26 Haziran 2014 Perşembe

KONSTRÜKTİVİSTLER DE DAĞA ÇIKMIŞLARDI





RAHMİ ÖĞDÜL
26.06.2014
Yasalar bizi bağlar, üstelik yere bağlar, çivilercesine. Yerçekimi yasası da bir doğal kuvvet olarak, fiziksel anlamda bizi yere bağlasa da bu yasayı yine doğal kuvvetleri kullanarak aşmayı başarmıştır insanoğlu. Asıl mesele, siyasi iktidarın bu doğal yasanın üzerine kendi yasalarını bindirerek bizi iyice yere bağlamasıdır; buna çivilemek desek daha doğru olacak. Ne kadar çabalasanız da yerden kopamayacak duruma dek yasalarla çivilemeye çalışır bizi iktidar. İktidarın çekim yasalarıyla yere bağlanacağınızı anladığınızda yükseklere, dağlara çıkmaktan başka çareniz kalmayabilir. Yere çivilenen bireyler çividen kurtulduklarında soluğu dağlarda alır; iktidarın boşluk bırakmamacasına kodladığı yerin boğucu havasından, dağların “deli rüzgârlara” açık havasına kaçmaktan başka çare kalmayabilir. Sabahattin Ali, “Ovalar bana çok dardır/Benim meskenim dağlardır” dizelerinde bu kaçışı dillendirir.
İktidarın yasaları düz ovada geçerlidir; “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen göçebeler, iktidarın geometrik yasasının düzlüklerde geçerli olduğunu, yükseklere, dağlara çıkıldıkça bu yasanın geçerli olmadığını deneyerek öğrenmişlerdir. Yerçekimi yasası gibi, iktidarın bedenleri tutsak alan çekim yasası da yerden koptukça gücünü yitirir. Dağların hep yukarıya doğru yükselen dorukları, bedenleri çekim yasalarından özgürleştirir ve ovanın düzlüğünde geçerli olan Öklidyen geometrinin belirlenimci yasalara dayalı stratejisi, dağların kıvrımlı yapısında belirlenimsizliğe bırakır kendini. Düzlükte bir satranç tahtasının ızgara planındaki gibi, bireyin hareketlerini kestirebilen iktidar, yükselen ve eğrilen dağın kıvrımlı yapısında iş göremez hâle gelir.
1920’lerde Rus konstrüktivistler de yerin aşırı kodlanmış, yasalı düzleminden kurtulup havalanmak istemişlerdi. Yerçekiminden kurtulup havalanmak mümkündür. Vladimir Mayakovski yerleşiklerin dünyasından kaçabileceğimizi söyler: “Kanatlarla tekerlekleri takıp evle beraber cümbür cemaat havalanabilirsiniz.” Tatlin, “letatlin” adını verdiği kanatlı bisikleti tam da bu amaca uygun şekilde tasarlanmıştır; dağların deli rüzgârlarını hissedebilmek için havalanmak gerek: “Uçağın mekanik uçuşu, uçma hissini elimizden aldı, bedenimizin hava içindeki hareketini hissetmiyoruz.” Ve eklemiştir: “nasıl suda yüzmeyi ya da bisiklet sürmeyi öğreniyorsak bununla havada uçmayı da öğrenmemiz gerekiyor.” Havada uçmayı öğrenmek, yasalarıyla bizi çivilercesine yere bağlamaya, yerleştirmeye kalkışan iktidarın hamlesinden bir kaçış yoludur; her şey havalanabilir.
Doğanın kuvvetlerini kullanarak, doğanın bir kuvveti olan yerçekiminden kurtulabiliyor insan. Ama iktidarın çekiminden kurtulmak o kadar kolay değil. Yerçekimi iktidarın elinde politik bir dayatmaya dönüşebiliyor. Rus Konstrüktivistlerinin ardından gelen Stalin döneminde, artık yerden havalanmış bir adam görüntüsüne tahammül edemez iktidar. Konstrüktivistlerin yerden kaçma ve kozmopolitleşme denemeleri yeni dönemle birlikte vatana ihanet sayılmaya başlamıştır. Her şey yere çivilenir. Bu dönemde “uzay uçuşları için dikilen anıt bile yere lök gibi oturmuştur... Kozmonot yerçekimine karşı boşuna uğraşıyor gibidir” diye belirtir Susan Buck-Morss, Rüya Âlemi ve Felaket’te (Metis). 
Yasalarıyla bizi yere, yeryüzüne çivilemek ister iktidar; yerçekimi yasasını politik bir saçmalığa dönüşünceye kadar abartır. Sürekli havalanan, çekim yasalarını ihlal eden bedenler, uzuvlar, nesneler canını sıkar. Elini havalandırıp el işareti yapan bir beden can sıkıcıdır; hemen çekim yasaları devreye sokulur ve 16 Mart’taki İzmir mitinginde elini havaya kaldırıp başbakana hakaret ettiği gerekçesiyle bir kadının iki yıla kadar hapis cezası istenir. Havalanan eller olmadık işaretler yaparak tüm çekim yasalarını ihlal edebilir ve havalanan ellerin nelere muktedir olacağını çok iyi bilir iktidar.
İktidarın çekim yasalarından, Öklidyen geometrisinden kendini kurtararak Gezi olaylarına katılan Ayşe Deniz Karacagil ya da nam-ı diğer kırmızı fularlı kadın, iktidar tarafından çivileneceğini anladığında dağların yolunu tutmuştur. Dağların deli rüzgârları vardır çünkü ve “yerel” iktidarın çivileri burada iş göremez artık. Ovaların boğucu havası yerini, deli deli esen enternasyonal bir rüzgâra bırakmıştır. “Ben oraya enternasyonalizmi savunan insan olarak gidiyorum. Aynı Deniz Gezmiş’ler gibi” diye yazan bir mektup bıraktı geriye. Sabahattin Ali, Rus Konstrüktivistler ve Ayşe; hepsinin saçlarında dağların deli rüzgârları. Biz yerleşikler ya klimanın yapay esintisiyle oyalanıyoruz ya da pencerelerimiz ardına kadar açık, kentlerin boğucu havasından bizi kaçıracak deli rüzgârları bekliyoruz sadece.

