30 Nisan 2014 Çarşamba

ILYA'NIN CASPAR'A YANITI: İŞTE ÖZGÜRLÜK!


RAHMİ ÖĞDÜL
01.05.2014
İki tablo duruyor önümde; ikisi arasında yaklaşık yüzyıllık bir zaman farkı var. Biri Caspar David Friedrich’in “Sis Denizi Üzerindeki Gezgin”i (1818), diğeri ise İlya Repin’in “İşte Özgürlük!” (1903) tablosu. Her ikisi de kentli insanın yeryüzü kuvvetleriyle kurduğu farklı türden ilişkileri gösteriyor; aralarındaki zaman farkı, doğayla ya da doğanın akışkan kuvvetleriyle kurulan ilişki farkını da yansıtıyor. Rus gerçekçi ressam İlya Repin’in tablosu, modern giysilerinden kentli olduklarını anladığımız bir çifti deniz kıyısındaki kayalıkların üzerinde, dalgaların keyfini çıkarırken sunuyor bize. Dalgaların arasında uygarlık ürünü bedenler. Doğadan kendilerini ayırarak çitlerin, duvarların içine kapatmış bedenlerin yeniden yeryüzünün akışkan kuvvetleriyle buluşması. Peyzaj bahçelerinin bitkileri gibi iktidar tarafından budanarak belirli bir şekle sokulmuş bedenler, birazdan şekillerini yitirecekler, ama neşelerinden de bir şey kaybetmiyorlar. Modernliğin göstergesi olan giysileri dalgalarla sırılsıklam olduğunda akışın içinde dönüşecekler. Seyretmekten değil, akışın içinde olmaktan keyif alan, akışın içinde dönüşen neşeli bedenler.
Bizler seyrediyoruz sadece. Doğayı, olayları, doğal ve toplumsal peyzajları seyretmenin hazzına varıyoruz. Evlerimizin pencerelerinden, televizyon ekranlarından, otomobillerimizin camlarından akan görüntüleri, çerçeveleyerek yaşamın kesintisiz akışından kopardığımız kesitleri seyirlik nesneler haline getiren görsel yaratıklara dönüştük. Seyretmenin hazzı. Bizim prototipimizi 1818’de Caspar David Friedrich resmetmişti. Arkası dönük kentli insan bir dağın tepesinden, ayaklarının altında uzanan sis denizini seyrediyor. Kendi kudretini aşan bir gücü, yüceliği seyretmenin hazzı. Romantiklerin korunaklı bir yerden doğanın kudretli gücünü seyrederken hissettikleri bu yücelik duygusuna “keyifli dehşet” adını vermişti Edmund Burke. Eril ve aşkın bir gücü güvenli bir yerden izlemenin keyifli dehşeti. Ve karşımızda duran dehşetli görüntünün içinde benliğin erimesi. İktidarın eril ve despotik güç gösterileri de bizde aynı yücelik duygusu yaratabiliyor ve korunaklı yerlerimizden, camların arkasından şeklimiz bozulmadan bu gücü seyrederken “keyifli dehşetler” yaşayabiliyoruz. Bu güç karşısında benliklerimiz eridiğinde, koşulsuz teslim oluyoruz iktidarın dehşetine.
Gelelim İlya Repin’in tablosuna; toplumsal gerilimleri yansıtıyor ve iki yıl sonra patlak verecek bir devrimi haber veriyor sanki bu tablo: 1905 Rus Devrimi. Çarın baskıcı, despotik uygulamalarını izlemek ya da despotik güç karşısında “keyifli dehşeti” deneyimlemek yerine, despota karşı yükselen toplumsal dalgaların içinde olan, akışın “dehşetli keyfini”, özgürlüğün tadını çıkaran bedenler. Bugün 1 Mayıs; toplumsal dalga yükselirken, toplumsal akışı deneyimleyecek neşeli bedenler karşısında, tüm kolluk kuvvetleriyle despot iktidarın yücelik gösterisine tanık olacağız. “Hangi tabloda yer almak ya da hangi figür olmak isterim?” diye sormalıyız kendimize. Caspar D. Friedrich’in arkası dönük yücelik gösterisini seyreden figürü mü yoksa İlya Repin’in dalgaların ve özgürlüğün keyfini çıkaran neşeli bedenleri mi? Dalgalar yükselirken, despotun keyifli dehşeti ile özgürlüğün neşesi arasında seçim yapmak zorundayız.

