27 Kasım 2014 Perşembe

SABUN KÖPÜĞÜNDEN HAYATLAR


RAHMİ ÖĞDÜL
27.11.2014
Çamaşır makinesinde birbirine dolanan rengârenk çamaşırları seyrederek oyalanıyoruz. İktidar durmadan değişik renkte yeni çamaşırlar ekliyor makineye ve basıyor düğmesine. Bizler de mama sandalyelerimize kurulmuş, makine kapağının camından, köpükler arasında çalkalanan, birbirine dolanan çamaşırları izliyoruz. Giuseppe Tornatore’nin yönettiği, Marcello Mastroianni’nin başrolde oynadığı “Herkesin Keyfi Yerinde” (Stanno Tutti Bene) (1990) filminden bir sahne, televizyonla kurduğumuz ilişkiyi ya da televizyonun iktidarın elinde ne işe yaradığını göstermesi açısından yeterince çarpıcı. Filmde uzun yıllardır görmediği, İtalya’nın değişik kentlerinde yaşayan çocuklarını ziyaret eden bir baba, küçük çocuğuyla birlikte tek başına yaşayan kızının evinde çamaşır makinesinin başka bir işe de yarayabileceğini keşfediyor. Erken bir saatte işe gitmek üzere evden çıkan anne, bakıcısı gelene kadar oyalansın diye televizyonun önüne yerleştirir çocuğunu. İlk yayınlandıklarında sponsorlarının sabun üreticileri olmaları nedeniyle “soap opera” (sabun operası) olarak adlandırılan pembe dizileri göstermektedir televizyon. Görüntü bozulunca ağlamaya başlayan çocuğun sesine uyanan kahramanımızın gözüne, mutfağın bir köşesinde çalışan çamaşır makinesi takılır. Çocuğun mama sandalyesini çamaşır makinesine doğru çevirince çocuk susar ve televizyon izler gibi izler köpüklerin arasında çalkalanan renkli çamaşırları. Televizyonda kesintiye uğrayan sabun operası, çamaşır makinesinin kapak camında devam etmektedir. Artık sadece diziler için değil, televizyonun tamamı ya da tüm iktidar gösterileri için pembe dizi ya da sabun operası terimini kullanabiliriz. Ekran, bir çamaşır makinesi gibi iktidarın kirli çamaşırlarının yıkanmasında kullanılırken, dışarıda olup bitenlerden habersiz, köpüklerin arasında birbirine dolanan çamaşırları seyrediyoruz.