19 Haziran 2014 Perşembe

ARCIMBOLDO'NUN PORTRELERİ: DEVLET VE BAŞ VE KUZGUN VE LEŞ


RAHMİ ÖĞDÜL

19.06.2014

Ne zaman Arcimboldo’nun (1527-1593) objelerden oluşan portrelerine baksam, ustalığı karşısında hayranlığa kapılırım. “Su” adlı tablosunda suda yaşayan canlıları, türlerini teşhis edecek denli özenle çizmiştir; ve bu kimliklerini tek tek ayırt edebileceğimiz canlıları bir araya getirerek anlamlı bir bütün, bir portre oluşturmuştur. Öte yandan objeleri bir araya getirerek yaptığı bu portreler bir sıkışıklık duygusunu, zorla bir araya getirilmiş objelerin bütün oluşturmak için maruz kaldıkları şiddeti de hissettirir bana. Doğal ilişkilerinden koparılıp bir baş oluşturacak şekilde sıkıştırılmış hayvanlar, bitkiler, nesneler. Roland Barthes’ın bir şair gördüğü yerde, ben bir hükümdarın baskıcı tavrını görüyorum: “Şair, yani dil üreticisi, işçisi olarak, Arcimboldo’nun yaratıcı enerjisi bitip tükenmez; eşanlamlıları ara vermeden tuvale fırlatır. Arcimboldo aynı şeyi söylemek için ara vermeden farklı biçimler kullanır. Burun mu demek istiyor? Eşanlamlılar haznesi ona bir dal, bir armut, bir kabak, bir başak, bir balık, bir tavşan sağrısı, bir tavuk gövdesi sunar. Kulak mı demek istiyor? Yalnızca yapması gereken birbiriyle uyumsuz parçalardan oluşan bir listeyi almak ve oradan bir şemsiye mantarının alt tarafı, bir başağın çiçek hali, bir gül, bir karanfil, bir elma,  bir deniz kabuğu, bir hayvan başı … çıkarmaktır” (bkz Görüntü Retoriği, Sanat ve Müzik, çev. A. Koç ve Ö. Albayrak, YKY).

