dalıyor, uykunun bir yerinde yine iblisin tüm ağırlığıyla göğsümüze abandığını görüyoruz. Kaçışı olmayan bir karabasanın içinde olduğunuzu bir düşünsenize.

TÜM AĞIRLIĞIYLA ÜZERİMİZDE
Yaşadığımız zaman, çıkışı olmayan bir karabasan gibi çöktü üzerimize. Her sabah çıkış umuduyla uyanmaya çabaladığımızda karabasanın tüm çıkışları kapattığını, tüm ağırlığıyla göğsümüze bastırdığını duyumsuyoruz. Boğulacak gibi oluyoruz; sessiz çığlıklarımızı kimselere duyuramıyoruz. İktidar uykudan kaçış deliklerini kapatarak tüm ağırlığıyla göğsümüzün üzerinde oturan bir iblis gibi, gece ve gündüz gözümüzün önünde. Doğanın, toplumun üzerine çöreklenmiş bu iblisten kurtulmaya çalıştıkça olanca kuvvetiyle daha fazla göğsümüze bastırıyor. Umutsuzluğun karanlığında debelenip durmaktan bitkin düşüyoruz. Acaba beklentilerle hareket ettiğimiz için mi yaşıyoruz bu umutsuzluğu? Bunun bir düş olduğunu, uykunun ardından uyanıklığın gelmesi gerektiğini çıkarıyoruz geçmiş deneyimlerimizden, kanıtlar bunu gösteriyor; hep böyle olmuştu çünkü; beklentilerle hareket ediyoruz.


SEN GİZLİCE BEKLİYOR OLMALISIN
Oysa, Mary Zournazi’nin yazar ve entelektüellerle umut kavramı üzerine gerçekleştirdiği söyleşilerde, Amerikalı düşünür Alphonso Lingis, umudun beklentinin kırılmasıyla ortaya çıktığını, umudun kanıta rağmen var olabildiğini söylüyor: “Umut hakkında düşündüğüm ilk şey, umudun kanıta karşı umut olduğudur. Umut, geçmişten kopuşla ortaya çıkar. Bir tür kırılma olur ve geçmiş bizden uzaklaşır gider. Basit beklenti ile umut arasında fark vardır. Mesela, ‘olayların şöyle geliştiğini ve bu yönde ilerleyeceğini düşündüğüm içindir ki, şunun olmasını bekliyorum’ denir; yani beklenti, geçmişte gördüğümüz belirli şablonlara dayanır. Fakat bence umut, her zaman kanıta karşı umuttur… Zamanda bir tür devamsızlık söz konusudur; bir kırılma gerçekleşir ve hiç yoktan bir şeyler başlar” (Umut, Değişim için Yeni Felsefeler, çev. Uygar Abacı, Literatür Yayınları). Karabasanın en kara olduğu bir anda bir kırılma olacağını ve hiç yoktan bir şeylerin başlayacağını ümit etmek; sinemacı Robert Bresson’un sinemacılara önerisi hatırlayalım: “Beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın” (Sinematograf Üzerine Notlar, Küre Yayınları). İktidarın tüm kaçış çizgilerini, ufku kapattığı ve bir iblis gibi üzerimize çöreklendiği bir anda tüm beklentileri altüst edecek beklenmedik şeyleri gizlice bekliyor olmak. Truman Show’da olduğu gibi ufuk yerine duvarla karşılaştığımız ve Orwell’in 1984’ü gibi büyük biraderin iblis gibi üzerimize çöreklendiği bir durumda bulduk kendimizi ve bu karabasandan uyanmak için beklentilere sığınıyoruz; ne yazık ki beklentilerimiz bizi boşa çıkarıyor, bir türlü uyanamıyoruz. Ve tam da umudun yeşereceği bir zemindeyiz.

UMUDUN YEŞERECEĞİ YERDE
Temsili demokrasimiz, çizgisel zamanda ortaya çıkacak beklentiler üzerinden hareket ederek uyanma tarihini seçim günü olarak belirliyor. Beklentilere göre biçimlenmiş bu uyanma anının aslında umut olmadığını, sadece karabasana tahammül edebilmemizi kolaylaştırdığını ve gerçekten umudu hep ötelediğini görebiliyoruz. Umut, çizgisel zamandan bir kopuşla hiç hesapta olmayan, hiç yoktan birdenbire yaşadığımız kırılma anlarında yatıyor. Gezi olayları da tüm beklentilerimizin dışında gerçekleşmişti. Çizgisel zamanda bir kırılma olmuş ve Gezi Parkı’nda başımıza, beklenmedik şeylerin en güzeli gelmişti. Yaşamın her yönüne doğru dallanıp budaklanıp yayılmaya çabaladıkça iktidarın duvarlarına çarpıyoruz hâlâ; o da yetmiyormuş gibi iktidar, bizi kıpırdayamaz hale getirmeye çalışıyor. Duvarların arasında, göğsümüze tüm ağırlığıyla abanmış bir iblisle birlikte kâbusun en karanlık anlarında beklenmedik şeyleri bekliyor olmak. 

Ve beklenmedik şeyleri tahayyül edebiliyoruz artık. Mary Zournazi’nin kitabında yer alan söyleşisinde Ernesto Laclau da bu tahayyülden söz ediyordu: “İnsanlar, çeşitli doğrultularda ilerleyebilecek olası gelişimlerinin önünün kesildiğini hissediyorlar ve bu sınırlamaları aşmaya yönelik bir tahayyül yaratıyorlar; işte umudun yeşereceği yer orasıdır.” Karabasanın en karanlık anında ya da sessiz çığlıklarımızın neşeli haykırışlara dönüşeceği, umudun yeşereceği yerde duruyoruz.