23 Nisan 2014 Çarşamba

BELLEK FAY HATLARINDA BİRİKİR VE PATLAR



RAHMİ ÖĞDÜL

24.04.2014

İlk kim çıkardı şu “hayata beyaz sayfa açmak” zırvasını? Bilmiyorum, ama iktidarın işine çok yarıyor. Neredeyse ülkeyi beyaz bir sayfa olarak yeniden kuracak. Tüm toplumsal bellek, toplumsal izler, kendi yolsuzlukları bir çırpıda silindiğinde, kendimizi bembeyaz, belleksiz, lekesiz, tertemiz bir sayfada bulacağız. Sonra meydanı boş bulan iktidar istediği gibi, kendi despotik metniyle doldursun beyaz sayfayı. Yok öyle şey!

Bembeyaz yüzey gibi görülen boş bir tuvalin bile belleği vardır. “Ressamın beyaz bir yüzey karşısında olduğunu düşünmek hatadır” diye yazıyordu Deleuze, “Duyumsamanın Mantığı”nda (Norgunk Yayıncılık). Ressamın önündeki boş tuval hayatını, atölyesini ve zihnini kuşatan imgelerle doludur. İktidar, kentlerin kıvrım kıvrım dokusunu betonla kaplayarak bembeyaz bir tuval gibi yeniden tasarlayacağını sanıyor ülkeyi. Oysa beyaz bir yüzey gibi görünen bir kentin bile belleği vardır, insanların beden kıvrımlarında saklı.


YÜZEYDE HALA HAYAT VAR
Bellek, istediğiniz kadar betonla kaplayın, bir yolunu bulup yüzeye sızan bir leke gibidir. İktidarın toplumu belleksizleştirme çabası, badana ustasının isli bir lekeyi kapatabilmek için gösterdiği çabayı andırıyor. Duvara ne kadar boya sürerseniz sürün, bir süre sonra boya kusacaktır belleği. Ya da kentin işçi sınıfı tarihini kıvrımlarında barındıran Haliç’i düşünelim. İşçilerin inşa ettikleri gecekonduları bozup belleği kazıdığınızda ve parlak yüzeylerden oluşan bir kentleşme yarattığınızda bile buradaki kent dokusu hâlâ sınıfsal geçmişini yansıtan bir iz gibi duracaktır yüzeyde. Bazen bu geçmişin yüzeye çıkması için bir koku bile yeterli olabiliyor. Kimi zaman havaya karışan Haliç’in metan gazı kokusu, geçmişin zihnimde canlanmasına yol açabiliyor. Ve tüm kudretiyle bir zamanların işçi sınıfı direnişine dair özlemleri pekiştiriyor bu koku. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, yüzeye sızacaktır devrimci bellek.

Sonra, eski papirüslerdeki yazıların silinip yerine yenilerinin yazılmasıyla ortaya çıkan üst üste bindirilmiş metinler ve aralarındaki ilişkiyi anlatan “palimpsest”i düşünelim. Kâğıt kıtlığından dolayı eski bir metni ya da belleği silerek beyaz bir sayfa elde etmeye çalışan Ortaçağ insanları. Geçmişi silerek beyaz bir sayfa açtıklarını düşündüklerinde, eski metnin izlerinin yüzeye çıkacağını kestirememişlerdi. Geçmişin metni ya da belleği yüzeye sızıyor ve egemen metnin kalın harfleri arasından kendi yolunu bulup yeniden okunabiliyor. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kentin belleğini silip diktatoryal tasarılarınız için beyaz bir sayfa açamayacaksınız kendinize. Toplumun isyancı belleği, isli bir leke gibi yüzeye sızarak bozacaktır metninizi.


