30 Ekim 2014 Perşembe

ZAMANI VE MEKÂNI KULLANMA KILAVUZU


RAHMİ ÖĞDÜL
30.10.2014
Artık süreç lafı duymak istemiyoruz; o kadar çok duyduk ki, süreç sözcüğünün gerçek anlamını yitirdiğini ve neredeyse mide bulandırıcı bir deyime dönüştüğünü görüyoruz. Süreç, iktidarın kendi tasarlayıp çektiği filmin banyo edilme sürecinden başka nedir ki? Ya da daha açık söylemek gerekirse, iktidarın kendi imgesini dayatma süreci. Mekân ve zaman tutuklu kalmıştır iktidarın elinde; o yüzden her ikisi de tutucudur. İktidarın mekânı, yine kendisinin dayattığı mevcut şeyler düzenini korurken, zamanı da şeylerin içlerinde barındırdıkları gizil güçleri açığa çıkartmayacak şekilde örgütlenmiştir. Mekânın içinde yer alan mevcut şeyleri oldukları gibi koruma ve onlara aşkın bir düzen dayatma çabasında olan iktidar, süreç kavramıyla zamanı da denetlemek, her türlü değişimden dönüşümden arındırmak istiyor. Süreç, iktidarın elinde tutuklu kalmış zamanın adıdır.

BİZİMKİSİ BİR TABLO DEĞİL!
Despot bir iktidarın kafasındaki imgeden medet umanları da anlayamıyorum. Banyo sürecinin sonunda filmin üzerindeki görüntünün görünür hale gelmesi gibi, iktidar da zamanı denetlediği ölçüde, kafasının içindeki aşkın imgeyi görünür kılmayı süreç olarak dayatıyor bize. Oysa süreç, tüm kuvvetlerin aynı anda etkileşime geçerek, önceden tasarlanmamış ve bilinemeyen yepyeni bir görüntünün içeriden yüzeye çıkmasıdır. Kuvvetler alanı olarak toplumun katılacağı bir müzakereyle, etkileşimle, gizli olan bir görüntüyü hep birlikte boyamaktır. Önceden bu görüntüyü hayal edebiliriz ama despot iktidarınki gibi kesin bir tablo değildir bizimkisi.
Bizimkisi daha çok Alfred Hitchcock’un 1963 tarihli “Kuşlar” filmde olduğu gibi, dünyayı devasa bir markete çeviren iktidarın marketine saldırmak üzere, ayrı düşürülmüş kuş türlerinin bir araya gelmesi gibidir. İktidarca ve kapitalist ilişkilerle kurulmuş bu markete saldırı, yeniden kurulacak bir dünyanın ilk habercisidir. Filmde, kuşların saldırdığı kasabanın adı Bodega Bay’dir. Bodega, İspanyolcada dükkân ya da market anlamına gelmesinin boşuna olmadığını düşünüyorum. “Kuşlar” filminde, daha önce yan yana gelmeyen, bir arada hareket etmeyen kuş türlerinin, bir araya gelerek yeryüzünü felakete sürüklemiş kapitalist ilişkileri simgeleyen markete saldırmaları, market sahibi tarafından bir felaket olarak algılanabilir ama market sahibinin felaketi, kuşların ve yeryüzünün kapitalist ilişkilerden kurtuluşudur. Doğal bir felaket gibi inerler Bodega’nın üzerine. O yüzden doğal felaketlere bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Kuşların markete saldırmaları, yeryüzünün kurtuluşudur.

