25 Eylül 2014 Perşembe

FOTOJENİK GÖRÜNTÜNÜN BANYOSU: SAVAŞ



RAHMİ ÖĞDÜL
25.09.2014
Banyoya sokup sokup çıkarıyorlar bizleri, gizli bir görüntüyü açığa çıkarmak için; daha doğrusu, bizde örtülü olarak bulunduğunu düşündükleri imgeyi görünür kılmak için banyo tankına daldırılıyoruz durmadan. Fotoğrafçılıkta kullanılan ve film üzerindeki gizli görüntüyü görünür hale getirmeye yarayan kimyasal işlemin, banyo sürecinin İngilizcesi “developing”, aynı zamanda ekonomik bakımdan kalkınma anlamına da geliyor. Ülkeleri, kalkınmış, geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkeler yerine, banyosu yapılmış (developed), banyosu yapılmamış (undeveloped) ve banyosu yapılmakta olan (developing) ülkeler olarak da ayırabiliriz. Analog bir fotoğraf makinesiyle çekilen filmdeki gizli imgenin görünür kılınması için gerekli işlemler bütününe banyo denilmesi gibi, insanlar, toplumlar ve ülkelerde örtük olarak bulunan bir imgenin görünür kılınma sürecine de kalkınma deniliyor. Nedir bu örtük imge? Tabii ki müthiş bir sömürü düzenine dayanak olan kapitalist ilişkiler bütünü. Bu gizli imgeyi görünür kılmak için şiddet yüklü teknikler kullanılıyor, savaşı boca ediyorlar toplulukların üzerlerine.
Bomba yağdırmak, gizli kapitalist imgeyi açığa çıkarmak için sıkça kullanılan banyo tekniklerindendir. Walter Benjamin Birinci Dünya Savaşı’na dair gözlemlerinde, bir banyo tekniği olarak savaşın nasıl da kapitalizmin dayandığı yalnızlaştırılmış, kırılgan bireyi görünür kıldığını anlatıyor; insanları yerlerinden koparıp yerle, yeryüzüyle ilişkili tüm değerlerinden arındırma banyosu: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni. “Tüm savaşlarda yaşananları dile getiriyor Benjamin; yeryüzüyle ve aralarında kurdukları ilişkilerle bir ağ gibi yayılan topluluklar bombalarla, şiddetli patlamalarla darmadağın edildiklerinde, sağ kalanlar kendilerini kapitalist ilişkilerin kucağında, emeklerini ve bedenlerini yok pahasına satarken buluyorlar. Ortadoğu’da, Suriye’de, Irak’ta, Rojava’da yaşananları düşünün; taş yerinde ağırdır ve kendi yerlerinde çok değerli olanlar, aralarında kurdukları ilişkilerle hayatta kalmayı başarmış, kendi kültürlerini, yaşam biçimlerini yaratmış insanlar göçmen durumuna düşürüldüklerinde, yersiz ve yurtsuzdurlar; yabancı topraklarda kırılgan ve yalnızdırlar; yeryüzüne kendi kültürel dokularını bir oya gibi ince ince işlemiş insanlar, bulutlardan başka her şeyin değiştiği yabancı topraklarda bir başlarına kaldıklarında, yırtıcı kapitalist peyzajda av olurlar birden. 
Kalkınmış, yani banyosu yapılmış Batı’nın fotojenik imgesi, ancak Batı dışı topluluklar savaşla yıkandıklarında, üzerlerine bombalar boca edildiğinde görünür hale geliyor. Parlak yüzeylerden, albenili vitrinlerden oluşan bu fotojenik görüntüyü görünür kılmak için uygulanan banyo sürecini görmüyoruz, sadece görüntünün fotojenikliğine takılıyoruz: Şiddet yüklü banyo süreciyle görünür kılınmış fotojenik görüntüye. Elbette insanlar içlerinde gizil güçler taşırlar ve bu gizil güçler, insanların yeryüzüyle, doğayla ve birbirleriyle kurdukları yatay ilişkilerle açığa çıkmış olsaydı, yeryüzünün görüntüsü çok farklı olacağından eminim. Oysa kapitalizm, kendi imgesini zorbalıkla açığa çıkarırken, insanların kapitalizmden başka bir yaşam biçimine evrilme, başka bir dünya kurma umutlarını da söndürüyor. Kapitalizmin fotojenik görüntüsü başka dünyaları öldürüyor.
Dijital fotoğraf makineleri çıktıktan sonra banyo işlemine de gerek kalmadığını söyleyebiliriz. Kalkınmış Batı’da yaşayanlar banyo işlemi olmadan doğrudan imge bombardımanına maruz bırakılıyor; ne olup bittiğini anlamadan, birbiri ardı sıra gelen imgelerle serseme çevrilmiş bireyler, bulutlardan başka her şeyin değiştiği bir ortamda, dijital bir savaş ortamında yaşamak zorundalar; kapitalize olmuş matrisin içine gömülü, ellerimiz kollarımız bağlı, imge sağanağıyla oyalanıyoruz. Dijital teknolojinin iş görmediği Batı dışı toplumlarda, analog teknoloji devreye sokuluyor hemen. Bombalar ve kurşunlarla yıkanan toplumlar, yeryüzüyle kurdukları otantik ilişkilerinden arındırıldıktan sonra, yerle tüm ilişkisi kesilmiş mekânlarda yaşamaya zorlandıklarında kalkınmış fotojenik pozlar veriyorlar.
Dijital fotoğraf makinesiyle çekilmiş fotojenik pozlarımızı paylaşıyoruz sosyal medyada. Kapitalizmin karanlık odalarında banyo edilmiş bu fotoğraflardaki eğreti fotojenik gülümseyişler, görünmez kılınmış banyo sürecinin acı ve şiddet dolu tarihini gizliyor. Kalkınmış fotoğraflarımıza ne zaman baksam, tenimizi ve ruhumuzu yakan kimyasal banyo sürecini hatırlıyorum.