DOĞANIN HAFIZASI TAZE
Doğanın da belleği vardır. Doğaya karşı topyekûn giriştiğiniz düzleştirme, belleğini kazıma savaşınız da boşuna. Denizleri doldurarak, doğayı tahrip ederek, doğanın yeryüzünde açtığı izleri, doğanın belleğini silmek. Yenikapı’daki doğanın belleğini silerek kazandığınız belleksiz, boş sayfaya kentin tüm toplumsal kuvvetlerini hapsetmek istiyorsunuz. Bu çabalarınızın boşa olduğu, yeryüzünün jeoloji tarihinde yazılı. Düzleştirmeye çalıştığınız doğanın derinlerde, fay hatlarında biriken ve patlayarak yüzeye çıkan enerjisi tüm despotik düzenlemelerinizi alaşağı ediyor. Ölümlere yol açtığı için acılı bir deneyim olarak zihnimize kazınmış İzmit depremi, doğanın belleğini silerek yeni yerleşimler için beyaz sayfalar açtığını düşünen iktidarın planlarını bozmuştu. Bastırdığını düşündüğü doğal belleğin, aslında hep orada olduğunu ve bir pundunu bulduğunda yüzeye çıktığını, iktidarın beyaz sayfa olarak düşündüğü şeyi yeniden kendi belleğinin izleriyle yazdığını gördük. Doğa hiçbir şeyi unutmuyor; denizden kazandığınızı sandığınız boş sayfayı geri alıyor ve belleğini kusuyor yüzeye.

MEYDANLAR VE SOKAKLAR YENİDEN
1 Mayıs yeryüzündeki tüm emekçilerin, ezilenlerin günü olarak evrensel belleğe kazılmıştır. Ve bu bellek, betonla kaplayıp belleksizleştirdiğinizi düşündüğünüz kentin meydanlarında ve sokaklarında yeniden yüzeye çıkınca ne yapacaksınız? Tüm kolluk kuvvetlerinizle bastırmaya çalışsanız da fay hattında biriken bir enerji gibi patlayacağını ve boş sayfanızı geri alacağını bal gibi biliyorsunuz. Ve her yüzeye çıktığında bellek kentin kıvrımlarında yeni izler bırakır; bu izleri silemeyeceksiniz.

Gezi Parkı, beton denizinin ortasında yüzeye çıkmış, doğanın ve toplumun isyancı belleğinin bir izi olarak duruyor, iktidarın korkulu rüyası; bastırılan bir belleğin, devasa bir kütlenin yüzeye çıkmış küçük bir parçası ya da buz dağının görünen kısmı. 68’in sloganı bize kaldırım taşlarının altında kumsal olduğunu söylüyordu. İktidar kentin kaldırım taşlarını yok ederek her yeri betonla kaplasa da kumsal hâlâ betonun altında duruyor. Kendini bir put olarak betonun üzerinde yükseltirken, adım adım “Putların Alacakaranlığı” zonuna giriyoruz. Fakat ne diyordu Nietzsche kitabının alt başlığında?: “Çekiçle Felsefe Yapmanın Yolları.” Taksim’in altı kumsal, biliyoruz. Betonun altındaki kumsala ulaşmak için çekiçle, balyozla, artık Allah ne verdiyse girişmekten başka çare kalmadığında, fay hatlarında biriken enerjinin kudretini artık siz bir düşünün.

17 Nisan 2014 Perşembe

ANGELO MUSCO'NUN FOTOĞRAFLARI: KALIBININ ADAMI DEĞİLSİN!



RAHMİ ÖĞDÜL

17.04.2014

İnsanın içi dehlizlerle, labirentlerle kıvrım kıvrım. Birbirinin üzerine katlanan ve kıvrılan dokular. Yeryüzünün kıvrımları insanın içinde de devam ediyor. Yeryüzünün dehlizleri, mağaraları, birbiri üzerine katlanarak kıvrılan labirentimsi katmanları. Yeryüzünden kendimizi kopardığımızdan beri, kıvrımların sürekliliğini ne yazık ki göremiyoruz. Kendi üzerine kapanmış ve deriyle kaplanmış bir varlık olarak insan, uygarlaşma süreciyle birlikte yavaş yavaş yeryüzünün kıvrımlı, dalgalı madde denizinden koparmıştır kendisini. Angelo Musco insan bedenini yeniden yeryüzüne yerleştirerek, yeryüzünün kıvrımları haline getirerek bu kıvrımlı yapının sürekliliğini hatırlatıyor bize. Fotoğraflarında, stüdyoda düzenlediği beden kümelerini bilgisayar ortamına aktarıp çoğaltarak, yeryüzünü insan bedenleriyle yeniden kuruyor. Jeolojik katmanların kıvrımlarını oluşturan bedenler; karınca yuvalarının içinde dolaşan bedenler, suyun içindeki balık sürüleri gibi kümeleşen bedenler. Kalıbının adamı olmayan, sürekli kıvrılan bükülen bedenlerden oluşan mikro peyzajlar.