Koltuk tutsaklığı
İktidar yaşamın her alanını bir kozmokratör (düzen yaratıcı) olarak fethettikçe fethediyor, bizler de koltuklarımızda büzüldükçe büzülüyoruz. Yaşam alanlarımız, daha doğrusu yaşamın kendisi küçüldükçe bizler de en son sığınak olarak televizyonların karşısında sabundan operaları seyrederken buluyoruz kendimizi. Yaşamın küçülmesi, yaşam enerjisinin bastırılması demektir. Sıkışan enerjinin nelere muktedir olduğunu yine doğanın bedeninden biliyoruz. Doğanın bedenlerinin, yeryüzüyle, toprakla ilişkilerinin kesilerek otoyol kenarlarındaki duvarlarda, dikey bahçelerde tutsak alınmaları gibi, bizler de toplumsal ve doğal bağlarımızdan koparılarak koltuklarımızda tutsak alınıyoruz. Doğa tutsak alınan yoldaşlarını düşünüyordur şimdi; sabun köpüğünden duvarları yıkacak planlar hazırlıyordur. Toplumsal katmanların, duvarların arasına sıkışan bedenlerin imdadına doğanın kuvvetleri yetişiyor.
“Şili’nin başkenti Santiago’da, 1647 yılında deprem olduğu sırada binlerce insan hayatını kaybederken, Jeronimo Rugera adlı İspanyol tutuklu bulunduğu hapishanenin hücrelerinde birinde kendini asmaya hazırlanıyordu” diye başlar Heinrich von Kleist, “Şili’de Deprem” öyküsüne. Yoksul delikanlı Jeronimo, kentin zengin ve soylu ailesinin kızıyla yasak bir aşk yaşamıştır. Kız, kilise yasalarına göre idama mahkûm olurken, delikanlı da bir hücreye atılır. Kızın idam edileceği an geldiğinde, çaresizlik içinde hücresinde kıvranan Jeronimo da kendisini asmaya karar verir. Ve tam bu sırada birden büyük bir deprem gerçekleşir ve kentin tüm yapıları, duvarları yerle bir olur. Depremden ve iktidarın yargısından sağ olarak kurtulan Jeronimo ve Josephe bebekleriyle birlikte kentin dışındaki kırsal alanda diğer depremzedelerle bir araya gelirler. Kurumlardan, yerleşik değer ve yargılardan kurtulan bu insan topluluğunun arasında, daha önce görülmemiş bir dayanışma ruhu ortaya çıkmış ve adeta başka bir dünya kurulmuştur. Kleist ortaya çıkan bu görüntüyü şöyle tasvir ediyor öyküsünde: “Çeşitli toplumsal sınıflardan insanlar, depremden sonra göz alabildiğine geniş bir alana yayılmıştı. Kontlar, dilenciler, çiftçiler, memurlar, işçiler ve din adamları. Hepsi bir bütün olmuştu. Aralarındaki toplumsal farklılık önemli değildi artık. Birbirlerine yardım etmek için adeta yarışıyorlardı… Bu deprem felaketi hepsini büyük bir aileye dönüştürmüştü sanki” (bkz Locarno Dilencisi, çev. Alev Yalnız, Can Yayınları).
Duvarların arasına tutsak düşmüş yoldaşlarını kurtarmak için doğanın planlar tasarladığından eminim. Doğanın tarihi tabakalaşmaların, duvarların yıkımı tarihidir. Göllerin mevsimsel olarak dikey tabakalaşmasını, besin maddelerinin belirli tabakalarda birikip dolaşımdan çıkmasını, bir karnaval havasında bozan ve zenginliği suyun tüm tabakalarına dağıtan, doğanın baharda ayaklanan kuvvetleri değil mi? Yine yeryüzünün kıvrımlarında birikip patlayarak tüm fay hatlarını parçalayan ve iktidarın dayattığı formları alaşağı eden doğanın kuvvetleridir. Volkanların devrimleri desteklediğini, bir volkan gibi patlayan 1789 Fransız Devrimi’nden biliyoruz. Büzüşmüş bedenlerimizin kıvrımlarında devrimler biriktiriyoruz şimdi. Haziran Direnişi’nde doğal tarih ile toplumsal tarihin örtüştüğünü, katı bedenlerin sıvılaşıp tüm tabakaları ve duvarları yıkan coşkun sele dönüştüğünü nasıl unutabiliriz?