MARKETLER ŞAŞIRTMAZ BİZİ
İktidarca dayatılan süreç, marketin kapalı ve tanımlı mekânındaki zamanın adıdır ve marketin zamanı, market formunda mekânsallaşmıştır. Marketin, tıpkı mekânda olduğu gibi kompartmanlara, reyonlara ayrılmış zamanı çizgiseldir, zaman otoyollaşmış ve doğrusal hale gelmiştir. Market bizi hiç şaşırtmaz; reyonlar arasında dolaşırken elimizle koymuş gibi buluruz malları. Ve aşırı kimliklendirilmiş malların başka şeylere dönüşmelerini önlemek için raf ömürleri üzerlerine yazılmıştır. Şeyler, doğada olduğu gibi zamanın içine yerleştirildiklerinde, içlerindeki gizil güçleri açığa çıkarmak için kışkırtılırlar oysa; o yüzden devrimcidir doğanın zamanı. Ormanda yolumuzu kaybetmemiz, ağaçların çizgisel zamanı ve mekânı saptırmasındandır; ağaçlar önce yolumuzu kaybettirir, ardından da kendi yolumuzu bulmak ve içimizdeki gizil güçleri açığa çıkartmak için bizi kışkırtırlar. Ve yolumuzu ararken başka bir şeye dönüşebiliriz. Doğada raf ömrü yoktur çünkü.
Artık bir yolağzında duruyoruz: bir yol ormana, diğer yol ise markete çıkıyor. Ya da bir yol çokluğa, değişime ve dönüşüme, diğer yol ise aşırı kimliklendirilmiş ve raf ömürleri biçilmiş malların sergilendiği markete. İktidar her türlü değişimi ve dönüşümü, çokluğu dışarıda bırakacak bir marketin çizgisel zamanını süreç olarak dayatırken, doğal felaketler bu çizgisel zamanı parçalayarak, tüm canlılara biçilen raf ömürlerini iptal ediyor ve yeryüzünü bir çokluk ve değişim, dönüşüm düzlemi olarak yeniden kuruyor. Felaketlerden hele ki doğal felaketlerden hiç korkmayalım. Kuş türlerinin bir araya gelerek iktidarın zamanını ve mekânını bozdukları o anlar devrimci anlardır. Tıpkı 1830 Fransız Devrimi sırasında meydanları işgal eden devrimcilerin meydan saatlerine ya da Nisan 2000’de Brezilya’nın keşfinin 500. yıldönümü törenlerinde Brezilya yerlilerinin saatlere ateş etmeleri gibi.

KUŞLARIN İŞGALİ BİZİM ZAMANIMIZ
Yeryüzünü devasa bir markete ya da Bodega’ya dönüştüren egemenlerin zamanı ve mekânı, daha önce yan yana gelmemiş, gelememiş orman canlıları ve kuşlar tarafından işgal edildiğinde, işte o zaman bizim zamanımız ve mekânımız başlayacaktır. Bu zaman, bir görüntünün dayatılma süreci değildir; aksine birbiriyle etkileşime giren tüm canlıların birlikte kendi yollarını keşfedecekleri, önceden kestiremeseler de hayal edebilecekleri ve hep birlikte boyadıkları ve boyamaktan yorulmayacakları ve hiçbir zaman sona ermeyecek bir tablonun görünür kılındığı bir süreç olacaktır. Boyadıkça, hem mekânın hem de bizlerin dönüştüğünü göreceğiz.

