30 Ocak 2015 Cuma

NÜKLEER İKTİDARIN GERİLİM HATLARI


RAHMİ ÖĞDÜL
30.01.2015
Ülke, boylamasına geçen ve birbiriyle kesişen yüksek gerilim hatlarıyla döşendi, döşenmeye de devam ediyor. Asıl gerilimi gizlemek, Haziran Direnişi’nde görünür hale gelen iktidar ile halk arasındaki gerilim hattında biriken enerjiyi, düşünsel ve bedensel devrimlere yol açacak yaşam enerjisini dağıtmak için durmadan yeni gerilim hatları yerleştiriyorlar toplumsal bedenin üzerine.
Etnik, dinsel, mezhepsel ayrımlar arasına gerilim hatları döşediler, yetmedi; mikro düzeye, bedenlere de döşüyorlar. Yetişkinler ve çocukların arasına kıvılcımlar saçan yeni gerilim hatları çekiyorlar;  toplumun doğal bağlarını kopararak bireyleri tek tek kendi çuvalına sokuyor iktidar. Altı yaşındaki kız çocuklarına cinsellik yükleyerek pedofilinin önünü açmakla yetinmiyor;  anne ile erkek çocuk arasındaki doğal bağları da koparıyor: “Annen de olsa diz kapağının üzeri tahrik eder.” Tüm bağları parçalayarak hayatta kalabiliyor, bizi güçsüz bıraktıkça güçleniyor, nükleer santral gibi.

Kütle parçalanıyor
Zenginleştirilmiş uranyumu parçalayarak enerji elde eden bir nükleer santral gibi çalışıyor. Bireyler, kurdukları yatay bağlarla kudretli bir toplumsal beden olarak karşısına dikildiğinde, iktidar ortaya çıkan kütleyi parçalayarak kendi varlığını meşrulaştıracak ve güçlendirecek enerjiyi elde etmesini biliyor. Her ikisi de Einstein fiziğinden, madde ile enerji arasındaki ilişkiden yararlanıyor. Nükleer reaktöründe, ışık hızıyla toplumsal kütleyi parçalarına ayırıyor.
Korkuyoruz. Aklımızın ermediği yüksek bir teknolojiyle çalışan nükleer santralin yeryüzünde yarattığı felaketler belleklerimize kazınmışken, iktidar da bu irrasyonel korkuyu çoğaltarak iş görüyor. Gölgelerimizden bile korkar olduk. İrrasyonel bir varlık haline gelen nükleer iktidar, bizleri doğaya, yeryüzüne bağlayan gölgelerimizi de ele geçirmiştir; ve iktidarı, her yere sinmiş ve bizi gözetleyen bir gölge olarak algıladığımızda paranoyaklara dönüşüyoruz. Gölgelerimizden kurtulduğumuzda iktidardan da kurtulacağımızı düşündüğümüzde köşeye sıkışmışız demektir. Şimdi bireyin önünde iki seçenek var: Ya korkusuyla yüzleşerek korkusunun yersiz olduğunu anlayıp bir gizil güç olarak kendi gölgesini ele geçirecek ya da kurtulmak istediği gölgesiyle birlikte kendisini çaresizce boşluğa bırakacaktır, yani toplumsal intihar. Amerikalı ressam Mark Rothko (1903-1970) da gölgesinden korkmuş ve intihar etmişti. “Resimlerimin yüzeyleri her yönde dışarı doğru taşar ya da her yönden içeri doğru daralırlar. Bu iki kutup arasında söylemek istediğim her şeyi bulabilirsiniz” diyen Rothko’nun intiharından hemen önceki tablolarında bulutumsu figürlere, gölgelere rastlıyoruz. Köşeye sıkışmış bir sanatçının gölgeleri.