18 Eylül 2014 Perşembe

BANA ONUN KELLESİNİ GETİRİN!



RAHMİ ÖĞDÜL
18.09.2014
Sam Peckinpah’ın filminin afişi sanki: Torbalarda kesik kafalar taşıyan kelle avcıları. Kesik kafaların ya da kafa kesmelerin gündemden düşmediği bir zamanda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın görsel dili mi sürçtü? Yoksa hazırladığı afişle, sürüden ayrı, tek başına yaşayanlara gözdağı mı vermek istiyor? Bir dehşet salma ve sindirme yöntemi olarak kafa kesen ve kestiği kafaları sosyal medyada gözümüzün içine sokan İslamcı terörist grubun yöntemini mi kullanıyor Bakanlık? Neden olmasın? “Yalnızlığın Biçimleri” başlıklı yazımda, yanlışlıkla Foucault’ya atfettiğim, oysa söyleşi sırasında Richard Sennett’in tanımlaması olan üç tür yalnızlıktan bahsederken, sadece iktidarın dayattığı yalnızlık üzerinde durmuştum. Bir de iktidarı, iktidar sahiplerini korkutan yalnızlık var: Düş gören, düşünen ve başkaldıran insanın yalnızlığı. İktidarın tecridi sevdiğini yazmıştım, ama iktidar şimdi bir karşı hamleyle tek başınalığı, yalnızlığı yok etmeye çalıştığı izlenimi veriyor. Yoksa başkaldıran insanın yalnızlığını mı hedefliyor ve kesik kafalarla dehşet salıp tek başına duran ve sürüye katılmayanları, eleştirel düşünce gücünü yitirenler ve koşulsuz iktidara boyun eğenler sürüsüne mi katılmaya zorluyor?