20 Kasım 2014 Perşembe

GÖLGEDEN RESİMLER YA DA ÖLÇÜSÜ KAÇMIŞ DÜNYA

Fabrizio Corneli


RAHMİ ÖĞDÜL
20.11.2014
İnsanı ya da figürü kazıyın, altından gölge çıkacaktır. İnsanlık tarihi ile resmin tarihi ortak bir şeyi paylaşıyor: Gölge. Her ikisi de gölgeyle başlamışlar yaşamlarına. Tarihçi Yaşlı Plinius (İ.S. 23-79) resmin kökenlerini gölgeye dayandırıyordu: “Resim bir insanın gölgesinin etrafına kontur çizilerek kopyasının bir yüzeye çıkarılmasıyla başlamıştır” diye yazıyor ‘Doğa Tarihi’ kitabında. Carl Jung ise insanı “persona” ve “gölge” olarak ikiye ayırıyor ve “persona”yı uygarlaşma sürecinde ortaya çıkan ve toplumsal ilişkileri yürütmeye yarayan bir maske olarak tanımladıktan sonra “gölge”nin, insanın uygarlık öncesi, doğayla ilişkili yönü olduğunu vurguluyor. Resmin kökeni olarak gölge ve insanın doğaya gömülü olan yönü gölge; her ikisi de uygarlaşma sürecinde benzer işlemlere maruz kalarak toplumsal olarak inşa edilirken, gölgenin yüzeyi tenin dokusuyla, ayrıntılarla, giysilerle, davranış kalıplarıyla örtülmüş ve gölge görünmez kılınmıştır. Platon da meşhur ‘Mağara Meseli’nde mağarada tutsak olan insanların gölgelerle oyalandıklarını, oysa hakikate, yani idealar dünyasındaki formlara ancak mağaradan çıktıklarında ulaşabileceklerini söylediğinde gölgeyi hem onaylıyor hem de aşkın idealar lehine gölgeden kurtulmamızı tavsiye ediyordu. Ama insanı kazıdığımızda, tüm örtülerinden soyduğumuzda gölge çıkacaktır altından.
Yaşlı Plinius bir mitten yola çıkarak resmin kökenini gölgeye dayandırmıştı. Otuz yılı aşkın bir süredir desen ve resim yapan Bertrand David, Üst Paleolitik Çağ (İ.Ö. 40.000 – 10.000) mağara resimlerinin gizemini çözmeye çalışırken yine gölgeye ulaşmıştır. İnsanın resim yapma serüveni 40.000 yıl önce başladı. Keşfedilen resimli mağaraların en eskisi Fransa’daki Chauvet Mağarası. David, desen bilgisine dayanarak Üst Paleolitik dönemde yaşayan avcı toplayıcıların, mağaraların derin kısımlarına yaptıkları usta işi resimlerin gizemini nasıl çözdüğünü, “İnsanlığın En Eski Muamması” başlıklı kitabında anlatıyor (çev. İnci Malak Uysal, Can Yayınları, 2013). Hiçbir hava akımının olmadığı, kandillerle aydınlatılmış bir ortamda, duvarların pürüzlü olmasına rağmen, mükemmel düzgün çizgiler çizerek hayvan figürleri yapan bu insanların usta bir ressam olamayacaklarını, bu resimlerin ancak mağara duvarına yansıtılan kilden ya da fildişinden hayvan heykelciklerinin gölgeleri etrafında kontur çizilerek elde edilebileceklerini deneyler yaparak kanıtlamış. Çizilen resimlerin konturlarında, duvarların girinti