Taş fırın erkekleri
İktidarın yarattığı korkuyu dillendiren taş fırın erkeklerinin sözlerinden bu korkunun nasıl da irrasyonel bir hâl aldığını sezebiliyoruz. Nedenini sorgulayamadığımız kaygılar ve endişeler olarak korkunun bedeni ele geçirmesi, tam da iktidarın istediğidir. Kendi gölgesinden korkan ve gölgesinden kurtulmak isteyen bireylerden oluşan bir toplum. Toplumsal bağlarından koparılıp tecrit koşullarında yaşamaya zorlanan bireylerin deneyimlerini, hapishane hücrelerinde yaşayanlardan biliyoruz. Tamamen tecrit edilmiş bireyler kendi bedenlerine, gölgelerine yabancılaştıkları gibi, uyarandan yoksun bir hücrede sanrılar da görmeye başlıyorlar.
İktidar bir sanrıdır; bağlarından koparılıp tecrit koşullarına yerleştirilmiş, kendi gölgesinden korkan bireylerin gördüğü bir kâbus. İktidarın nükleer santralinde parçalanmış atom çekirdekleri, toplumsalın yatay ağlarında yeniden kaynaştıklarında, işte o zaman ışık hızıyla hareket eden kütlenin enerjisi kâbusu neşeye çevirecektir. Gölgelerimizden korkmayacağız o zaman, gölgelerimiz bizi yeryüzüne ve birbirimize bağlayacak.

22 Ocak 2015 Perşembe

BÜYÜK TÜRKİYE OTELİ VE YÜKSELEN AY KRALLIĞI


RAHMİ ÖĞDÜL
23.01.2015
Devletin ideolojisi tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor; yolsuzluklarını saklamak için uydurduğu ya da yeniden icat ettiği gelenekler ve ritüeller o kadar sırıtıyor ki başarısız bir yönetmenin kör gözüm parmağına görsel efektlerini andırıyor. Ama günümüzün acar yönetmenleri ideolojiyi görsel üretimlerine çok başarılı şekilde yedirmeyi biliyorlar; ayrıntılarla boğulmuş halde, hiçbir şeyi fark etmeden, sadece görsel temsillerin pırıltılı anlatısına kaptırıyoruz kendimizi.
Daha önce hiç izlemediğim Wes Anderson’ın iki filmini izledim üst üste: ‘Yükselen Ay Krallığı’ (Moonrise Kingdom) ve ‘Büyük Budapeşte Oteli’ (The Grand Budapest Hotel). Her ikisinde de eril aklın kurduğu düzene, kaostan düzen kotarmasına vurgu yaparak, kadınları bir dekor olarak kullanmış. Postmodern numaraları bir kenara bırakacak olursak yönetmen her ikisinde de neredeyse aynı çizgisel izleği kullanmış; farklı mekânları ve zamanları kullanarak termodinamiğin ikinci yasasını, yani entropiyi eril bir anlatı olarak yineliyor: Bir sistemde düzensizliğin giderek arttığını ve ardından yeni enerji girdileriyle bir başka eril düzenin kurulduğunu. Her ikisi de tıkır tıkır işleyen bir düzenle açılıyor. Eril düzen bozulunca, bu bozuk düzenden, kaotik ortamdan çıkışı sağlayan ve düzeni yeniden tesis eden hep erkekler oluyor nedense. Her ikisinde de erkek çocuklar belirleyici ve bu erkek çocukların ebeveynlerinin olmamasında, her şeye kadir ve yaratılmamış bir tanrı mitosuna gönderme var. Her iki filmde de bu erkek çocuklar sonunda kasabanın şerifi oluyorlar. Sağcı bir ideolojinin görsel temsillere yedirilerek sinsice bize nüfus etmesini sağlıyor her iki film de.
