27 Şubat 2015 Cuma

KAZIMALI ERKEĞİN YÜZÜNÜ YERYÜZÜNDEN!


RAHMİ ÖĞDÜL
27.02.2015
Özgecan Aslan can havliyle katilinin yüzünü tırnaklarıyla kazımak istedi. Keşke hiç kimse öldürülmeden, doğanın, toplumun, insanın ırzına geçilmeden çok önce kazımış olsaydık bu yüzü ya da hiç üretmemiş olsaydık. Yeryüzüne resmi bir damga olarak sürekli basılan bir yüz;  fetihçi, tecavüzcü, nefret dolu erkeğin yüzü. Toplum bir yüz fabrikası gibi çalışıyor. Peki nasıl üretiliyor bu yüz? Yerleşik hayata geçildikten sonra eril anlayış, doğayı egemenlik altına alarak kapalı bir evcilleştirme alanına dönüştürdüğünde erkeğin yüzü egemen bir form haline gelmişti zaten. Çitlerle çevrili bir evcilleştirme alanı erkeğin alanıdır; erkek mülk sahibidir, hükümdardır. Doğaya özgü olan ne varsa, kendi bedenlerimiz de dâhil, bu evcilleştirme alanında aklı, uygarlığı, tarihi temsil eden erkeğin elinde olmadık biçimlere sokuldu, biçime sokulamayanlar katledildi. Bir form dayatıcı olarak erkeğin etkinlik alanına girdik, ıstampasıyla yüzünü her yere basan erkeğin. Nereye bakarsak bakalım erkeğin yüzüyle karşılaşıyoruz. Doğaya, topluma, insana saldıran ve ele geçirmeye çalışan bir yüz. Toplumsal hiyerarşilerin en tepesinde bu yüz kendini tanrı-kral, hükümdar olarak gösteriyor. Hiyerarşilerin en altındaki erkek ise kendi hükümranlığını evinde kuruyor, duvarlarla çevrili evcilleştirme alanında.
Ülkeyi ele geçiren iktidar ile evi elegeçiren iktidar arasında işleyiş ve anlayış arasında fark yoktur. Her ikisinde de dışarıda dayak yedikçe evine, karısına ve çocuklarına şiddet uygulayan ve evde ne var ne yoksa har vurup harman savuran bir erkeği görüyoruz. Çaresizlik içinde evin sınırlarına kapanmış ve büzülmüştür ve tek iktidarını göstereceği yer evidir. İç Güvenlik Yasası erkeğin faşizmidir ve bu faşizm, baskı altında olsa da hane halkının rızasıyla sürdürebilir ancak. Ve üstelik kadının rızasıyla. Özgecan kardeşimizin katledilmesinin ardından, bu vahşeti protesto etmek ve çözüm önermek amacıyla internette dolaşıma sokulan ve okumuş, yazmış erkek ve kadınlar tarafından paylaşılan, beğenilen bir videodaki kadının yüz ifadesinde bu rızanın nasıl yeniden üretildiğini gördük. Sol gösterip sağ vuran bir video; özgürlükçü geçinenler tarafından paylaşılması da manidardır; tam da sağduyuya hitap ederken solduyusal önerilere ihtiyacımızı gizliyor. Bildiğimiz teraneyi, eril iktidarı tekrarlayan ve meşrulaştıran bu video, sokakta iki erkeğin tacizine uğrayan bir kadının yine başka erkekler tarafından nasıl korunduğunu anlatıyordu. Ama ne koruma! Mahallenin delikanlıları el ele tutuşarak oluşturdukları çemberin içine, bir İç Güvenlik ortamına hapsediyorlar kadını ve tacizden korunduğu için kadının yüzünde bir gülümseme; eril iktidara rıza göstermenin gülümseyişi.
Bu korunmanın en korunaklı çemberde bile çok geçmeden tacize dönüşebileceğini, ülkemizde sık sık karşılaşılan aile içi şiddetten biliyoruz; Nazan Öncel baba tacizinin şarkısını bile yapmıştır: “Demirden Leblebi”. Videoda çözüm olarak önerilen, aslında sorunun kendisidir; ne yazık ki bunu göremeyenler var hala: bir kısır döngü, durmadan kendini üreten şiddetin döngüsü. Tıpkı kendi kuyruğunu ısıran yılan Oroborus gibi. Sokakta saldırıya uğrayan kadın, erkeklerin korumasına, eve sığınıyor ve tacize uğruyor; sonra tekrar evden kaçan kadın sokakta başka erkeklerin saldırısına uğrayıp yine eve sığınıyor ve bu kısırdöngünün, eğer kırmazsak sonsuza kadar dönüp duracağını artık görmemiz gerek. Bu döngü, videodaki gibi erkek çemberidir, erkeğin yüzüdür, her şey bu yüzün etrafında dönüp duruyor; yani, dön ‘baba’ dönelim. Kazımadığımız takdirde hep kendi kuyruğumuzu ısıracağız ve canımız çok yanacak. Geçen yazımda yeryüzünün kıvrımlarını kazıdıkça insanı da kazıyoruz, diye yazmıştım. Ekliyorum: Başka oluş hallerini, yaşam tarzlarını bastıran erkeğin yüzünü, iktidarı yeryüzünden kazımadıkça, ebruli bir kıvrım olan insan hiçbir zaman çıkamayacaktır yüzeye.