çıkıntısına rağmen en küçük bir sapma olmaması, buna karşın hayvan figürlerinin üzerindeki göz ve kas çizgileri gibi detaylarda hata yaptıklarının görülmesi, gölgelerin konturlarından yararlandıkları hipotezini güçlendiriyor. Gölge-bedenler olarak yeryüzünde dolaşırken, gölgeyi yakalayıp duvarda sabitlemeyi öğrenen ilk insanlar, daha sonra yerleşik hayata geçtiklerinde kendi gölgelerini ve bedenlerini de konturlarla çevirerek sabitleyeceklerdi. Sabitlenen gölgeler ve bedenlerin üzerleri uygarlaşma sürecinin aşamalarına bağlı olarak toplumsal inşalarla tabaka tabaka örtülürken, gölge kaybolacak ve bir daha hiç hatırlanmak istenmeyecektir.
Carl Jung uygarlık öncesi, doğayla ilişkili yönümüzü “gölge” olarak adlandırmıştı; yüzeydeki “persona”nın altında uzanan doğayı, yani “gölge”yi bastırdıkça, üzerine maskeler giydirdikçe uygarlaştık. Bizi doğadan ayıran duvarlarla çevrili yerleşim alanları içinde, gölge-bedenlerimizi de konturların içine hapsedip üzerlerini kültürel desenlerle donattık. “Persona”larımızın altında uzanan “gölge”, tüm insanlığı doğayla ve birbiriyle ilişkilendiren kolektif yönü temsil ediyor. O yüzden yeryüzünde kendi gölgemizi yitirmemiz, aynı zamanda resim sanatının başlangıcında bir yüzeyde yakalanan gölgenin, kalın konturlarla doğadan ve diğer insanlardan kopuşuyla da örtüşüyor. Konturlarla kapatıp üzerini detaylarla örttükçe yitirdik gölgemizi ve doğadan kopuk kapalı mekânların içine daha fazla yerleştik.
Yapay olarak ışıklandırılmış ve iklimlendirilmiş İstanbul Kongre Merkezi’ndeki Contemporary İstanbul’da dolaşırken gölgelerimiz yoktu. Ama duvarlara vuran gölgeler gördük. İtalyan sanatçı Fabrizio Corneli’nin formlara dönüştürdüğü gölgelerden yaptığı duvar resimleri. Kolektif yönümüzü temsil eden, kimliksiz, karanlık gölgeyi Carl Jung bilinçdışı yönümüzle de ilişkilendirmişti. Corneli’nin duvara yansıyan gölge resimlerindeki matematiksel olarak özenle hesaplanmış gölgeler, bilinçli bir çabayla kimliklendirilmişler oysa. Corneli’nin, titizlikle biçimlendirdiği ve duvara yerleştirdiği metal parçaların gölgeleri tüm detaylarıyla figürler halinde duvara yansıtıldığında, gölge artık bizi korkutmuyor, evcilleştirilmiştir. Tıpkı otoyolların kenarlarındaki duvarlara dikey bahçeler yaparak doğayı evcilleştirmemiz gibi, en doğal yanımız olan ve ürktüğümüz gölgeler de duvarlarda gölge bahçelerine dönüşmüşler. Taoculuğun temel metni olan Tao Te Ching’de, “Işığı bilen ama kendini karanlıkta tutan kişi dünyanın ölçüsüdür” diye yazıyor. Artık gölgelerimizi de yitirdiğimize göre dünyanın ölçüsü kaçmış demektir.