‘Büyük Budapeşte Oteli’, kimsesiz bir yeniyetmenin büyük bir oteldeki kariyerini anlatıyor. Otelin konsiyerji, büyük bir makineyi andıran oteli en ince ayrıntısına kadar işletirken sistem bir kadınla ilişkisi ve savaş yüzünden bozuluyor.  Aynı şekilde ‘Yükselen Ay Krallığı’ da bir adadaki izci kampında sabah teftişini yapan oymak beyinin düzen takıntısıyla başlıyor. Her şey yerli yerinde olmalı. Sonra otelde ve izci kampının yer aldığı adada düzen bozuluyor. Her ikisinde de düzenin bozulmasında, yönetici konumundaki erkeğin kadınlara yönelik zaafları rol oynuyor ve yeniyetme bir erkek çocuk bozulan düzeni yeniden kurarak yönetici konumuna geçiyor. Kaos ve kozmos mitolojilerinin yinelenmesi.
İlk doğa filozofları logosu, yani gözlem yapıp akıl yürütmeyi doğadaki olayları açıklamak için kullansalar da mitos anlatılarına yine de sızıyordu. Örneğin Empedokles, evreni oluşturan partiküllerin bir araya gelip yeni bir şeyin ortaya çıkmasını ve yok olmasını mitolojiden aşırdığı terimlerle, sevgi ve nefretle açıklıyordu. Ardından gelen Anaksagoras ise etkin ve edilgin olmak üzere iki tür maddenin olduğunu ve nous (akıl) adını verdiği etkin maddenin edilgin maddeyi biçimlendirdiğini söylediğinde, mitolojideki erillik ve dişilik terimlerini felsefesine taşımış oldu. Eril ideoloji logosun içine sızıyor. Aydınlanma çağının göklere çıkardığı akıl, bir sistem kurduğunda da mitosa başvurmuştu. Ülkenin ve şehirlerin düşman kuvvetlerinden kurtulma günlerinde, Babillilerin, kaostan kozmos kurulmasını anlatan ve her yıl kutladıkları Enuma Eliş miti yineleniyor. Bu döngüsel öyküye Anderson’ın her iki filminde de rastlıyoruz. Mitoloji aklın içine sızarak bildik eril ideolojilere dayanak oluyor.
Görsel anlatıların da bir semiyolojisi var. Ve bu semiyolojinin içine sızan ideoloji kılıktan kılığa girdiğinde ve kendini görünmez kıldığında, bildik eril anlatılar çaktırmadan belletilmiş demektir. İşte o zaman, iktidarın pusuya yatmış sinsi ideolojisini filmin kurmacasından yaşamın gerçekliğine kolaylıkla aktarabiliyor ve Büyük Türkiye Oteli’nde Yükselen Ay Krallığı’nı kolaylıkla sindirebiliyoruz.