20 Şubat 2015 Cuma

ÇOKLUK GELİR VE 'BİR'İN KABUĞUNU ÇATLATIR

Vladimir Kush

René Magritte
RAHMİ ÖĞDÜL
20.02.2015
O hep orada duruyor, düştüğü ya da asılı kaldığı yerde. “Çok uzaktan atılan, hedefine ulaşamayacak bir ok gibi bir şey bu, ne var ki bu ok durduğunda ve düştüğünde uzaktaki hedef titrer ve karşılamaya gelir” diye yazmış Maurice Blanchot, ‘Son İnsan’ kitabında (çev. İsmail Yerguz, Kabalcı). Bu cümleyi okuduğumda Elealı Zenon’un (İ.Ö. 5.yy) paradoksları geldi aklıma; hani, hareketin imkânsızlığını kanıtlamak için öne sürdüğü paradokslar. Ok paradoksunda fırlatılan bir okun hareket etmediğini, dolayısıyla hedefine asla ulaşamayacağını kanıtlamaya çalışıyordu. Her varlık hedefine, hayata atılmış, ama asla hedefine ulaşamamış bir ok gibi duruyor havada. Zira bu haliyle varlık, hareket etmeyen, edemeyen kapalı bir zarftır; hayatın sirayet etmesine izin vermeyen, kalın çeperlerin içine hapsedilmiştir. Fakat Blanchot, okun değil, hedefin hareket edeceğini söylerken, Zenon’un paradokslarındaki varlığı hayatla, çoklukla buluşturarak Zenon’u boşa çıkarır. Her varlık hedefine varamayan bir oksa şayet, hedefi, yani hayat, tüm çokluğuyla onun varlığını duyumsayıp titremiş ve onu karşılamaya gelmiştir.
Titreşen tekillikler
Zenon’un paradoksları, hocası Parmenides’in çokluğu ve hareketi yadsıyan felsefesinin mantıksal kanıtlamalarıdır. Varlık değişmez, bölünmez, hareket etmez ve “Bir”dir; çokluk ve hareket, yani hayat, sanılar, yanılsamalar olarak “Bir”in dışına sürülmüştür. Bu haldeki varlığın, olduğu yerde donakalmaktan, köşe yastıklarında ömür tüketmekten başka bir şey gelmez elinden; yani bizlerin varlık hali. Kapalı duvarların içinde, yeri ve işlevi belirlenmiş, hareketsiz varlıklarımızın çoklukla karşılaştığı anlar da vardır oysa; çokluğun titreyip bizi karşılamaya geldiği anlar. Haziran Direnişi, Zenon paradokslarındaki hareket etmeyen varlığın ya da “Bir”in, Blancot’nun sözünü ettiği hedef ile karşılaştığı andır; hayat titreyip bizi karşılamaya gelmiş ve kabuklarımızı çatlatmıştır. Sanı ya da yanılsama olarak çokluk, bir hakikat olarak dayatılan hareketsiz varlığı yerinden etmiş ve göçebeleştirmiştir.  Ve bizi ele geçirmiş titreşen çoklukla birlikte biz de titreşime geçtik; öylesine güçlü bir titreşimdi ki tüm katı yapılar çökerken bedenlerimiz sel oldu aktı. Çoklukla temasa geçen varlık, kendi içinde ve dışındaki tüm katı, devletçi anlayışları yıkabilmiştir. Sonunda, katı kabuğunun içindeki varlıktan değil, oluş halindeki, hayatın çokluğu ile titreşen tekilliklerden söz edeceğimiz bir durumda bulduk kendimizi.
Kokular, sesler, tatlar…
Hayattan nefret edenler, bedeni baştan çıkaracak çokluğun izlerini silmek isterler yeryüzünden. Kokular, sesler, tatlar, dokular, görüntüler; bizi uyaracak ve kabuğumuzu kıracak her şey. Bizler, René Magritte’in “Zenon’un Oku” (1964) adlı taşbaskısındaki havada asılı taş kütle gibi olduğumuz yerde çakılı kalsak da çokluk duyularımıza dokunarak bizi baştan çıkaracak; hayat, düşüp kaldığımız ya da asılı olduğumuz yerde bizi karşılamaya gelecektir. Bir yudum şarabın, bizi baştan çıkaracak bir kokunun, bir temasın, bizi kışkırtan bir şarkının, bizi heyecanlandıran bir olayın bizi karşılamaya gelmesine kim engel olmak ister ki? Tabii ki iktidar. İktidar sarayını, duyguları köreltilmiş kapalı kutularla, hareketsiz, kederli varlıklarla döşer; istediği gibi manipüle edeceği, yerleştirebileceği modüler bir mobilya sistemi kurar kendine; hayat ise baştan çıkarıcı çokluğun yeri olarak kapı dışarı edilmiştir. Milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı, dinci kabuklarının içindeki varlıklarla bir güzel döşer ülkeyi.  Şimdi de kurduğu düzeni pekiştirmek, kendisini korumak için İç Güvenlik Yasası altında, ülkeyi modüler mobilya sistemiyle,  faşist çizgilerle yeni baştan dekore etmek istiyor; kendi varlığına kurban edeceği varlıklarla. Hayatın bizi karşılamaya gelmesinden ve kabuklarımızı çatlatmasından korkuyor çünkü. Korkusu boşuna değil; hayat dışarıda, bizi çağırıyor. Kırmayacak mıyız kabuklarımızı?