BAROK YAPITA DÖNÜŞEN İNSAN BEDENİ
İtalya’da doğup daha sonra New York’a yerleşen Angelo Musco, Katolik bir ailenin çocuğu olarak sanatında Barok kültürü güncellediğini söyleyebiliriz. İnsan bedenlerinden mikro peyzajlar yaratan fotoğraf sanatçı Angelo Musco, hem bedenin hem de yeryüzünün dehlizlerinde dolaştırıyor bizi. Maddenin kıvrımlı yapısını çoğaltarak doğrudan barok sanatın içine oturtuyor fotoğraflarını. Yeryüzünün kıvrımlarına insan bedenlerini yerleştirdiğinizde, artık beden evrenin madde denizinde dalgalanan ve sürekli kıvrılan barok bir yapıta dönüşür.

Özne, sürekli devinen nesneyle birlikte dönüşürken, merkezi bir düzenlemenin, merkezi algının da kırıldığını görmüştük Barok yapıtlarda. Rönesans sanatının tek merkezli algıya yol açan çizgisel perspektifi yerine kıvrımların içine yerleşmiş insanların değişen nesneyle birlikte öznel konumları da değişiyor ve sabit, kendi üzerine kapalı bir özneden değil, sürekli değişen maddeyle birlikte dalgalanan bir özneden söz edebiliriz. Musco’nun fotoğraflarında olduğu gibi her insan bir kıvrımdır; yeryüzünün bir kıvrımı.  Bir kıvrım olarak yeryüzünü kendi kıvrımından deneyimleyeceği için her insanın algısı önem kazanıyor artık ve kıvrımlar arasında dolaşırken çok fazla hissediyoruz birbirimizle konuşmanın, diyaloğun önemini; yeryüzünün kıvrımlarını birlikte keşfetme sanatı olarak diyalog. Konuştukça kıvrımlar arasında dolaşıyor, hakikat denilen şeye bir az daha yaklaşıyoruz. Bizden kaçan bir ufuk çizgisi gibi, kıvrım üstüne kıvrımdan oluşmuş şeylerin bilgisi de hep kaçacak bizden; çünkü hiçbirimiz kalıbının adamı değiliz; bir kalıba sokamazsınız kıvrımları; sürekli kıvrılan bir sonsuzluğun içindeyiz.


KAÇACAK DELİĞİMİZ VAR
İktidar ise bir kalıpçı ustası gibi çalışıyor; en büyük hayali ise, kalıba sokulmuş taşlardan oluşmuş bir satranç tahtası olarak yeryüzü. Kalıbının adamlarından, sayılara indirgenmiş varlıklardan kendine bir satranç takımı kurmak istiyor. Piyon piyon gibi, kale kale gibi, at at gibi, fil de fil gibi davranmalı; kendisine, bu kalıplarla istediği gibi oynayacağı, yeryüzünü istediği gibi düzenleyeceği bir satranç ustası rolünü uygun görüyor haliyle. Atacağımız her adımın hesaplandığı, kaçacak deliğimizin olmadığı bir düzlemin peşinde. Çıkarılan yasalarla, daha doğrusu kalıplarla yeryüzüne hamleler yapıyor. Ama boşuna uğraşıyor; hamleler yaparak mat etmeye çalıştığı yaşam patlayarak, tüm satranç düzlemini darmadağın etmişti. Şimdi daha büyük bir oyuna kalkışıp bu kez yine şah çekerek yaşamı kesin olarak mat etmeye girişmiş. Yeryüzünün, kentlerin ve insanın kıvrımlı yapısını düzleştirmeye çalışıyor durmadan; satranç tahtasını pürüzsüzleştirerek iktidarın geometrisini yaratmaya koyuluyor. Yasalarla, despot bir yönetimle ütüleyerek kıvrımları düzleştirmek, her şeyin görülebilir, denetlenebilir olmasına çabalamak demektir. Satranç tahtasının rasyonalist, geometrik düzleminde kıvrımlar olmamalı.