15 Ocak 2015 Perşembe

YATAK ÇARŞAFINDAKİ KIVRIMLAR




RAHMİ ÖĞDÜL
16.01.2015
Mümkün dünyaların en iyisinde yaşıyoruz. Zihinleri ve bedenleri merkeze bağlı kuklaların katliamlarına, neoliberal iktidarların, güvencesiz ve dayanışmadan yoksun insanı ve doğayı iliklerine dek sömürmesine rağmen, mümkün dünyaların en iyisinde yaşıyoruz. Bunu ben söylemiyorum, Leibniz söylüyor; soyut ve aşkın bir iyi kavramının iflas ettiğini, yeni ve iyi bir şey üretilecekse mümkün olan bu dünyanın içinden çıkacağını vurguluyor.
Soğuk bir kış gecesi; Kadıköy’ün ıslak sokakları ve tüm rüzgârlara açık Rıhtım Caddesi. Yeldeğirmeni’ne doğru kıvrılıyorum; loş bir sokakta, bir binanın alt katının camında “Neslihan Koyuncu/Haneden” yazısı dikkatimi çekiyor. Duvarlardaki resimlerden, yerdeki nesnelerden içeride bir olayın gerçekleştiği anlaşılıyor. Sanat bir olaydır; bildik ve beklenen tekrarlardan oluşan gündelik yaşam koşuşturması içinde, ortaya çıkmasıyla birlikte durmak ve düşünmek zorunda kaldığımız bir olay. Her gün karşılaştığımız, kullandığımız gündelik nesneler üzerine pek kafa yorduğumuz söylenemez. Sanat, bu gündelik nesneleri geçici olarak kullanım dışına çıkararak bir duyumsama nesnesi haline getirebiliyor. Gündelik yaşamın olguları sanatın olayına dönüştüğünde, bildiğimiz tüm ezberleri ve klişeleri terk edip, mevcut gerçekliğin içindeki virtüel, yani gizilgüç olanı keşfedebiliyoruz.
Genellikle görünmez kılınmış bir kadın emeği olan ütü yapmak, hayatın kırıştırdığı, kıvrımlaştırdığı giysileri, kumaşları düzleştirmeye adanmış, bitip tükenmez bir tekrardır. Yaşam kıvrım üzerine kıvrım, kıvrım içinde kıvrım yaparak ve kıvrımları açıp kapayarak gelişip serpilirken, bizler bir karşı eylem olarak kıvrımları düzleştirmeye çalışıyoruz. Neslihan Koyuncu’nun ütü masalarından oluşturduğu merdiven, iktidarın kadına ev içinde biçtiği kariyerin basamaklarını gösterdiği kadar, bir evcilleştirme sahası olarak evin, iktidarın üretildiği yer olduğunu da belli ediyor; kıvrımlarla çeşitlenmiş yaşamın üzerinden bir silindir gibi geçen iktidarın. Kendimizi dış dünyadan ayırdığımız evlerin dört duvarı arasında, sadece iktidara açılan bir pencere olan televizyonu seyrederken, dayatılan mevcut gerçekliği, ritüelleri hiç sorgulamadan tekrarlıyoruz. Ev, yaşamın kıvrımlı yapısından kaçıp sığındığımız ve iktidarın ütü masalarında yaşamın kıvrımlarını düzleştirdiğimiz bir iktidar yeridir.
Toplumu bir üretim çiftliği gibi tasarlayan iktidar açısından yatak odalarımızdaki çift kişilik yataklar da kuluçka makinelerine dönüşüyor birden. Sanatçı, iki bedenin birbiriyle kıvrımlaştığı sevişme eylemini mekanikleştirmiş. Mahremiyetin göstergesi olan tülün altında bir hareket var; komodinlerin çekmeceleri durmadan birbirlerinin içine girip çıkarak mekanik bir üretim bandındaki hareketi yineliyor. Oysa duvarda yer alan yatak fotoğrafları, bedenlerin çarşaflarda bıraktığı izleri gösteriyor. Sanatçı bu kıvrımları çizerek görünür kılmış. Kıvrımlı organik bedenin inorganik maddede bıraktığı kıvrımlar, kıvrım üstüne kıvrım. Kar taneleri nasıl birbirine benzemiyorsa, bedenlerin çarşafta bıraktığı kıvrımlar da birbirine benzemiyor. Kıvrım, düz çizginin bükülmesi. “Bükülme, çizginin ya da noktanın saf Olayıdır, Virtüel olandır” diyor Deleuze, ‘Kıvrım/Leibniz ve Barok’ adlı kitabında. Yaşam durmaksızın kıvrımlar yaparak, kıvrımları sonsuza taşıyarak, organik olanla inorganik olanı bir kıvrım denizinde buluşturuyor.
Düz çizgiler birbirine benzer, ama kıvrım farklılaştırır. İçinde farklı olanı saklayandır. Mizahın gücü, tüm düz çizgileri bükmesinden, gizil güçleri duyumsatarak neşeyi çoğaltmasından gelir. Charlie Hebdo katliamı, kıvrıma yapılmış saldırıdır. En mahremimizdeki kıvrımlarda saklıdır gizil güçlerimiz ve mümkün dünyaların en iyisi. Bu kıvrımlardan yayılan kahkahalarda boğulacaksınız!

8 Ocak 2015 Perşembe

LABİRENTİNDEKİ İKTİDAR



Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL

09.01.2015

İktidarın bir evcilleştirme alanı olarak yarattığı ütopyasında, doğrusal iple kendine bağladığı kuklaların distopyası. İktidarın ütopyası, bizim distopyamızdır.    

İktidar, bir labirent gibi kapatıyor ülkeyi, merkezinde kendisi. Paleontolog André Leroi-Gourhan ilk yerleşiklerin mekânını, merkezinde tahıl ambarı olan, eş merkezli halkalar şeklinde tanımlamıştı. Hiyerarşik toplumlarla birlikte bu merkez, iktidarın yerine dönüştü. Rönesans’ta ortaya çıkan ütopyalar da aynı mekânsal örgütlenmeyi yineliyor: tek bir merkez etrafında yayılan halkalardan oluşan ve yerleşikleri doğadan, çokluktan koruyan ve mutlak düzeni, tekçi anlayışı dayatan mekânsal örgütlenme.