12 Şubat 2015 Perşembe

KAPORTASI ÇARPIK HAYAT

Mimi Torchia Boothby

RAHMİ ÖĞDÜL
13.02.2015
O  yaz durmadan kazıdım, çeliğe ulaşana kadar. Ortaokuldaydım; yaz tatilinde bir kaportacının yanında çalışmamı, hayatın zorluğunu öğrenmem ve okuluma daha çok asılmam için babam önermişti. Çarpık kaportaların boyalarını kazırken, araba motorundan çıkma sekmanları kullanıyorduk. Boyasını kazıdığımız çıplak çeliği önce kalfa çekiciyle düzeltiyor, sonra usta, duyarlı ellerini soğuk çeliğin üzerinde gezdirerek ince çekiç vuruşlarıyla son düzeltmeleri yapıyordu. Kazımak önceleri bir çocuk oyunu gibiydi. Avuç içlerim su toplamaya ve canım yanmaya başlayınca, çok geçmeden bunun bir oyun olmadığını anladım. Acıya rağmen katlanmak zorunda olduğum bir işti artık.
 
HER ŞEY GÜLLÜK GÜLİSTANLIK MI?   
Hayatın ilk yıllarında oyun olarak yaklaşıyoruz her şeye. Sonra hayat üzerimize yıkılırken tüm oyunlar katlanmak zorunda olduğumuz bir işe dönüşüyor ve tüm çarpıklığıyla görüyoruz hayatı, eşitsizlikleri, sömürüyü. Kimimiz aldırmadan, kuralları bizden önce konulmuş bu çarpık oyunu sürdürüp yükselmenin yollarını keşfediyor. Kimimiz ise canının yanması pahasına, elindeki sekmanı ve çekiciyle yüzeyleri kazımaya, hayatın çarpık kaportasını düzeltmeye devam ediyor. Yüzeydeki çarpıklığın katmanlarının altında yatan asıl yüzeyde, tözde yattığını düşünüyoruz çokça; yüzeydeki katmanları kazıyıp altta çarpık olanı, dayanağı düzeltince her şeyin güllük gülistanlık olacağını sanıyoruz. Kimimiz ise töze aldırmadan yüzeydeki çarpıklıkları yüzeysel çözümlerle, dolgularla gideriyor.
 
HERKESİN BİR SEKMANI VAR! 
Toplumun kaportasındaki çarpıklıkları gidermek için üzerini kaplayan katmanları kazıyarak altında yatan soğuk çeliğe ulaşmanın mümkün olduğunu, üzerindeki gereksiz niteliklerden kurtulup hayatın özünü yakalayacağını sananlar, Aristoteles’in töz kavramına sarılıyor; gereksiz süslemelerden, taramalardan kurtulmuş bir hayat. Ama elimizde kala kala, tüm niteliklerinden arınmış ölü bir nesne kalıyor. Ve niteliklerle