Barthes, Arcimboldo’nun tablolarını bir metni çözümler gibi çözümler. Objelerin neden başların içine sıkıştırıldığı sorusu hiç sorulmaz oysa. Kimliğin en belirgin özelliklerini taşıyan baş, insanın içinde saklı kişiliğini okumaya çalışan fizyognomistler kadar politikanın da ilgi odağı olmuştur her zaman. Hiyerarşik bir beden örgütlenmesinde baş, bedenin hükümdarıdır. “Ayaklar baş olunca kıyamet kopar” diyen başbakanın ve buna “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker” diye yanıt veren muhalefetin sesleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor.

On birinci yüzyılda Salisbury’li John’un “Devlet bir bedendir” diye başlayan risalesinde özneleri, nesneleri hiyerarşik bir beden kavramı içine sıkıştırma, örgütsüz gibi görünen şeyleri bedenin hiyerarşik örgütlenmesine yerleştirme tavrının Arcimboldo’da da devam ettiğini görüyoruz. John, devlet denilen bedenin başını hükümdar olarak tanımlamıştı. Arcimboldo’nun ayrıksı objelerden başlar yapması, hükümdarın toplumsal bedenin başı olarak kendini dayatmasını yansıtıyor. Kendini bir baş olarak dayatan hükümdarın da, “yalnızca yapması gereken birbiriyle uyumsuz parçalardan oluşan bir listeyi almak” ve oradan kendisine bir devlet kurmaktır. Uluslaşma sürecinde ortaya çıkan devletlerin de birbiriyle uyumsuz parçaları alıp bir araya getirdiğini ve uymayan parçaları ise şiddet kullanarak iptal ettiklerini biliyoruz. Arcimboldo’nun tablolarında başları oluşturan nesneler ustalıkla bir araya getirilmiş ve uzaktan baktığımızda başları, yakından baktığımızda ise sıkıştırılmış kimlikli nesneleri görüyoruz. Üst kimlik ve alt kimlik tartışmalarına ışık tutan portreler. Devlete de uzaktan baktığımızda devletin başını ya da bir üst kimliği,  yakından baktığımızda ise dayatılan bir başın, bir kimliğin içine zorla tıkıştırılmış kimlikleri seçebiliyoruz. 

Arcimboldo’nun başlarındaki tek tek objeler taşıdıkları kimliklerle yine de ayırt edilebiliyor en azından. Bu kimlikli varlıkların bir araya gelmesiyle oluşturulmuş başların, mermer politikasıyla ülkeyi yönetmeye kalkışanların ellerinde nasıl biçimleneceğini hayal etmek bile istemiyorum. Tüm kimliklerin silinerek, masif bir mermerden biçimlendirilmiş bir baş olarak ülke.  Yakından ya da uzaktan bakmanız fark etmiyor, taşlaşmış bir kütleyle karşılaşıyorsunuz. Ya da ülkeyi bir mozaik olarak görenlere ne demeli? Tüm kimliklerin ideolojik bir çimentoyla zorla tutturulması. Kimlikler çimentonun içinde sonsuza dek hapsedilmiş ve dondurulmuş; hareket edemeyen ve dönüşemeyen kimlikler.

Arcimboldo’da yine de kimliklerin bir bütün oluşturmak üzere bir araya getirildiğini ve başı oluşturan bu kimlikli nesnelerin en azından bütünden kaçma şansları olduğunu düşünebiliriz. “Su” başlığını taşıyan tablosunu ele alalım. Suyun yerine içinde yaşayan balıkları kullanarak, çirkin bir baş yapmış. Bu başın içine zorla sıkıştırılmış kaygan balıkların bir yolunu bulup sıvıştıklarını ve bir havuzun içine atladıklarını düşünün. İtalyan illüstratör Alessandro Ripane’nin çiziminde olduğu gibi başın içinden kaçan balıklar bir kupanın içindeki suya atladıklarında, bir başka özerk devlet mi kuracaklar acaba?  Bir başka baş; çok mu gerekli?

Devletin çok gerekli olduğunu, aksi takdirde kargaşa çıkacağını vurgulayan “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözündeki “ya”ları kaldırdığımızda ve tüm sözcükleri “ve”lerle birbirine bağladığımızda devletin, kuzgunun, başın ve leşin artık yan yana durduğunu göreceğiz. Devlet eliyle çocukların öldürüldüğü bir ülkede, devlet ve kuzgun bir ve aynı şeydir.