İç içe geçmiş halkalardan oluşan labirent, kendi tekçi anlayışını korumak, dışarıdan gelebilecek ve gelmesiyle birlikte merkezi çökertecek olan çokluğun içeri sızmasını önlemek için iktidarın inşa ettiği karmaşık bir mekândır. Çokluk labirentten dışlanmıştır. Çemberin içine dâhil olanlar, çemberin içindeki tekçi düzene, hiyerarşiye boyun eğenlerdir; yani inisiye olanlar labirentte girebilir sadece. Labirente kabul edilmek için bir inisiyasyon töreni gereklidir.  İnisiasyon sözcüğü bir yere girmek, kabul edilmek, başlamak anlamlarına gelen latince “initium” sözcüğüne dayanır. İktidarın düzenini ve disiplinini kabul edenler (inisiyeler), labirentte hangi yolu izleyeceklerini bilirler. Labirentin karmaşıkmış gibi gözüken yolunu çözüp merkeze ulaşabilmek için Theseus ve Minotauros mitinde olduğu gibi bir ipe gerek vardır her zaman. İnisiye olanları bu ip merkeze, yani iktidara bağlamıştır. Theseus, ip sayesinde merkeze ulaşmış,  Minotauros’u öldürüp kahraman olabilmiştir ya da bir politik grup merkezi ele geçirdiğinde iktidardır. Yahut kişi, spiritüal bir yolculuğa çıkmıştır; Osmanlı tarikat geleneğindeki “seyru süluk”, merkezdeki bilgiye ulaşmak için çıkılan yolculuk demektir, merkeze ulaştığında kemale ermiştir artık. “Süluk” sözcüğü yol anlamının yanı sıra ip anlamına da gelmektedir, merkeze bağlı ip. Ariadne, labirentte yolunu bulabilmesi için ip verdiğinde Theseus inisiye olmuş ve merkezin yolunu tutmuştu çoktan.  Merkezin çekim gücüne kapılanların nasıl da ellerinin kollarının ve zihinlerinin bağlandığını görüyoruz bugün de.

Merkeze ulaşmanın bilgisine sahip olan kişi, labirentin iç içe geçmiş halkalarında yolunu kolaylıkla bulabilir. Yabancı için kafa karıştırıcı olan, yolu karmaşık hâle getiren eğrilik, inisiye için doğrusal bir ip haline gelmiştir. Ve tüm ütopyalar, içerinin bilgisine sahip, yüzü hep merkeze bakan, doğrusal bir yol üzerinde hareket eden mutlak düzenin mutlu insanları içindir. 20.yy’ın şehir ütopyasını yaratan Le Corbusier de şehrinde eğri çizgileri, kıvrımları ortadan kaldırmıştır. Çizgiselliği ve dik açıları göklere çıkaran Le Corbusier, eğri yolları eşeğin yolu olarak tanımlarken labirentini doğadan, çokluktan kesin olarak ayırır: “İnsan dosdoğru yürür, çünkü bir hedefi vardır... Eşek zikzak çizer” (Şehircilik, çev. Pelin Kotas, Daimon Yayınları). İktidarın labirentine, kıvrımlı bir yabancı olan doğa giremez; bu ütopya sadece iktidarın mutlak düzen merkezine bağlanan doğrusal insanlar için tasarlanmıştır.

“Bir şehir… insanın doğaya egemen oluşudur. Doğaya karşı insani bir eylemdir” diyor, kitabının açılışında Le Corbusier. Doğaya kendini kapatmış ve kendi üzerine kapanmış ütopyaların (olmayan-yerlerin), doğadan, yerden tamamen ilişkisi kesilmiş, Marc Augé’nin terimiyle, “yer-olmayanlara” (non-place) dönüşmeleri kaçınılmazdır. Yer-olmayanlarda ne doğa ne de insan vardır; sadece labirentin merkezindeki iktidarın ipine bağlı kuklalar. 20.yy’ın kentlerini eleştiren John Fowles, “Geometrik ve doğrusal kentlerin insanları, geometrik ve doğrusal olur” diye yazdığında (Ağaç ve Doğanın Doğası, Afa Yayınları), yeryüzünün eğri yüzeyinde bir kıvrım olan insanın ölümünü vurguluyordu. İktidarın bir evcilleştirme alanı olarak yarattığı ütopyasında, doğrusal iple kendine bağladığı kuklaların distopyası. İktidarın ütopyası, bizim distopyamızdır.