BAŞKALDIRININ YALNIZLIĞI
Richard Sennett, Foucault ile söyleşisinde yalnızlığın biçimlerini sıralarken ikinci sıraya, “iktidar sahiplerini korkutan yalnızlığı” yerleştiriyor ve ekliyordu: “Bu, düş görenin, homme revolté’nin yalnızlığıdır; başkaldırının yalnızlığı.” “Eskiçağ’da iktidar sahiplerinin korktuğu, düş gören, yalıtılmış insan, bir Sokrates’ti. Devletin yasaları karşısına, daha yüksek yasaların sözüyle çıkan biri: Yerleşik iktidar düzenine karşı bir ideal. Çağdaş homme revolté, bir Artaud ya da Genet, iktidar düzeninin karşısına, yasasızlığın hakikatini koyar.” Jean Paul Sartre da başkaldıran yalnızların sözcüsüdür Sennett’e göre. Demek ki düş gören, hayal kuran, düşünen ve yaratan, yarattıklarıyla dayatılan yasaları boşa çıkaran insanın yalnızlığı da iktidar açısından katlanılamaz bir şey. Sokrates düşünceleriyle gençleri zehirleyebiliyor ve iktidar sahipleri, Sokrates zehrine panzehir olarak baldıran zehrini kullandılar. Hatırlayalım; Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak ve gençlerin ahlakını bozmaktan suçlu bulunmuş ve baldıran zehri içirilerek öldürülmüştü.
Sürüye katılmamış, sürünün dışında durarak derinlerden, içeriden gelen kuvvetlerin etkisiyle, iktidarın dayattığı biçimlere karşı çıkarak, kendi biçimlerini yaratanların yalnızlığıdır bu. Sürünün bir sıvı gibi, kolaylıkla iktidarın dayattığı kabın biçimini almasına karşın, yürürlükteki biçimlere karşı eleştirel yaklaşan, düşünsel ve sanatsal yeni biçimler yaratanların yalnızlığı.  Sennett’in “homme revolté”nin yalnızlığına verdiği örneklerde iki tür başkaldıran çıkıyor karşımıza: Bir uçta iktidarın yasaları karşısına daha yüksek bir yasayla, ideal toplum yasasıyla çıkanlar var ve diğer uçta her türlü yasayı reddederek, akışkan formların içeriden dışarıya doğru kendi biçimlerini yaratarak kurdukları içkinlik düzlemini, yasasızlığı savunanlar.  Her iki durumda da iktidar yasalarını, dayatılan biçimleri geçersiz kılan, sürüyü dağıtmakla suçlanan başkaldıran insanı görüyoruz.

SANATÇI YENİ BİÇİMLERLE SARSMALI
Sanatçı ve düşünürün yalnızlığı, mevcut biçimlere başkaldıranın yalnızlığıdır. Katalan sanatçı Antoni Tàpies, sanatçının bir fildişi kulede yaşamadığını, toplumla, felsefe, politika, bilim gibi diğer disiplinlerle ilişkisini vurguladıktan sonra sanatsal üretim için yalnızlığın da gerekli olduğunun altını çiziyor: “Sanatçı beyaz tuvalin karşısında yalnızdır ve bu konumda,… kimse ona danışmanlık veya yardım edemez. Tek başına yaşadığı deneyimleri aydınlatmak ve yönlendirmek için sadece kendi malı olan malzemelerle boğuşmalı”dır (bkz Antoni Tàpies, Sanat Pratiği, Dost Kitabevi). Toplumla sürekli ilişki içinde olan sanatçının tam da yaratım esnasında, iktidarın dayattığı forma karşı yeni bir form üretirken gereksindiği yalnızlık.
Tàpies ekliyor: “Biçimler, kendilerini karşılayan topluma saldıracak, onu taciz edecek, düşünmeye zorlayacak yetenekte değillerse… otantik sanat yapılamaz.” Sanatının sanat olabilmesi için bizi konformizm bataklığına gömen mevcut biçimleri yeniden üretmemeli sanatçı; aksine bizi yeni biçimlerle sarsmalı: “Şok olmadan sanat olmaz. Bir estetik biçim seyircinin kafasını karıştıracak yetenekte değilse, düşünme tarzını altüst edemiyorsa, bugün için geçerli bir sanatsal biçim değildir.”  Düş gören ve düşünen, yarattıklarıyla insanların kafalarını karıştıran, sürüleşmiş bireyleri baştan çıkaran “homme revolté”yi kafasız bırakmak için kampanya başlatıyor iktidar. İktidarın sesi çınlıyor ortalıkta: Bana onun kellesini getirin!


Not: Görseller, 6 Şubat 2012’de yitirdiğimiz Katalan ressam, heykeltıraş ve sanat kuramcısı Antoni Tàpies’e aittir.

11 Eylül 2014 Perşembe

YÜZEYDE SÖRF YAPMAYA DEVAM!



RAHMİ ÖĞDÜL

11.09.2014

Suyun üzerinde kuru bir dal parçası ya da bir kütük gibi, birbiri ardı sıra gelen dalgalarla sallanıyorum. Sırt üstü yatmışım. Altımda, içine gömüldüğüm denizin mavi sularının derinliği; üstümde, açık mavi bir gökyüzü, sınırsızca derinleşerek sonsuzluğa uzanıyor. Derinlikler arasında asılı bir sarkaç gibi salınıyorum. Hatırlıyorum da ilk kez maskeyle denizin yüzeyinden, suların giderek koyulaşan mavi derinliğe baktığımda, bir an içine düşeceğimi hissedip korkuya kapılmıştım. Sonra, sırt üstü uzun süre gökyüzünü seyre dalmış ve bir kez daha aynı korku sarmıştı beni; yön duygusunu yitirince, aşağıdan mı yoksa yukarıdan mı baktığımı artık fark edemediğimde, birden uzay, dipsiz bir kuyu gibi açılmıştı önümde.
 