13 Kasım 2014 Perşembe

DEVLET AYRINTIDA GİZLİDİR: MÜLK-SÜZ-LEŞ!

Ayhan Mutlu

Nejat Satı

Nejat Satı
RAHMİ ÖĞDÜL
13.11.2014
Bütünü anlamak için geriye çekilerek uzaktan bakmanın, bütünle aramıza mesafe koymanın gerekli olduğu öğretildi bize. Yakından baktığımızda, ayrıntının bütünü görmemizi engelleyeceğini düşünüyoruz. Bütünü parçalar aracılığıyla anlayamayacağımıza, parçaların bizi yanıltacağına dair anlatılar vardır ve bizi ikna etmeyi de başarmışlardır. Beş kör insanın bir fili tanımlaması, bu anlatıların başında gelir. Filin farklı parçalarına dokunan körler, fili dokundukları parçalar aracılığıyla tanımladıklarında, file dair farklı tanımlara ulaşırlar. Buradan da parçanın bilgisinin bütünü anlamaya çalışırken yanıltıcı olduğu kıssasını çıkarırız.
Oysa bu yıl 24.sü düzenlenen TÜYAP Sanat Fuarı, Artist 2014 bünyesindeki küratörlüğünü Ali Şimşek’in gerçekleştirdiği ‘MÜLK-SÜZ-LEŞ!’ başlıklı sergide yer alan kimi yapıtlar, parça bütün ilişkisini tersine çevirerek, parçanın doğrudan bütünü yansıtabileceğini gösteriyorlar bizlere. Yeryüzüyle ve kendi aralarında kurdukları ilişkilerden soyutlanıp tüm bağlarından mülksüzleştirilerek yapı bloklarının içindeki hücrelere yerleştirilen insanların, başlarına neler geleceğini mikro düzeyde de görmek mümkün. Ayhan Mutlu ve Dağhan Yürürler’in delikli tuğlalardan yaptıkları işlerde tuğlalar bir yapı bloku gibi yükselirlerken içlerindeki delikler insanların tıkılacağı hücreleri mikro düzeyde gözler önüne seriyor.
Yapılarda içleri dolu olan ateş tuğlaları kullandığımız dönemlerde bütünü yine bir başka bütünle ilişkilendirdiğimiz metaforları kullanıyorduk.Mesela devlet yine bir başka bütünle, babayla ilişkilendiriliyordu: Gerektiğinde seven, gerektiğinde cezalandıran baba metaforu. Ve biz babamızı sever gibi seviyorduk devlet babayı. Artık metaforla taşınan su ile bütüncül bir imgenin değirmenini döndürmek mümkün değil. Metafor sözcüğünün Latince kökenine baktığımızda bir taşıma edimi görüyoruz; meta: arasına, ötesine; ve phora: taşımak, nakletmek. Benzeşim ilişkisine dayanarak bir bütünün anlamını başka bir bütüne taşıma edimi. Bütün-bütün ilişkisinin geçersizleştiğini ve yerine parça-bütün ilişkisinin geçtiğini görüyoruz. Babamızı her şeye rağmen sevmeye devam edebiliriz ama parçalarına ayrılan devlet bir babayı andırmıyor.
Metafor bir bütünü taşıyamadığında metonimi girer devreye. Devlet şimdi bir metonimi olarak gösteriyor kendini. Metonimi, parçanın bütünün yerine geçmesidir. Devletin üstünü örtecek her türlü metafor bir işe yaramıyor artık; lime lime olmuş örtünün altında devleti oluşturan parçalar tüm çıplaklıklarıyla sırıtıyorlar: Madenci ve işçi ölümleri, doğa katliamı, gaz bombaları, çevik kuvvet, TOMA, eli sopalı siviller, savaş, otoyol, AVM, kentsel dönüşüm, taşeronlaşma, doğanın ve toplumun alabildiğine sömürülmesi.

Bütün ya da metafor parçalanmış ve parçaları tüm şiddetiyle görünür hale gelmiştir. Ve sanatçıların sergideki işleri de iktidar mekânlarının insanlar üzerindeki şiddetini, yine bir yapının en küçük parçası olan delikli tuğla aracılığıyla görünür kılarlarken metonimiye başvuruyorlar.

Artık devleti bir başka bütünle örterek yaptıklarını ve yapacaklarını hoş metaforlarla saklamak giderek zorlaşıyor. Çünkü devlet ayrıntıda gizlidir. Kılcal damarlara dek sızan devletin yine en iyi görüldüğü yerler parçalar ve aralarındaki mikro ilişkilerdir. Gustav Landauer (1870-1919) de devleti anlamak için bütüne değil, insanlar arasındaki ilişkilere bakmamızın yeterli olacağını söylerken bu mikro yapıya dikkat çekiyordu: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilintidir, insanların birbirine davranışlarının bir tarzıdır.” Yeryüzüyle ve birbirleriyle kurdukları ilişki ağlarından koparılan insanların soyut kümeler halinde ayrıştırılması ve bu tecrit edilmiş kümelerin arasına devletin kendisini üçüncü şahıs olarak sokması. Devleti tepelerde bir yerlerde bütün olarak değil, kurduğumuz parçalı ilişkilerde, hatta kendi bedenlerimizde aramalıyız.

Devleti ve ilişkilerini sırtımıza bir ceket gibi giyiyoruz. Sırtımızdaki ceketlerle insani niteliklerimizi görünmez kılarken, Landauer’in söz ettiği bir ilişki biçimi olarak devleti çoğaltıyoruz durmadan. ‘MÜLK-SÜZ-LEŞ!’ sergisinde yer alan bir başka yapıtta sanatçı Nejat Satı, devletin resmi belgelerinden bir ceket dikmiş; devleti ve ilişkilerini sırtımıza bir mülk olarak giymemizi ve aynı anda tüm toplumla, doğayla kurduğumuz ilişkilerden de mülksüzleşmemizi gösteriyor. Devleti ve iktidarı artık makro yapılarda değil, aralarda, parçalarda, ayrıntıda aramalıyız.