23 Ekim 2014 Perşembe

KORKACAK BİR ŞEY YOK: ÖNCE SOYALIM SONRA GİYDİRELİM


RAHMİ ÖĞDÜL
23.10.2014
Soymak ve giydirmek bir ve aynı şeydir. İki karşıt eylem gibi gözükseler de bir sürecin birbirini bütünleyen parçalarıdır. Giydirmek için, önce soymak gerekir. İktidar da önce soyuyor ve sonra kendi imgesini giydiriyor yeryüzüne.
Soymak, bir varlığın kimliğini belirleyen giysilerini çıkarmaktır. Soyutlamak da bir tür soyma işlemidir; etrafımızdaki tekil varlıklar niteliklerle donatılmıştır ve bu nitelikler arasında özsel olan ve olmayan diye ayrım yaparak, öz niteliklerini göz önünde tutmak ve diğer niteliklerini çıkarıp atmaktır. Tekil varlıkları soyutlarız ya da soyarız ve ardından da soyut kavramlara ulaşırız. Soyutlamalar akıl yürütürken, düşünürken çok işimize yarasa da geçen haftaki yazımda vurguladığım gibi yaşamdan kopuk, soyut ve tecrit edilmiş varlıklar yarattığı ölçüde sınıflandırmaya, manipüle etmeye yarayan bir araç olarak devletçi mantığın kullandığı bir tekniktir. Dolayısıyla yaşayan, ete kemiğe bürünmüş ve kendi coğrafyası ve kültürüyle kurduğu ilişkilerle biricik bir konuma ve kimliğe sahip tekil insan, tüm bağlamından arındırılıp sadece insanın özünü tanımlayan niteliklerle tanımlandığında soyut bir insan kavramına ulaşırız. Bu bir soyma işlemidir.
ÖNYARGILAR VE KLİŞELER
Ya da yine soyma işlemini etnik, din, mezhep, toplumsal cinsiyet kümelerine ait tekil varlıklara uyguladığımızda, soyut bir özle onları tanımladığımızda, artık karşımızda soyut bir Ezidi, soyut bir Ermeni ya da soyut bir erkek, soyut bir kadın ya da soyut bir eşcinsel vardır. Her tekil bireyi bu kavramlarla toptan yargılama ve sınıflandırma fırsatını yakalamış oluruz. Artık herhangi bir kümeye ait tekil bireyi yakından tanımadan, dokunmadan, sesini işitmeden, kokusunu duymadan hakkında bir sürü laf edebilir, içleri klişelerle doldurulmuş kavram paketlerini üzerlerine boca edebiliriz. Önyargılar ve klişeler, tekil bir bireyi yakından tanıma önündeki engellerdir. Ve hayattan kopuk kavram paketlerinin içine sıkıştırdığımız tekil varlıklar, artık bizim için bir kavramdan ibarettir sadece. Milliyetçi, ırkçı, dinci, cinsiyetçi yaklaşımların yarattıkları soyut kavramlar, tehlikeli silahlardır aynı zamanda ve bir kavram insan öldürebilir. Tüm ırkçı, milliyetçi, dinci savaşlarda ve gündelik hayatta kadınların ve eşcinsellerin, transların bu kadar sık öldürülmesinde, devletçi mantığın inşa ettiği bu kavramlar bir silah olarak kullanılmıştır. Öldürülen bir insan değildir, soyut bir kavramı bir başka soyut kavramla öldürür gibi kolaylıkla öldürebiliriz bir canı.
Bir canı ait olduğu ilişkilerden soyduktan sonra iktidar, onu kendi imgesine göre giydirmek isteyecektir önce; giydiremediğinde ya sürgüne gönderir ya da kıyıma girişir. Uluslaşma tarihi bir soyma ve giydirme tarihidir; ulus imgesine göre giydiremediği bireyleri ya sürgüne göndermiş ya da toplu kıyımlara maruz bırakmıştır. Devlet denilen soyutlama makinesinde yaşayan tüm bireyler bu soyma ve giydirme işlemine tabi tutulur. İktidarın kabul etmediği doğalarından soyulurlar ve bir giysi gibi iktidarın imgesi geçirilir üstlerine. Soyma edimi olmadan yeni giysiler giydiremezsiniz hiç kimseye. Hıristiyanlığın kurucularından Aziz Pavlus, İncil’in Koloselilere Mektup bölümünde açıkça yazmıştır bunu: “Uygulamalarıyla eski doğanızı çıkardınız sırtınızdan ve yaratıcının imgesinin ardından bilgi bakımından yenilenmiş yeni doğayı geçirdiniz sırtınıza.” Bu kadar basit. İktidar, tahakküm altına aldığı tüm bedenleri önce soyuyor, sonra kafasındaki imgeye göre yeni giysiler giydiriyor. Eski giysileri çıkarma ve yeni giysiler giydirme işleminde kullanılan şiddetin derecesi devlet ve iktidarın yapısına göre değişebiliyor ama soyma ve giydirme işleminin kalıcı olduğunu görüyoruz.
YAŞAMI ÖLDÜREMEZSİNİZ
Şimdiki iktidarın da bedenleri ve zihinleri geçmişe ait tüm niteliklerinden soyup onları yeni giysilerle örtmeye çalıştığına tanık oluyoruz. Tüm kurumlar, kurumları oluşturan bedenler bu soyma ve yeniden giydirme işlemine maruz kalıyorlar. Neredeyse bebekleri bile toplumsal cinsiyete göre örtmesi, yasalarla zihinlere ve bedenlere örtüler giydirmesi, Ankara’daki sarayının bahçesindeki eski doğayı çıkarıp, bahçeye yeni bir doğa giydirmesiyle çakışıyor. Ama olmuyor; kesilen binlerce ağacın yerine saray bahçesine dikilen ithal ağaçların da öldüğünü öğreniyoruz basından. Doğaya ve insan doğasına bulaşan iktidar, dokunduğu her şeyi öldürüyor. Yine de bizi ikna etmekten de geri durmuyor tabii: “Görüldüğü kadar kötü bir şey değil. Tabii ki Allah göstermesin, bulaşınca öldürüyor.” Yaşamı öldüremezsiniz. Yaşam tüm örtüleri parçalayan, kudretli bir oluş halidir. 