Rasyonalist ve savaş üstadı Thomas Huxley doğaya yönelik bu savaşı yine satranç tahtası metaforuyla anlatıyordu: “Satranç tahtası dünyadır, taşları ise evrenin fenomenleri; bu oyunun kurallarına Doğa yasaları adını veriyoruz. Karşı taraftaki oyuncu bizden gizleniyor. Onun oyununun her zaman kurallara uygun, adil ve sabırlı olduğunu biliyoruz. Ne var ki hatayı gözden kaçırmayacağını ya da en küçük bilgisizliği bile hesaba katacağını başımıza gelenlerden biliyoruz” (A Liberal Education, 1868). İktidar, doğa yasalarını Newton’un belirlenimci düzlemine ya da satranç tahtasına aktararak doğayı kendi kurallarıyla alt etmeye çabalıyor. Sürekli kıvrılarak, dalgalanan bir madde denizi olarak doğayı bir satranç tahtası, geometrik bir düzlemmiş gibi düşünmek. Ne zavallılık! Hiçbir kalıba sığmayan, iktidarın geometrisini sürekli bozan bir doğayı, satranç tahtasının rasyonalist zeminine çekmek istiyor, ama doğa bu oyuna gelmez. Doğaya ve insan doğasına topyekûn bir savaşa kalkıştığınızda, doğa kıvrımlı yapısıyla bu savaşı boşa çıkaracaktır. Angelo Musco’nun fotoğrafları hiçbir kalıba sığmayan, kıvrımlı yapısıyla sürekli dalgalanan bir madde denizine gömülmüş bedenleri gösteriyor. İktidar boşa çabalıyor. Bizler satranç tahtasının geometrik düzleminde değiliz; kıvrımlarıyla sürekli dalgalanan bir madde denizinin içine gömülmüşüz. Kalıpçı bunu bir türlü kabul edemiyor.

 

10 Nisan 2014 Perşembe

GEZİ'YE NE HÜZÜN NE DE SONBAHAR YAKIŞIR


RAHMİ ÖĞDÜL

10.04.2014



Bir şairin yakıştırmasını çok ciddiye aldık biz: “Hüzün ki en çok yakışandır bize.” Bir şeyi kırk kez söylerseniz olurmuş; birine sürekli “en çok hüzün yakışıyor sana” dendiğinde, hüznü bir giysi gibi geçirir sırtına. Çünkü bizler kendimizi başkalarının bakışlarına göre biçimlendiririz. O halde bize hüznü yakıştıranın kim olduğunu sormalıyız önce. Kim, yoğun bir hüznün içine gömülerek, güçten kuvvetten düşmemizi, elden ayaktan kesilmemizi ister? Yanıtınızı duyar gibiyim: bizim güçsüzlüğümüzden yarar sağlayanlar. Bizi en zayıf yerimizden yakalayıp teslim almak isteyenler; kesinlikle dostlarımız değil. Çünkü dostlarımız bir an önce toparlanıp yeniden güçlenmemizi isteyecekleri için koşulsuz destek vereceklerdir bize.

YAŞAM NEŞELİ BİR AKIŞTIR
Niye hüzün yakışsın ki bize? Yakıştırana yakından bakmak gerek o zaman. Bir uçta hüzün diğer uçta neşenin olduğu bir sarkaç gibi, neşe ile hüzün arasında salınıp duruyoruz. Birileri sarkacı sürekli hüzün tarafına çekmek istiyor; dost kuvvetler ise neşe tarafına. Sarkaç, hüzün tarafında kaldığında neler oluyor peki? Yaşamın akışından kopuyoruz; kendi üzerimize kapandığımızda hüzün ağır basıyor ve sarkacın hüzün tarafına savruluyoruz; sarkacın topuzu bir kara delik gibi yaşamın tüm neşesini soğuruyor. Oysa yaşam neşeli bir akıştır; hüzünler bu akışı göremediğimiz zaman, sadece sonlara, noktalara odaklandığımızda, yaşamın bitimsiz bir süreç değil de sona erişlerden ibaret olduğu yanılsamasına kapıldığımızda ortaya çıkıyor. İnsan özerk bir varlık olarak akıştan koptuğunda ya da koparıldığında, hüznün karanlık sularında yüzerken buluyor kendini. Bizi akıştan koparmak, yeryüzüyle kuracağımız bağları koparmak isteyenler var. Dostumuz olmayanlar, dostlarla kuracağımız bağları koparmak isteyenler; en çok hüznü onlar yakıştırıyor bize.