12 Haziran 2014 Perşembe

BİR KADAVRANIN OTOPSİSİ: GEZİ SONRASI SANAT


RAHMİ ÖĞDÜL

12.06.2014

Biri kolektif bir çalışmanın, çokluğun ürünü, diğeri Gustave Courbet’nin. Her ikisinin de canlısı infial yaratıyor.  Gezi’nin tekrar canlanmaması için tüm kuvvetlerini sokaklara, meydanlara yığıyor iktidar. Gustave Courbet’nin bir kadının cinsel organını gösteren “Dünyanın Kökeni” (1866) adlı tablosunun önünde aynı pozu veren Lüksemburglu performans sanatçısı Deborah de Robertis, Musée d’Orsay’da ortalığı karıştırıyor ve kendisini savcının önünde buluyor. Her ikisi de müstehcen, her ikisi de muhafazakâr iktidarı rahatsız ediyor.  Gezi, yeryüzünü yeniden haritalandırıp yağmalayan, kapitale çeviren ve kapitali kutularda biriktirip muhafaza eden iktidarın tüm planlarını alt üst ederek, başka bir düzenin mevcut olabileceğini gösterdiği için infiale yol açıyor; diğeriyse haritalandırarak, kapatarak kendi mülküne çevirdiği kadın bedeninin sınırlarını ihlal ettiği için. Her ikisi de doğurganlığın simgesi olarak çokluğu içinde taşıyor ve iktidarın mevcut şeyler düzenini devirecek beklenmedik doğumların gerçekleşmemesi için her ikisinin de denetlenmeleri ve düzenlenmeleri gerekiyor. Toplum ve kadın bedeni: İktidarın biyo-politikasını uyguladığı alanlar.

KOLEKTİF BİR SANAT YAPITI
Gezi, iktidarın toplum ve bedenler üzerinde uyguladığı biyo-politikalara bir isyandır; çizgisel zamanda bir kırılma yaratarak, toplumsal örgütlenmeye model teşkil eden baş, gövde ve uzuvlardan oluşan hiyerarşik beden örgütlenmesini bozmuştur; ve bedenler yatay olarak bir araya gelerek kendi mekânlarını ördüklerinde, hiyerarşik bir toplum ve beden tahayyülü yerine, işlevleri ve yerleri sürekli değişen organlardan oluşmuş yeni bir beden ve toplum ve direniş estetiği yaratmışlardır; Gezi, kolektif bir sanat yapıtıdır. Gustave Courbet’nin “Dünyanın Kökeni”ne gelince: Akademik resmin parlak yüzeylerden oluşan ideal çıplak bedenleri yerine, yaşayan bir bedenin pürüzlü yüzeyini tuvaline taşımış ve cinsel organı tuvalin tam ortasına yerleştirerek beden hiyerarşisini bozmuştur. Her ikisi de temsil edilemeyen çokluğun yeri olarak toplumsal düzlemi ve dölyatağını duyumsatıyor bize.

ÖNÜMÜZDE BİR KAVDAVRA VAR!
Ele geçmeyen, tüm canlılığıyla her türlü sınırları ihlal eden ve içinde barındırdığı çoklukla olmadık doğumlara gebe olan gerçekliği temsil düzeyine taşıdığımızda içimiz rahat ediyor. Çünkü temsiller donduruyor ya da kadavra haline getiriyor gerçekliği ve ancak o zaman ona doğrudan bakabiliyoruz. Bir kadavra var şimdi önümüzde ve çok geçmeden bu kadavranın başına üşüşenler, kesip biçerek ölü bir bedenin otopsisine girişecekler. Canlısının neresinden tutacağını bilemeyenlerin, şimdi temsillerle kadavralaştırdıkları Gezi’nin üzerinde sanat ve politika icra ettiklerini görüyoruz. Gezi Direnişi sırasında infiale kapılıp geri çekilenler, zararsız kadavrayı istedikleri gibi parçalayıp mideye indireceklerini, kolayca sindirebileceklerini düşünüyorlar. Ölü bedeni parçalara, ölü imgelere ayırarak, gaz maskelerini, kırmızılı kadını ve Gezi’nin diğer romantik imgelerini ‘Gezi Sanatı’ diye yutturmak istiyorlar bize. Şunu söyleyebiliriz sadece: İçerdiği çoklukla kafalarınızı karıştıran kanlı canlı Gezi’ye yaklaşın sıkıyorsa!