16 Ekim 2014 Perşembe

KARŞINIZDA BAKKAL DEĞİL, ÇOK ULUSLU BİR HİPERMARKET VAR!

Dimitri Daniloff

Ana Alvarez-Errecalde
RAHMİ ÖĞDÜL

16.10.2014

Alabildiğine soyalım her şeyi. Tüm niteliklerinden arındırıp çırılçıplak bırakalım ve sonra bu soyut varlıkları birbirine düşman kümelere yerleştirelim. Devletin soyutlayıcı zihni, yaşam unsurlarının yeryüzüyle ve kendi aralarında kurdukları ilişkileri soyutladığında, şeyleri yaşamsal niteliklerinden soyup çırılçıplak bıraktığında artık ilişkiden söz edemeyiz; araya giren devlet vardır sadece. Arabozucu ve arabulucu rollerini oynar durmadan, kendi varlığını meşrulaştırmak için ayrıştırarak iş görür. Ve bu devlet mantığını gündelik yaşama, doğayla ve toplumla ilişkilerimize taşıdığımızda,  yaşamı soyut ve birbiriyle çatışan kümeler halinde kurguladığımızda, Gustav Landauer’in devlet tanımını yinelemiş oluruz: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilintidir, insanların birbirine davranışlarının bir tarzıdır.”  Yeryüzüyle ve birbirleriyle kurdukları ilişki ağlarından koparılan yaşam unsurlarının soyut kümeler halinde ayrıştırılması ve bu soyut kümelerin arasına devletin kendisini üçüncü şahıs olarak sokması. Ardından yapılacak ilk şey bu kümelerin, yaşamdan koparılmış, bağlamından soyutlanmış ve tüm niteliklerinden arındırılmış patlamaya hazır kümelerin arasına ateşler yerleştirmektir. İşte size bir savaş ya da iç savaş için gerekli olan her şey.

POLANSKİ’DEN KISA BİR FİLM
‘Melekler Düşerken’,  yönetmen Roman Polanski’nin 1959 tarihli kısa filmi. Polonya’daki Lodz Devlet Film Okulu’ndan mezun olurken çekmiş; insanlık tarihini özetliyor sanki. Filmin sonunda yer alan sahnede, birbirini öldürmeye programlanmış soyut varlıklar, yitirdikleri insani niteliklerini tam yeniden kazanırlarken, devletin üçüncü şahıs olarak kendisini araya sokmasıyla ilişkileri bozulur. Savaş alanının ölümcül ortamından kaçıp bir harabeye sığınan iki düşman askerin karşılaşma sahnesi. Önce tüfeğini doğrultur düşmanına; sonra silahsız olduğunu ve dostane tavrını görünce tüfeğini indirir ve yüzünde kısa bir an bile olsa beliren gülümseme, soyut varlığın yeniden ete kemiğe büründüğünün göstergesidir. Düşmanı, bir şeyler paylaşacağını ima eden bir jestle elini paltosunun içine sokar. Kuşkuya kapılır bizimkisi ve kendisine biçilen soyut ölüm makinesi rolüne geri döner; yüzünde rolüne uygun olarak düşmanca bir ifade belirdiğinde, bir ilişki biçimi olarak devletin kendisini yeniden araya soktuğunu anlarız; tüfeğini düşmanına doğrultur ve ateşler, düşmanı ölmüştür.