Bedenlerimize bulaşan devlet, bir kabuk olarak içinde yaşadığımız konutları biçimlendirirken, bu kabuğu terk edip dışarı çıktığımızda da yine sırtımıza geçirdiğimiz hep devletin ceketi oluyor. Devletçi ilişkileri sırtımızdan çıkarıp mülksüzleşmeden, yeryüzüyle ve birbirimizle kuracağımız tüm yatay ilişkileri yeniden mülk edinmemiz mümkün değil.

Not: Beylikdüzü TÜYAP İstanbul Fuar ve Kongre Merkezi’ndeki Kitap Fuarı’na gidenler, 16 Kasım 2014’e kadar açık kalacak TÜYAP Sanat Fuarı’nı ve küratör Ali Şimşek’in doksan iki sanatçının katılımıyla gerçekleştirdiği MÜLK-SÜZ-LEŞ! sergisini de izleyebilirler.

6 Kasım 2014 Perşembe

'TİNA' BİR KADIN ADI DEĞİLDİR

Igor Morski

Gerardo Feldstein 
RAHMİ ÖĞDÜL
06.11.2014
Denize açılmakla değişecek her şey. Ah bir açılabilsek! Dört duvar arasına kapatılmış bedenlerimiz ve düşüncelerimizin ufka doğru yönelmesi, nasıl da değiştirecek bize dayatılmış gerçekliği ve bildiğimiz tüm şeyleri. Bir tekneye atlayıp dümeni ufka doğru kırmaktan bahsetmiyorum sadece. Bir karatahta gibi duvara çakılarak sabitlenmiş, dört duvarla çevrili zihinlerimizin, çivileri söküldüğünde bir sala dönüşmesinden, duvarların ötesine, açık denizlere yönelmesinden söz ediyorum. Yeryüzünü ufuksuzlaştırmaya çalışanlar, zihinleri de dört duvarın arasında duvara çakılı karatahtalar olarak sabitlemeye çalışıyorlar. İktidar, kapalı mekânlarda rehin tuttuğu bedenler ve zihinlerde, başka bir alternatifin olmadığı yanılsaması yaratmak istiyor. Tek alternatif, açlık ile ölüm arasında köşeye sıkıştırılmış insanların ve doğanın öldüresiye sömürülmesi. Bir ölüm iktidarı var karşımızda. Ölüm sever iktidarın dört duvar arasına sıkıştırdığı bedenler ve zihinler rigor mortis, yani ölüm sonrası katılaşmanın tüm belirtilerini sergiliyorlar. Kıyıma uğrayacaklarını bilmelerine rağmen hiçbir tepki göstermemeleri, balıkçının “canlı bunlar” diye bağırarak satmaya çalıştığı tezgâhındaki balıkların halini andırıyor. Baktığınızda dipdiri duruyorlar ve gözleri parlak. Daha dikkatle baktığınızda solungaçlarının da kırmızı olduğunu göreceksiniz. Ama bunların dışında canlı olduklarına dair hiçbir belirti yok; tam bir rigor mortis hali. Bir TINA yanılsaması mı bu yoksa?
İktidar erkektir!
TINA bir kadın adı değildir; Margaret Thatcher da bir kadın değildi. Margaret Thatcher, 1980’lerde uyguladığı neoliberal politikaları savunmak için bir slogan uydurmuştu: TINA (“there is no alternative”, yani “alternatif yok” sözcüklerinin baş harfleri). Bir kadının iktidar sahibi olarak erilleşmesi, yine bir kadın adının bu eril iktidara öncülük etmesiyle örtüşüyor. İktidarın ve sloganının kadınlaşması, iktidarın cinsiyetini saklamaya yetmiyor oysa.  İktidar erkektir; başbakan da olsa, kabinesinde kadınlar da olsa kadının sadece adı vardır: Kadını kazıdığımızda altından alternatifsiz olduğunu iddia eden fallik bir nesne çıkacaktır. Ve bizim eril iktidar da alternatifsiz olduğunu iddia ediyor.