Gezi sanatı diye bir şey olacaksa şayet, bu ölü formları yeniden üretmekle olmayacak, aksine Gezi’nin mevcut gerçekliği dönüştürdüğü o anı yakalamanız ve yarattığı estetiği ya da anti-estetiği sanat düzleminde duyumsatmanız lazım. Ve “Gezi’den Sonra Sanat” deyimi daha çok yakışacaktır bu sanata. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra artık şiir yazılamaz” dediği gibi, Gezi’den sonra da artık uzlaşımsal sanat yapılamaz. Sanatçıların, kalın kabuğun kırılma anındaki o dipdiri kuvvetleri ele geçirebilmeleri, bu kuvvetleri sanatta görünür kılmaları ve bu kuvvetlerin yarattığı estetiği duyumsatmaları gerekiyor. Gezi’yi oluşturan kuvvetlerin form ile formsuzluk arasındaki o anını yakalayamadıkları takdirde, Gezi bir kadavra olarak duracak önümüzde, parçalara ayrılacak bir kadavra.


SIRA GEZİ SONRASI SANATTA
Bir dönemin sanatı, döneme özgü kuvvetleri duyumsattığı ve kendi imgesini yarattığı ölçüde devrimci olabilir ancak. Çokluğun kolektif performansı olarak “Gezi” ve Courbet’nin “Dünyanın Kökeni”; her ikisi de geçmişin ölü imgelerini iptal ederek yeni bir toplum ve beden imgesi yarattılar ve içinden çıkılamaz gibi görülen bir açmaza çözüm önerdiler. Şimdi sıra Gezi sonrası sanatta: Ya kadavrayı parçalayarak ölü imgeleri soyutlamayı sürdürecek ya da içine düştüğü bu açmazdan, Gezi’nin hâlâ dipdiri ve çoklu kuvvetlerini ve yarattıkları estetiği/anti-estetiği duyumsatarak çıkacak.

5 Haziran 2014 Perşembe

TRAFİK BİZİZ, KORNA ÇALSANA!