KİMSE TATLI CANINI SIKMIYOR!
Bu derinlik duygusunu hissetmeyeli uzun zaman oldu. Durmadan yüzeyler üzerinde hareket ediyor ve hep yüzeyleri fethetmeye çalışıyoruz.  Yeryüzünü parsel parsel bölüp mülkiyetimize kattıkça derinlik metaların parlak yüzeylerinde yok oldu. Somalı madencilerin yaşamları pahasına, yeryüzünün derinliklerinden çıkardıkları kömürler paranın yüzeyine çevriliyor hemen. Ölümleri bile bizde derin yaralar açmadan yüzeyin parıltılı dünyasında yitip gidiverdi. Durmadan yeni yüzler üreten medya, bu yüzlerin yüzeyinde sörf yapan metalarla kışkırtıyor bizleri. Yüzlerimiz sadece yüzeyden oluşuyor ve kolayca okunsunlar diye kat kat boyalar sürerek piyasaya çıkıyoruz. Yüzlerimizin derinliklerinde yatanları okumak için kimse tatlı canını sıkmıyor artık.  Bilişim teknolojisi diliyle konuşursak, ‘arayüz’lerde dolaşıyoruz.
 
DERİNLİK DUYGUSU YİTİP GİTTİ
Derinlik duygusunu içimizde de yitirdik. Artık kimse içine bakmıyor, bakamıyor. Belki de neyle karşılaşacağımızı bilemediğimiz için, belki de karşılaşacağımız şeyin bizi çok ürküteceğinden. Ya da gerçekten de derinliğimizi yitirdik. Derinliksiz, sadece yüzeyden oluşan iki boyutlu figürlere dönüştük. Bu iki boyutlu, kâğıttan figürler bir kumarbazın, iktidarın elindeki oyun kartlarıdır artık; istediği gibi karabileceği, desteleyebileceği, desteyi istediği yerinden kesip çoğaltabileceği, karşıt gruplar halinde bölümleyebileceği ve yeri geldiğinde hile yapabileceği oyun kartları. Ülkenin politik manzarasına baktığımızda iktidar elindeki kartları istediği gibi kullanabiliyor ve şimdilik-iktidar-olamayanlar, iktidar olmak için kendi destelerini hazırlamaya koyulmuşlar. Seçim dediğimiz, destelerin yeniden karılmasından başka nedir ki? Hangi destede olabileceğimize karar verebiliyoruz diye sevinebiliyoruz üstelik; karıldıkça birbirinin yüzeyinde kayan kartların sörf keyfi.
 
SADECE YÜZEYİ GÖRÜR OLDUK
Sanatta da derinlik yerini, yüzeye bıraktı. Sanatta içsel olanın, derinliğin yitirildiği ve sadece dış gerçekliğin, yüzeylerin yüceltildiği bir duruma geçilmesinin Marcel Duchamp’la birlikte gerçekleştiğini söylüyor David Kuspit. (Sanatın Sonu, Metis Yayınları). İçsel olanı bir kenara bırakarak sadece dış gerçekliği yücelten Duchamp sonrası sanat için post-sanat tabirini kullanıyor. Modern sanat ile post-sanat arasındaki farklılaşma, bilincin altında uzanan derinliklerin iptaliyle, bilinçdışı kültünün çöküşüyle başlamıştır. Modern sanatçı nesnel gerçeklik olarak önünde uzanan dış dünyayı yorumlarken, kendi iç dünyasının derinliklerine dalıyor, bilinçdışında temasa geçtiği kaosu yaratıcı bir güce dönüştürüyor ve derinlerdeki kuvvetlerin etkisiyle dış gerçekliği kendine göre bükebiliyordu. Post-sanattaysa mevcut gerçeklik yüceltilir; içsel yaşama, derinliğe yok edilmesi gereken bir baş belası olarak bakılır. Derinlikten kurtulup gerçekliğe koşulsuz boyun eğmiş bireyler, metaların parlak yüzeylerinde hareket ederken buldular kendilerini.
 