GEZİ NEŞELİ İNSANLAR BİRLİĞİ
Kadıköy Belediyesi’nin heykeltıraşlar Rahmi ve Ayla Aksungur’a ısmarladığı Gezi anısına yapılacak heykelin maketini görür görmez bir kez daha sarkacın hüzün tarafına savruluyoruz. Eliyle yüzünü kapatmış kırmızı bir kadının hüzünlü formu. Sarkacın topuzu Gezi’nin tüm neşesini emerek bizi güçten kuvvetten düşürüyor, kudretimiz azalıyor. Gezi isyanını dillendiren bir heykelin hüzünlü olması Gezi ruhuna aykırı bir şey. Gezi, her şeye rağmen, kendimizi çokluğun içine yerleştirdiğimiz ve yeni bağlar kurarak alabildiğine kudretlendiğimiz çok ender neşeli ânlardan biriydi, bir yaşam sevinciydi. Şimdi Gezi için bir heykel tasarlanıyor ve bu heykel saç köklerimizden ayak tırnağımıza dek hüzne boğmak, kahretmek istiyor bizi. Bu işte bir tuhaflık var. Gezi’de tam tersi olmuştu oysa; bedenlerimizin tüm yüzeyi yaşamın neşesinden pay almıştı. Heykelin adı da melankolinin ağır bastığı bir mevsime gönderme yapıyor: “Gezi’de Sonbahar”. Bir ilkbahar isyanını sonbaharla özdeşleştirmek, yaşamın bitimsiz akışını görememekten kaynaklanıyor. Gezi hep ilkbahardır hâlbuki; yaşamın deli gibi aktığı, bir çağlayan. Yaşam kimi zaman yüzeyin altında sessiz sedasız akarken, Gezi’de olduğu gibi birden bu dip akıntısı yüzeyde devasa dalgalar yaratarak yerleşiklerin tüm değerlerini, toplumsal tabakalaşmaları altüst edebiliyor. Gezi’yi olup bitmiş hüzünlü bir olay olarak yorumlamak kimin işine yarıyor acaba? Bir kez daha sorabiliriz: Kim bize hüznü en çok yakıştırıyor?

İKTİDARIN DAYATTIĞI KEDER
Gezi’nin neşesinden pay almış bir sanatçı böyle bir heykeli biçimlendirmiş olsaydı, hüzün yerine neşeyi seçecek, neşeyi çoğaltan bir heykel yapacaktı. Fakat bizim neşeli varlıklar olarak yaşamın akışkan kuvvetleriyle birlikte, tüm toplumsal tabakalaşmaları altüst edecek kudrete ulaşmamızı istemeyen kim olabilir ki? Bize hüznü en çok yakıştıran iktidardır elbette. İktidar, bir hüzün, keder kültürü dayatıyor bize, iktidarını keder üzerine kuruyor. Spinoza, rahip ve despotun kendi iktidarları için kederli ve hüzünlü tebaalara ihtiyaç duyduklarını söylediğinde, neşenin devrimci gücünü de duyumsatıyordu. İktidar hüzne gömülmüş varlıkları kolaylıkla teslim alacağı için en küçük bir neşe kıvılcımına bile tahammül edemiyor. Hüzünlüyken, küllerle kaplanmış bir kor gibi için için yanarız; eyleme geçme gücümüz sıfırlanır ve tam bu noktada iktidarın kollarına teslim edebiliriz kendimizi. Oysa neşe, hüznün tam aksi bir taşmadır, taşkınlıktır; Van Gogh’un ayçiçekleridir; deli gibi akan bir akarsudur, çağlayandır, güneştir. Bir ateş olarak güneş dışarı doğru taşarak kendi evrenini kurar. O yüzden ilkbaharda güneşin neşesini daha çok duyumsarız. Bizler de neşeli varlıklar olarak güneş gibi yanarken, kudretimiz elverdiğince kendi evrenlerimizi kuruyoruz. Gezi’de durmadan dışarıya taşan neşeli bedenler kendi mekânlarını, neşeyi başka bedenlere bulaştırarak kendi evrenlerini yaratmışlardır.