KAPİTALİST İLİŞKİLER HUSUMETLİ İLİŞKİLER
Ölü düşmanının paltosunun içine sokulu elini dışarı çıkardığında, avucunda iki dal sigara görür. Mermi hedefini ıskalamamıştır; ama sigaralarını tüttürürken, kendilerine biçilen rolün dışına çıkıp doğrudan ilişki kurma, kendi mekânlarını yaratma fırsatı ıskalanmıştır. Bir kez daha devlet girmiştir araya. Birbirinden soyutlanarak düşman kompartmanların içine yerleştirilen varlıkların doğrudan ilişkileri, devletin araya girmesiyle bir kez daha engellenmiştir.

Yeryüzüyle ve aralarındaki ilişkilerinden koparılıp soyutlanan ve kompartmanlara yerleştirilen unsurların yeri ya savaş alanı ya da marketlerin raflarıdır.  Kapitalist ilişkiler, husumetli ilişkilerdir. Herkes ait olduğu kompartmanın, dükkânın ya malı ya da mülk sahibi gibi hissetmeye başlayınca, rekabet ilişkileri giderek husumet ilişkilerine ve savaşa dönüşecektir. Devletlerle, büyük marketler arasında benzerlikler vardır o yüzden. Birbirinden soyutlanmış malların dizili olduğu rafları işleten market sahibi gibidir iktidar. Dizi dizi malları istediği gibi sınıflandırıp pazarlayabilir.  Üstelik iktidar kendi ağzıyla bunu ima etmiştir. “Karşınızda bakkal dükkânı değil, devlet vardır” cümlesi devletin, doğrudan hipermarket ya da marketlerin marketi olan AVM ile benzerliğini akla getiriyor. Durduk yerde bir ticarethaneyi devletle yan yana getirdiğinizde, devletin bir bakkal dükkânı olmadığını söylediğinizde, her ülkede şubeleri olan, egemenlerce yönetilen, çok uluslu ve kişiliksiz bir hipermarket ile hâlâ insani ve enformel ilişkilerin geçerli olduğu yerel bakkal dükkânı arasındaki bir kıyaslamayı ima ediyorsunuzdur. İktidar bu anıştırmayı yapmamış olsaydı da, ülkenin satışa çıkarılan mallarını her gün basından okudukça, kendimizi marketin raflarındaki mallar gibi hissediyorduk biz zaten.

BİRBİRİMİZE DOKUNMAYI UNUTMAYALIM
Evet, devlet denilen hipermarketin raflarındaki mallar gibiyiz. Biz tükendikçe, raflarını yeni mallarla zenginleştiriyor. Tüm yaşamsal niteliklerinden, aralarında kurdukları doğrudan ilişkilerden soyutlanan varlıklar, ya piyasada müşteri beklerken ya da savaş alanında birbirlerini öldürürken buluyorlar kendilerini. Galiba tüm mesele mal olmak ya da olmamakta yatıyor. Bir ilişki biçimi olarak devleti aradan çıkardığımızda, ancak o zaman paltomuzun içinde sakladıklarımızı birbirimizle paylaşırken, soyutlanmış tüm niteliklerimizi yeniden kazanacağımızı ve birbirimize dokunabileceğimizi unutmayalım lütfen.

.