çeşitlenerek zenginleşen hayatı farkına varmadan ya da vararak olumsuzluyoruz; hayatın rengârenk, kaleydoskop gibi görünümü bir yanılsamadır ya da Budistlerin adlandırdığı gibi Maya. Oysa kazıdıkça hep yüzeylerle karşılaşıyoruz. Herkes, kendi özünü ya da icat edeceği tözü, dayanacağı sağlam zemini bulmak istiyor; herkesin elinde sekmanlar, birbirlerinin dayanağını yok etme pahasına kendi dayanaklarını bulmak için kazıma işlemini sürdürüyor. Yüzey üzerine yüzey.
Yüzeyi kazıyıp altta yatana ulaşma çabasının tehlikesi, kıvrım üzerine kıvrım yaparak gelişip serpilen yaşamın kıvrımlarını yok etmektir. Katmanlar birbiriyle sonsuzca kıvrımlaşarak bir kıvrım denizi gibi yayılırken, elimizdeki sekmanlarla bu kıvrımları yok ettikçe aslında hayatı da yok ediyoruz. İlk örneğe, bozulmamış töze ulaşma çabamız yaşamı yok etme, yaşamı olumsuzlama çabasına dönüşebiliyor. Faşizmde olduğu gibi kendini bir katmana dayandıran, tasarlanıp yeniden icat edilmiş bir gelenek, diğer tüm yaşam biçimlerini, kıvrımları gereksiz süslemeler ve taramalar olarak tamamen silebiliyor.
 
ALACALI BULACALI BİR YUMAK
Ressamın tuval üzerinde çabasına benziyor çokça yaptıklarımız. Kimi ressamlar tuvalin yüzeyine, kurumalarını bekleyerek birbiri ardınca kalın boya katmanları sürüyor; ardından da kazıyarak altta yatan katmanları görünür kılıyor. Oysa hayat sıvıdır ve kurumaya fırsat bulamadan yüzeye sızan boya katmanları birbirine karıştığında, lekeler halinde yüzeyde birbiriyle dolaşıp ebruli bir doku yarattıklarında, artık katmanlardan söz etmek mümkün değil. Katmanlar birbirine karışarak kıvrımlaşmıştır. İnsan da doğanın ve kültürel katmaların birbirine karıştığı alacalı bulacalı bir yumaktır; hangi kültürde yaşarsa yaşasın bünyesinde başka, yabancı kültürlerin izlerini taşır ve bu haliyle diğer canlılarla birlikte ebruli bir kıvrımdır yeryüzünde. Ellerimizde sekmanlar, kıvrımları kazıdıkça insanı da kazıyoruz yeryüzünden. Ve icat edilmiş bir yüzeye ya da sinek kâğıdına yapışıp kalmış cesetler yaratabiliyoruz.