KULEDEKİ TUĞLA
İktidar, hüzünle kendi üzerlerine kapanmış, için için yanan varlıklarla (ateş tuğlalarıyla) örüyor kendi kulesini. Hüzünle kendimizi tükettiğimizde, duvarda bir tuğla olabiliyoruz ancak. Kadıköy Belediyesi’nin ısmarladığı Gezi heykelindeki bir eliyle yüzünü kapatan kırmızılı kadın, sanki tüm yaptıklarından pişmanlık duyuyor ve hüznün karanlık kuyusuna çekiyor bizi. Kendi üzerine kapanmış, üç metre boyunda kırmızı renkli bu kadın heykeli, iktidarın kulesinde bir ateş tuğlası gibi duracak. Tüm hiyerarşik kuleleri yıkan Gezi’nin neşesini duyumsatacak bir yapıt çok yakışacaktı Kadıköy’e. Olmamış, Gezi isyanına hüzün hiç ama hiç yakışmıyor.

3 Nisan 2014 Perşembe

HAZIR YAPIM KAFALAR NE İŞE YARAR?





RAHMİ ÖĞDÜL
03.04.2014
Bir kitabın kapağını kaldırır gibi kaldırırız hayatın örtüsünü ve daha ilk cümlede, hemen kendisini açık etmeyen bir anlamlar yumağı gözümüzü korkutur. Kendi üzerine kıvrılmış bu anlamlar yumağını çözmek bitimsiz bir süreçtir. Korkuya kapılıp gerisin geri kapatırız hayatın kapağını.  Ve bizim için bu yumağı çözdüğünü iddia edenlerin söylemlerine sığınır, hazır giyim düşünceleri kafamıza geçiririz. Başkaları düşünmüş ve çözmüştür hayatın karmaşasını, tüm çıplaklığıyla önümüze sermişler; hakikati onlar biliyorlar. Niye üzelim ki tatlı canımızı? Yapacağımız tek şey, raflardan bu hazır yapım düşünceleri alıp kafamıza geçirmek. Artık düşünmeye gerek yoktur; zira dünyanın en zor işidir düşünmek, hayatın gizemi üzerine kafa patlatmak. Hazır yapım düşünce kalıpları bize yetiyor; bunları kafamıza geçirdiğimizde, düşünür gibi yapıyoruz. Henry Miller haklı: “Düşünmeye başladığımız andan itibaren kendimizi bu tarzda bir yanılsamaya düşürdük. Bu yanılsama da: çok eski tarihten itibaren düşünmeye başladığımız iddiasıdır. İnsan düşünmeye hiç başlamadı ki. Düşünsel açıdan hâlâ emekliyor. Siste el yordamıyla dolanıyor, gözleri kapalı, yüreği korkudan çırpıyor” (Rimbaud ya da Büyük İsyan, Kabalcı Yayınevi).

ÖĞRETİLEN ÇOKLUK...
Düşünmek tek başına yapılacak bir iş değildir çünkü. Birlikte düşünülür. Ya kafamızın içindeki çoklukla birlikte düşüncenin düzleminde hareket etmeye başlarız ya da bir çokluk olarak yeryüzüne yerleştiririz kendimizi. Çok zordur bu iş. Çokluğun bokluk olduğu öğretilmiştir bize. Yeryüzündeki çokluğu çitlerin, duvarların dışına ittiğimiz ve tekçi bir yapı ve anlayışa göre içeriyi düzenlediğimizden beri kafamızın içindeki çokluğu da öldürdük. Çokluğun üzerinin örtüldüğü, doğal ve toplumsal çokluğun olmadığı çorak bir iklimde yetiştik biz. Onun için zordur hayatın örtülerini kaldırmak, çokluğu tahayyül etmek.