Eril iktidar fallik nesnelerle dolduruyor her yeri: Alabildiğine yükselen betonlar. Ve bu fallik nesnelerin içinde rigor mortis halinde katılaşmış bedenler. Bu erilliğin izini, Anaksagoras’ın (İ.Ö. 510-428) madde kavramına dek sürmek mümkün. Maddeyi ikiye ayırmıştı filozof. Bir tarafta etkin bir kuvvet olarak rol oynayan ve Nous (akıl) adını verdiği madde, diğer tarafta bu etkin maddenin biçimlendirdiği edilgen madde. Durmadan form dayatan Akıl erildir. Eril iktidarın akışkan yaşama ölü formlar giydirerek, yaşamı bir rigor mortis halinde dondurmak işine geliyor. Ölüm sonrası katılığına bürünmüş varlıkları istediğiniz gibi tezgâha düşürebilir, sömürebilir ve manipüle edebilirsiniz çünkü. İktidarın tezgâhına düşürülmüş ya da duvarına çakılmış varlıklara iktidar, başka alternatifin olmadığını söylüyor.
Bildiğimiz tekrarlar...
Duvara sabitlenmiş karatahtalar, iktidarın yazısı ile doldurulmaya elverişlidir. Ve ufuksuz bırakılan yeryüzü yine iktidarın yazısı, coğrafya (yer-yazımı) ile doldurularak kodlanacaktır. Zihinlerin ve bedenlerin kapatılma projesini tamamlamak istiyor iktidar. Sık sık deniz kıyısında yürüyüşler yapmanızı ve bizden hep kaçacak ufuk çizgisine, bir zihinsel alıştırma olarak yönelmenizi öneririm. Zihinsel deniz yolculukları, kapatıldığımız ülke denilen hapishaneden kaçma planları yapmamızı sağlayacaktır. İçine kapatıldığımız çember iktidarın düzenlediği ritüellerden, uyuşturan tekrarlardan oluşuyor. Bildik ve beklenen tekrarlar. Bizi şaşırtacak, mevcut şeyler düzenini bozacak olmadık şeyler ufkun ötesinde uzanıyor oysa. O yüzden sık sık ufuk çizgisinin ötesine zihinsel yolculuklara çıkmakta fayda var. Lewis Carroll’un “Aynanın İçinden” kitabında Kraliçe de Alice’e olmadık şeylere inanması için temrin (alıştırma) yapmayı tavsiye ediyordu: “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan; bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu.”
Gökyüzüyle deniz
Kapalı ve tanımlı, tekrarlardan oluşan sahte dünyadan kaçmak için Truman Show’un kahramanı da ufka yönelmişti. Ya da Alman Romantizmi’nin kurucularından Johann Gottfreid Herder de denize açıldığında başka alternatiflerin olabileceğini keşfetmişti. Truman’ın teknesinin sahte ufuk çizgisine saplanması korkutmasın sizi. Herder, 1769’da denize açılmayı başarmış ve duygularını şu şekilde ifade etmişti: “Gökyüzüyle deniz arasında salınan bir gemi, düşünceye ne kadar geniş alanlar açıyor! Burada her şey düşüncelere kanat takıyor, hareket veriyor ve hava sahasını genişletiyor! Çırpınan yelkenler, sürekli çalkalanan gemi, gümbürdeyen dalgaların akıntısı, uçuşan bulutlar, sonsuz genişlikteki hava sahası! Kıyıdayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı”  (bkz. Rüdiger Safranski, Romantik, çev. Ali Nalbant, Kabalcı). İktidarın ölü noktasına çivilenmiş ve çemberinin içinde sıkışıp kalmış ölüm katılığındaki bedenlere ve zihinlere Herder’den değerli bir tavsiye.