GERÇEĞİN FOTOĞRAFI NEREDE?
Post-sanatın ürünü olan hiper-realizm ya da foto-gerçekçilik, parlak yüzeyler üretir durmadan. Gerçekliği fotoğrafın çözünürlüğünden çok daha yüksek çözünürlükte resmederek, metaları birer yansıtıcı yüzeye çevirmiştir. Don Eddy, Richard Estes, David Parrish ve Thomas Blackwell gibi foto-gerçekçi sanatçıların tablolarında gerçekliği, etrafımızdaki yapıları, nesneleri ve insanları, otomobillerin, motorların, vitrinlerin parlak yüzeylerinde yansıdığı ölçüde algılarız. Artık gerçeklik, sanatçının derinliğinde, iç dünyasında kırılıp yeniden üretilmez; aksine yansıtıcı yüzeye dönüşmüş metalarda kırılarak yansır bize.
Derinlik kayboldukça parlak yüzeyli metalara sığınmaktan başka seçenek kalmıyor ve yüzeyde sörf yaptıkça tüm derinliğimizi, derinlik duygumuzu daha fazla yitirerek iki boyutlu kâğıttan figürlere, karılırken birbirinin üzerinde kayan oyun kartlarına dönüşüyoruz. Ve büyük illüzyonistin yeniden kardığı ve her seferinde yeni numaralarla göz boyadığı kart destesinde yerimizi alırken, yüzeyde sörf yapmanın keyfini çıkarıyoruz.

6 Eylül 2014 Cumartesi

MONA LISA VE LUCRETIA: POZ MU VERELİM YOKSA HAREKETE Mİ GEÇELİM?


RAHMİ ÖĞDÜL

04.09.2014

Sanat tarihinin ünlü kadınları vardır. Mona Lisa doğal olarak listenin başında yer alıyor. Leonardo’nun yaratısı olan Mona Lisa dışında, Orta Çağ’ın sonlarında Batı’da neredeyse her ressam tarafından resmedilmiş bir başka kadın, Lucretia da sanat tarihinin ünlü kadınlarındandır. Kimler resmetmemiştir ki Lucretia’yı?: Titian, Rembrandt, Dürer, Raphael, Botticelli, Cranach ve diğerleri.
 
LUCTERİA EYLEM HALİNDE
Mona Lisa ayrıksı güzelliğiyle ünlenirken, Lucretia gerçekleştirdiği eylem nedeniyle resmedilmeyi hak etmiştir. Mona Lisa poz veren bir kadındır; Lucretia eylem halindedir. Mona Lisa, bir kadının fotoğrafçının karşısında en güzel pozunu takınarak çektirdiği vesikalık fotoğrafı andırır ve günümüzde yaşasaydı, kendi güzelliğini durmadan selfie’lerle çoğaltacağından eminim. Poz vermek, ‘mış gibi yapmak’tır, kendini hayalindeki bir görüntüye göre katılaştırmaktır. Eylem halindeyse her türlü katılaşmanın akışkanlaştığını görürüz ve fotoğrafçı eylem halindeki bir bedenin sadece bir anını yakalayabilir; pozlama süresine bağlı olarak devinen bedenin fotoğrafta tamamen kişisel özelliklerini yitirdiğini, silikleştiğini ve kimliksizleştiğini de görebiliriz. Dolayısıyla Mona Lisa, kimliklerin vazgeçilmezi olan vesikalık fotoğraf halinde katılaşmış bir bedeni temsil ederken, Lucretia eylem halindeki, akışkan bir bedenin bir anlık görüntüsüdür. Poz verme ile eyleme geçme arasındaki kıyaslamada üstünlüğü eyleme verecek olsaydık, Lucretia sanat tarihinin ünlü kadınları arasında birinci sırayı alacaktı. Mona Lisa’nın güzelliğine hayran olabiliriz, ama o kadar. Oysa Lucretia’nın eyleminin üzerine kafa patlatabiliriz. Ve ressamlar, dönemin ikon-kırıcıları ile ikon-severleri arasında gerçekleşen, ‘ikonu sevelim mi yoksa parçalayalım mı?’ tartışmasını Lucretia’nın eylemi üzerinden çözmüşlerdi. Aynı şekilde Lucretia yaşadığı toplumda eylemiyle, içinden çıkılamaz gibi görünen bir durumu çözmüş ve Tiranlık rejiminin devrilerek yerine cumhuriyetin kurulmasına yol açmıştır. O halde bir kez daha sormak gerekiyor: İkonu ya da tiranı sevelim mi yoksa parçalayalım mı?