RAHMİ ÖĞDÜL
05.06.2014
İktidar taşıt trafiğini yeniden düzenleyerek, bireylerin, grupların bir araya gelişlerini önleyerek işletiyor sistemini.  Oysa trafiğin sadece ana yollarda gerçekleşmediğini ve ara yollarda ve olmadık bağlantılarla başka türlü bir trafiğin, toplumsal ilişkiler ve direniş ağının icat edilebileceğini unutuyor. Çünkü “Trafik biziz.”
Tarih: 29 Mayıs 2013, Çarşamba akşamı; yer: Gezi Parkı. Gezi Parkı’nın Divan Oteli’ne bakan yamaçlarında toplanan eylemciler, aşağıdaki otoyoldan geçen otomobillere “Yeşili Çalma, Korna Çal!” sloganıyla seslenirlerken, bir eylemci de aynı sloganın yazılı olduğu bir dövizle taşıtların arasında dolaşarak sürücüleri korna çalmaya, Gezi eylemine destek vermeye çağırıyordu. Kapitalistin zaman ve mekânını bozarak, kapitalizmin trafik akışını keserek başka bir yaşam biçiminin imkânlı olduğunu gösteren eylemdir Gezi. Sloganları ve eylemleriyle, otomobillerinin kalın kaportalarının içinde kendilerine ayrılan otoyolda ve dayatılan bir doğrultuda hareket eden, kapitalist ilişkiler trafiğine hapsolmuş başka sürücüleri de yoldan çıkarmaya çabalıyorlardı. Gezi: Kapitalizmin bize dayattığı yörünge ve doğrultulardan saptığımızda, bambaşka bir mekân ve zaman yaratabileceğimizi deneyimleyerek öğrendiğimiz ve birbirimizi keşfettiğimiz ilişkiler ağı. Ütopyalarımızın çok uzaklarda olmadığını, aksine elimizin altında, şimdi ve burada, hemen gerçekleştirebileceğimiz toplumsal ilişkiler ağı olduğunu öğrendik Gezi’de. Kapitalizmin trafik akışlarından kendini kurtaran bireyler, otoyolun hemen yanı başında kendi ütopyalarını kurabiliyorlar. Kalın kaportalarından dışarı çıkarak birbirine dokunan bedenler, zamanın akışında bir kırılma icat ederek bambaşka bir mekân yaratabiliyor ve kapitalist trafikte kaportalarının içine hapsolmuş bireyleri de yoldan ve baştan çıkarabiliyorlar.
VİYANA'DA BİSİKLET TURU
Bir başka tarih: 19 Mayıs 2007, Cumartesi; yer: Viyana. Critical Mass grubu, adı her ne kadar “Ladyride” (kadın bisiklet gezisi) olsa da tüm toplumsal cinsiyetlerin katıldığı bir bisiklet turu düzenler Viyana’da. (bkz Gerald  Raunig, Bin Makine, çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık). Bisikletleriyle, kentin politik mekânlarına uğrayarak, kapitalist trafikle görünmez kılınmış bir belleği bir ağ gibi örerek kentin radikal tarihini yeniden kurarlar. Bu uğrak noktalarında kimler yoktur ki? Nazilerin kıyımına uğramış LGBT bireyleri, seks işçileri, göçmenler, işçiler; çalınmış, yağmalanmış ve susturulmuş hayatların tarihi. İktidarın hakikatinden dışlanmışları bisiklet turuyla birbirine bağlayarak, bastırılan çokluğu yüzeye çıkarırlar. Sadece bisiklet turu yapılmakla kalınmaz, aynı zamanda yol kesme eylemleri ve trafik akışını durdurma eylemleri de yapılır. Gezi Direnişi’nde yükselen “Yeşili Çalma, Korna Çal!” sloganının bir benzeri “Bizi Seviyorsan, Korna Çal!” sloganıyla kalın kabukları içinde kendini trafik akışına kaptırmış sürücüleri kabuklarını kırmaya da teşvik ederler. Ayrıca “Wer ist Verkehr? Wir sin der Verkehr!” yani “Trafik Kimdir? Trafik Biziz!” sloganlarıyla “trafik” sözcüğünün çok anlamlı yapısını yeniden düşünmeye zorlarlar, kabuklarının içindeki sürücüleri.

TRAFİK KİMDİR?
Almanca’da “verkehr”, yani “trafik” üç anlamın iç içe geçtiği bir sözcük: (1) Kentlerde taşıtlar ve yayalardan oluşan trafiği, (2) toplumsal cinsiyetleri ve cinsel ilişkiyi ve (3) Marx ve Stirner’in kullandığı anlamıyla toplumsal ilişkiyi ve mübadeleyi anlatabiliyor bu sözcük (bkz Raunig, agy). Kapitalist iktidarın budayarak sadece otoyolda gerçekleşen kapitalist ilişkileri anlatmak üzere biçimlendirdiği bu sözcüğün anlamını yeniden çoğaltarak, trafiğin aslında toplumsal ve cinsel içerimleriyle tüm ilişkileri de içerebileceğini, dolayısıyla trafiğin başka türlü de kurulabileceğini haykırıyordu eylemciler.  “Trafik kimdir?” sorusuna, hemen “Trafik biziz” yanıtını vermeleri bundandı. İktidarın taşıt trafiği olarak otoyolda dayattığı kalın kabuklarının içindeki bireyler arası ilişkisizliği, bir ilişkiler ağı olarak yeniden örgütleyebileceğimizi ima ediyorlar.
Faşist iktidar taşıt trafiğini yeniden düzenleyerek, bireylerin, grupların bir araya gelişlerini önleyerek işletiyor sistemini ve kutuların, kalın kabukların içinde, kapitalist akışlarla tecrit etmeye çabalıyor bizleri. 1 Mayıs ve 31 Mayıs’ta Taksim’e çıkan tüm otoyolları kapatarak, gemi, metro ve metrobüs seferlerini iptal ederek ya da Twitter’ı, Youtube’u yasaklayarak bir araya gelişlerimizi önleyebileceğine dair bir saplantısı var. Oysa trafiğin sadece ana yollarda gerçekleşmediğini ve ara yollarda ve olmadık bağlantılarla başka türlü bir trafiğin, toplumsal ilişkiler ve direniş ağının icat edilebileceğini unutuyor. Çünkü “trafik biziz.”