9 Ekim 2014 Perşembe

DAHA FAZLA ÖZGÜRLÜK: KILÇIK VE BOŞ ÇERÇEVE


RAHMİ ÖĞDÜL
09.10.2014
Her şeyin farkındayız, her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor. Bedenimizle, zihnimizle inşa ettiğimiz tüm değerlerimiz göz göre göre köpek balıkları tarafından yağmalanıyor. Çaresizlik içinde seyrediyoruz. Santiago gibi hissetmiyor musunuz kendinizi? Hani, Ernest Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz” romanındaki kahramanı; hatırlamayan yoktur herhalde. Küçük teknesiyle tek başına denize açılan yaşlı balıkçı Santiago.  Açık denizde yakaladığı altı buçuk metre boyundaki yelken balığını kıyıya getirmek için giriştiği mücadeleyi hepimiz duyumsuyoruz artık. Balığı yakalamakla iş bitmez; bir de onu kıyıya getirmek vardır. Balıkla mücadelesinden galip çıkmış ve avını yakalamıştır ama şimdi önünde bir başka mücadele daha vardır. Deniz köpek balıklarıyla doludur. Balığa musallat olan köpek balıklarıyla kıyasıya bir mücadeleye girişir. Sonunda balığı kıyıya getirmiştir getirmesine ama elinde sadece balığın iskeleti kalmıştır. Onca mücadeleyle elde ettiklerimizin, kazanımlarımızın köpek balıkları tarafından parça parça talan edilmesini ve sonunda elimizde sadece kılçıktan başka bir şey kalmadığını duyumsamayan var mı? Mülksüzleşme çağının kahramanı Santiago’dur ya da bir anti-kahramandır. Zihinsel ve bedensel emeğiyle elde ettiği tüm kazanımların, köpek balıkları tarafından lime lime edildiği bir anti-kahraman.

MÜLKSÜZLEŞME NEDİR?
Santiago mülksüzleşmenin kahramanıdır. Nedir mülksüzleşme?  Mülksüzleşmenin tarihi, kapitalist ilişkilerle birlikte başlıyor. Zanaatkârların ve köylülerin, bir zamanlar üretim araçlarına sahip olan toplumsal kesimlerin, kapitalist toplumda sahip oldukları üretim araçlarını kaybetmeleridir. Mülksüzleşen toplumsal kesimler, işçi sınıfının toplumsal kökenini oluşturmuşlardır. Mülksüzleşme, üreticilerin üretim araçlarından kopmaları ve işgüçlerini satmaktan başka gelir kaynağından yoksun kalmalarıdır.  Her gün denize açılan ama gün sonunda kılçıkla dönen bireylerin yaşadıkları bir tür Sisifos vakasıdır; gün boyunca kayayı tepenin doruğuna taşıyan ama sabah olunca yine kayayı tepenin eteklerinde bulan anti-kahraman.
Elindeki kılçıkla kala kalmıştır Santiago. Kılçığından başka bir şeyi ya da kılçığından başka kaybedecek bir şeyi yoktur ve kendisi de bu dünyada bir kılçıktan ibarettir. Tek başına bir kılçık gibi. Kılçıklar çöplüğünde kardeşliğe yer yoktur ama. Kapitalizm bireyin özgürleşmesini ister, üretim araçlarından özgürleşsin ki emeğini satmaktan başka bir çaresi kalmasın: Kılçıkların özgürleşmesi. Kapitalizmin gelişmesi için özgürleşmiş işçiye gerek vardır. Üretim araçları ve ürünü elinden alınan Santiago bir kılçık gibi özgürdür. Ve ürününü ve bedenini yağmalayan köpek balıklarına karşı örgütlenmezse eğer yeri, diğer kılçıkların, yani özgürleşme tarihinin çöplüğüdür.
Her şey mülksüzleştirilir. Bireyler, toplumlar ve doğa. Üretim araçlarından özgürleşen bireyler emeklerini satmak için pazara düştükleştiklerinde mülksüzdürler. Yerle kurdukları ilişkilerle başka bir dünyanın mümkün olabileceğini gösteren Kobane gibi toplulukların yarattıkları tüm değerler savaşta yağmalanır ve mülksüzleştirilirler. Ve doğa, ince ince örülmüş bir ağ gibi yeryüzüne yayılan yaşam,  tüm ilişkilerinden koparılıp mülksüzleştirilir.