İkonlar çağında yaşıyoruz. Pop ikonlardan tutun da politik ikonlara dek, yaşamın her alanında ikonlaşmaya tanıklık ediyoruz. Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerini ziyaret ettiğimizde, ‘mış gibi yaparken’ çekilmiş fotoğraflarıyla küçük ikonlara rastlıyoruz çokça. Tasarlanmış mizansenlerin içinde, olabilecek en katı halleriyle ikonlar. Bu ikonlaşmanın karşısında yeni bir ikon kırma hareketi başlatmak gerekli. Kendi imgelerini fotoğraflarda katılaştırarak, selfie’leriyle ‘mış gibi yaparak’ pozlar veren bedenlerin yerine, eylemin kesintisiz akışında durmadan form değiştiren akışkan bedenlerin ikon kırıcılığını geçirmeli.
 
HERKES KENDİ POZUNU VERİYOR
Eylem en büyük ikon kırıcıdır. Katılaşmaya fırsat bulamadan, eylemin kesintisiz akışında durmadan geçici formlara bürünür bedenler. Ve durduğumuz, kendimizi sabitlediğimiz an ikonlaşma tehlikesi baş gösteriyor. İktidar kendisini ikonlaştırmaya mecbur; kendisini konumlandırdığı ve sabitlediği tepeden pozlar vererek ‘mış gibi yapar’ ve bizler de bu ‘mış gibi yapan’ iktidarın ‘mış’larına aldanırız. Herkesin kendisini dondurarak pozlar verdiği bir çağda, ikonlaşma yaygınlaştıkça ikonlardan, küçük iktidarlardan geçilmeyecek ortalık. Dondurulmuş ikonlar hiyerarşisinde politik iktidar, tüm ikonların taptığı bir mega-ikona dönüştüğünde tiranın, zorbanın zamanı gelmiş demektir. Tüm ikonları parçalamadan tirandan kurtulmak mümkün değil.

Söylenceyle tarihsel gerçekliğin iç içe geçtiği bir anlatı olan Lucretia’nın öyküsü, Roma’nın Tiranlar tarafından yönetildiği dönemde geçer. Tiran’ın oğlu Lucretia’ya tecavüz eder ve bu lekeyle yaşamak istemeyen Lucretia da intihar eder ve toplumda büyük bir infial yaratan bu olay, Tiranlık rejiminin devrilmesi ve ardından cumhuriyetin kurulmasıyla sonuçlanır. Reformasyon döneminde Lucretia’nın kendi bedenine yönelik bu eylemi, ikon-severler ile ikon-kırıcılar arasındaki tartışmada bir problem çözücü olarak yeniden gündeme gelmiştir. Bir tarafta klasik çıplağı, imgeyi yücelten ikon-severlik, diğer tarafta ise imgeyi tamamen yok ederek metafizik bir mistisizme yönelen ikon-kırıcılık. Sonunda sanatçılar Lucretia ile bu sorunu çözdüler. Elindeki bıçağıyla Lucretia, ikonlaşmaya meyilli kendi imgesi de dahil her türlü ikonu parçalamaya yönelik bir eylem halinde gösterilmiştir; form ile formsuzluk, ikon ile ikonun parçalanabilirliği arasındaki geçişkenliktir vurgulanan. Donmuş bir ikon gibi bize dayatılan gerçekliğin geçici bir görüntü olduğunu, dayatılan ikonun ya da imgenin parçalanabilirliğini, daha da önemlisi hareketin, eylemin, akışın ikon kırıcı özelliğini duyumsatırlar bize ressamlar.

İkonun poz severliği karşısında, durmadan form değiştiren bedenin eylem severliği, hem mega-ikonu hem de küçük ikonları parçalayacak hamleyi başlatacaktır. İkon poz vermeyi sever; oysa yaşamın akışı içinde form ile formsuzluk arasında durmadan geçişler yapan bir toplumda hiçbir ikon ya da tiran tutunamayacaktır. O zaman son kez soruyorum: Mona Lisa’nın poz severliği mi yoksa Lucretia’nın eylem severliği mi?