BİR ÇİÇEKLENME SÜRECİ
Kendimizi çokluğun içine yerleştirdiğimiz nadir ânlar vardır oysa; Gezi Direnişi’nde çokluğun içinde, çoklukla birlikte hareket ederken hayatın ve birbirimizin örtülerini kaldırdığımız bir ânda bulduk kendimizi. Tam da düşüncenin yeşereceği bir iklimde düşünce çiçekleri tomurcuklanmaya başlamıştı. İktidar hayata durmadan örtüler giydirirken hakikati de kendi tekeline alıyor; ama biz hakikate ulaşma sürecinin bir örtü kaldırma süreci olduğunu sezmiş ve forumlarda kafalarımızdaki örtüleri kaldırırken birbirimizi polenlerimizle döllemeye başlamıştık. Düşünmek, birbirimizin örtülerini kaldırırken ayrıksı duran şeyler arasında yeni bağlantılar kurarak, yeni doğumlarla gerçekleşir. Erotizmin çıplaklık ile örtü arasındaki geçişe imkân vermesi gibi, düşünce de örtünün altındakilerini açtıkça serpilir gelişir: bir çiçeklenme süreci. Dolayısıyla bir örtü kaldırma işlemi olarak düşünce edimi fazlasıyla erotiktir. Düşünmek kafamızdaki örtüleri kaldırmaktır ama hâlâ kaldırılacak örtüler hep geriye kalır ve bitmeyen bir süreçtir.  Gelgelelim örtüleri kaldırmak yerine, hazır giyim düşüncelerle durmadan kafamıza yeni örtüler seriyoruz.

KONFEKSİYON DÜŞÜNCEYE HAYIR!
Ve bu hazır giyim düşünceler arasında da korkunç bir rekabet vardır. Makro-iktidar ile şimdilik mikro-iktidar olanlar arasında geçer mücadele. Kafalara hazır yapım düşünce giydirme savaşıdır bu. Okullardaki “serbest kıyafet mi olsun yoksa tek tip kıyafet mi olsun” tartışmalarına benzer çokça. Devlet iktidarının tek tipleştiren giysilerini mi yoksa şirketlerin bedenlerimizi sömürgeleştirme süreci olan serbest kıyafetleri mi geçirelim sırtımıza? Sorun, hep tepede hazırlanan bir kalıba bedenlerimizi teslim etmektir. Konfeksiyon kıyafetlere, konfeksiyon düşünceler eşlik eder. Oysa ne konfeksiyon kıyafetler ne de konfeksiyon düşünceler tam uyar bedenlerimize. Örttükçe değil, açık ettikçe, bedenlerimizin kudretini keşfettikçe, içeriden dışarıya doğru kıyafetlerimizi ve düşüncelerimizi kendimiz biçebiliriz ancak. Kendimizin terzisi olmak; sanırım başka da seçenek yok aslında. Hayatın içinde akıp gittikçe, sürekli biçim değiştiren bedenlerimize yeni düşünceler biçmek gerekir.

SEÇMECE KAFALAR BUNLAR...
Kafalardan kafa beğendiğimiz süpermarket gibi tasarlanmış bir toplumda yaşıyoruz. Kuzey Kore’de yaşasaydık bedenlerimize, sadece devlet başkanına benzer bir kafa monte etmek zorunda kalacaktık. Biz yine şanslı sayılırız. Henüz raflardan istediğimiz kafayı bedenimize monte edebilecek durumdayız; çeşit çeşit kafalar raflarda beğenimize sunuluyor. Paris’te yaşayan fotoğraf sanatçısı Dimitri Daniloff’un, raflarda sergilenen kafalar arasından kafa seçen kafasız bir adamı gösteren fotoğrafı ahvalimize tercüman oluyor; ve aynı sanatçının yüzsüz bir adamın hazır yapım organlarla kendine yüz yapabileceğini gösteren fotoğrafı. Hazır yapım kafaları patlatmak, düşünmek zor iştir. Onun yerine seçimlerde bizim adımıza konuşan hazır yapım kafalardan kafa, konfeksiyon düşüncelerden düşünce beğeniyoruz kendimize. Oysa kendimizi çokluğun içine yerleştirerek, birbirimizin ve hayatın örtüsünü kaldırdığımız Gezi Direnişi ve forumlarda düşüncenin yeşerebileceğini sezmiş; hazır yapım kafaları balon gibi birer birer patlatmaya başlamıştık. Yine sokaklarda polenler uçuşuyor, düşüncelerin döllenip yeşereceği bir mevsimdeyiz.