GERİYE KALAN BOŞ ÇERÇEVE
Doğa ve insan doğası, durmadan yağmalanarak özgürleştirilir ve kapitalist pazarda satılacak metalara dönüşür. Peki sanat? Her şeyin yerinden edilmesiyle yerle, üretim araçlarıyla ilişkisi koparılmış ve özgürleşmiş birey artık yerden kurtulmuştur. “Yerlerin yok olması, estetiğin yok olmasıyla aynı şeydir” diye belirtiyor Mihail Yampolski (bkz Farklı Dünyaları Düşünmek, Metis). Heidegger’e atfederek, “yerlerin yok oluşu dünyayla ilişkinin ortadan kalkması ve dünyayı boş, homojen bir mekân olarak anlayışın zafer kazanması demektir”, diye de ekliyor. Sanatta da bir yer olarak tuval yerinden edilince sadece boş bir çerçeve kalmıştır sanatçının elinde. Kendiliğinden bir araya gelerek yerle otantik ilişkiler gerçekleştiren nesneler ve insanlar, yerle bağlantısı kesilmiş, birer boş çerçeve olan galerilerde zorlama bir araya gelişlerle, boş çerçevelerin nesnelerine dönüşmüşlerdir. Artık boş çerçeveyi istediğimiz manzaraya yönelterek doğanın ve toplumun ağsal ilişkilerini parçalayabilir ve toplumu ve doğayı bağlamından özgürleştirebiliriz. Tüm ilişkilerinden arınmış nesneler mülksüzdürler. Bağlamından özgürleştirilmiş insanlar iktidarın enstalasyonunda, istediği gibi yerleştirebileceği, bir araya getirebileceği nesnelere dönüşmüşlerdir. Santiago’nun onca çabasıyla kıyıya taşıdığı balıktan geriye kılçık ya da sanatçının tüm çabasıyla, yeryüzünden duyumsadıklarıyla yarattığı tuvalden geriye boş çerçeve kalmıştır. Her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor ve kılçıklaşma sürecimizi seyrediyoruz sadece. 

2 Ekim 2014 Perşembe

ŞEHRİN KATMANLARINDA SİYAH LEKELER


RAHMİ ÖĞDÜL
02.10.2014
Şehrin Katmanları” arasında bir gazete kupürüne rastladım. Kütüphanenin raflarında yığınlar halinde duran kitap katmanlarında yaptığım kazılar sonucu ulaştığım Antoni Jach’ın “Şehrin Katmanları” romanını karıştırırken, “Belediyenin fendi kargaları yendi” başlıklı bir kupür çıktı karşıma. Kesip kitabın yaprakları arasına koymuşum ve unutmuşum. Radikal Gazetesi’ne ait kupürün kenarına düştüğüm tarih, 24 Mayıs 2002. Gazetenin haberi belediyenin, beldede artan karga nüfusuyla giriştiği mücadeleyi anlatıyor ve sonunda belediyenin bu mücadeleden galip çıktığını vurguluyordu. Lüleburgaz Belediyesi, Gençlik Parkı’ndaki ağaçlarda yuvalanan kargalara karşı mücadeleyi sis makinesi kullanarak kazanmış.
KARGALARDAN KURTULMA MÜCADELESİ!
Gazete, kargalarla mücadelesinde belediyenin kullandığı savaş yöntemlerini sıralamış: 1. Kargaların yuvalarını bozmak; 2. Ağaç dallarına çan bağlamak; 3. Parkta maytap patlatmak ve 4. Sis makinesi. İlk üç yöntem işe yaramayınca dördüncü yöntemi kullanmışlar ve kargaları parktan kovmayı başarmışlar. Aradan tam 12 yıl geçmiş, şimdi kargaların parktaki durumlarını bilemiyorum. Ama kullanılan yöntemler ne kadar da tanıdık değil mi? İnsanların bir araya gelip, giderek tek sesli hale gelen bir ortamda çoklu seslerini duyurmak için giriştikleri mücadele karşısında iktidarın kullandığı yöntemleri andırıyor. İktidarın doğaya ve topluma bakışı aynı: Çok sesliliğe, çok ses çıkaranlara haşerat muamelesi yapmak. İşin tuhafı, gazete haberinin tarihi, AKP’nin iktidara geldiği yıla denk düşüyor: Ülkedeki kargalardan kurtulma mücadelesinin başlangıç tarihi. 
Belediye önce kargaların yuvalarını bozmuş, ama inatçı kargalar her seferinde ağaçlara yeniden yuva yapmışlar. İktidarın homojen bir mekân olarak şehri yeniden örgütlemesi, yerle ilişkili insanları yerlerinden edip, yaşadıkları yerle bağlantısı olmayan kapalı sitelere tıkması, kargaların yuvalarını bozmak değil de ne? Kentsel dönüşüm, kargalara uygulanan yuva bozma yönteminin topluma uygulanmasıdır.
 ...VE BİLİNEN YÖNTEMLER
İkinci yöntem kargaları ürkütmek için ağaç dallarına çan bağlamak. Rüzgârda salınan çanların çıkardığı sesle kargaları rahatsız edip yersiz yurtsuz bırakma yöntemi. Mahallelere uyuşturucu mafyası yerleştirip, sakinlerini bu mafyanın şiddetine maruz bırakmak ya da sık sık yapılan polis baskınlarında çıkan patırtı gürültüyle insanları sürekli rahatsız ederek yuvalarından çıkmaya zorlamak da iktidarın kargalara uyguladığı yöntemidir.
Kargaları ürkütüp kaçırmak için parkta maytap patlatmanın da direnen mahallelerde sıkça uygulandığını görüyoruz. Bu yöntem sadece direnen mahallelere uygulanmıyor uzun zamandır. Maytap patlatmak, kitleleri görsel şiddete maruz bırakarak, tüm düşünme yetilerinin dumura uğratıldığı devasa havai fişek gösterilerine dönüştü. İktidarın bir yücelik gösterisi olarak havai fişek gösterilerini izleyenler, ağızları açık bir şekilde kendilerinden geçiyorlar. Tüm medya devasa bir havai fişek gösterisine dönüştüğünde artık düşüncenin kırıntısından bahsetmek mümkün değil. Gözlerimiz kamaşmış, huşu içinde haşmetmeablarını izliyoruz.
SİS MAKİNESİ DE ÇARE DEĞİL!
Havai fişek gösterileriyle uyuşturulamayan bedenler, sokaklara çıkıp seslerini duyurmak istediklerinde, iktidarın son silahı olarak sis makinesi giriyor devreye. Gazetenin haberine göre konserlerde kullanılan sis makinesine konulan özel ilaçla sonunda kargaları ağaçlardan kovmuşlar. Gaz bombalarıyla, tıpkı ağaçlara yuva yapmış kargaları dağıtır gibi dağıtıyorlar insanları. Mayıs 2002’de Lüleburgaz’ın Gençlik Parkı’ndaki kargalar, Mayıs 2013’te Taksim’deki Gezi Parkı’na yuva yaptıklarında, iktidar aynı yöntemleri kullanarak kargaların yuvalarını bozmuştu. Sonra ne oldu peki? Şehrin tüm kargaları birleşip ağaçlarını geri aldılar. Aslında sis makinesinin de çare olmadığını biliyor iktidar. Yuvalarını bozsa da kargalardan kurtulamayacağını çok iyi biliyor. Siyah tüylerindeki pırıltılar, isyan günlerinin habercisidir. Düşünsenize, şehrin katmanlarına dağılmış siyah lekelerin yeniden birleştiklerini; iktidarın tasarladığı mevcut gerçekliği, alışkanlıklarımızı, basmakalıp düşüncelerimizi, kargaların siyahlığında yitirdiğimizi. Şehre dağılmış siyah lekeler birleşince ne olur? Kazimir Maleviç’in tüm gizil güçleri içinde barındıran “Siyah Kare” tablosu çıkar ortaya. “Artık görünene benzemek yoktur, idealize edilmiş imgeler yoktur – çölden başka bir şey yoktur!” diye yazmıştı manifestosunda Maleviç. Arka bahçedeki ağaçların dallarına tünemiş siyah lekeler, nasıl da güzel duracaklar tuvalin üzerinde.