6 Şubat 2015 Cuma

DEVLET 'FA' SESİ VERİYOR, DUYMUYOR MUSUNUZ?



David Oliete
RAHMİ ÖĞDÜL
06.02.2015
Diktatör, elindeki sopasıyla nota sehpasına vurarak kitleyi susturduktan sonra parçanın tonunu dikte etmek için ‘fa’ sesi verdi. Artık faşizmin ‘fa’sı ile başlayacağız yaşamın ritmine ve yine faşizmin ‘fa’ sesiyle bitireceğiz yaşamın ritmini. ‘Fa’nusların içindeki ‘fa’reler gibi kemireceğiz ömrümüzü. Diktatörün yazdırdığı partisyonun porte çizgileri, tutsaklığın dikenli tellerine dönüşecek çok geçmeden. Faşizm, her yanı kaplayan ve kulakları sağır eden ‘fa’ sesi ile bastırmak istiyor tüm tonları.  Talking Heads’in meşhur parçası, Psycho Killer’ın  bol ‘fa’lı nakaratı, kaçıp gitmenin daha iyi olduğunu söylese de (“fa fa fa far better/run run run run away”) tüm kaçış yolları tutulmuş olacak. Sanat, kültür, bilim, edebiyat; hangi yola girersek girelim, hep eve, yani asıl tona, faşizmin ‘fa’sına çıkacak bütün yollar.  Ve “Aynanın İçinden” kitabında Alice’in durumuna düşeceğiz: ‘“Off bu çok kötü işte!” diye haykırdı. “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim! Hiç!”’ (Lewis Carroll, Aynanın İçinden, çev. Tomris Uyar, Can Yayınları). 

Üst kimliklere sıkışmak
Faşizmin ‘fa’sı, diğer tüm sesleri bastıran egemen ton, burjuva aklının tikel ile tümel arasında kurduğu ilişkinin tikeline denk düşüyor. Tikel-tümel ilişkisi, yaşamın akışından soyutlanmış ve kimliklendirilmiş varlıkları, yeniden ve yeniden soyutlayıp hep üst kimliklerin içine sıkıştırma yöntemidir.  Burjuva zihniyeti tikel ile tümel arasında sıkıştırdığı kimlikli varlıkları ölü nesneler gibi serbest piyasanın raflarında manipüle ederken ya da diğer tonları kendi egemen tonu lehine kullanırken, faşizm diğer tikeller arasında bir tikeli, kendisini bir yaşama tarzı olarak dayatır ve diğer tüm tikelleri ya da tonları yanılsamalar olarak tamamen iptal eder.
Farkında mısınız? Faşizm ve burjuva aklı ortak bir şeyi paylaşıyorlar; o da canlılığından arındırılmış ölü kabuklardır, tikellerdir. Burjuva aklı, sabit nitelikleriyle tanımlanmış tikeli tümelin içinde soğurdukça evrensel olduğunu iddia ediyordu. Faşizm ise evrensellik iddiasından vazgeçerek tikelin, yani ölü kabuğun üzerinde kurar tüm sistemini. Burjuva aklı soyutlarken, tümel lehine çokluğu görünmez kılacaktır. Faşizm ise kendisini bir tikel olarak dayatarak çokluğu bastırıyor ve imha ediyor. On iki ton bestecisi Anton Webern, tonaliteyi “bir form yaratma, bütünlük sağlama aracı” olarak tanımlıyor;  burjuva zihniyetinde belirli bir tonda yazılan parçalar, bu temel notadan zaman zaman uzaklaşsa da hep aynı tona geri dönüyor. Faşizmde ise artık diğer tonların ortadan kaktığını ve egemen tonun yaşamı tek sesli bir cehenneme çevirdiğini görüyoruz.

Egemen tonu yok etmek
Burjuva aklı tikel ile tümel arasında sıkıştırdığı gerçekliği bir yelpaze gibi elinde tutar; faşizm ise bu yelpazeyi kendi tikeliyle zımbalayarak tüm çokluğu sonsuza kadar hapseder. Radikal “sol”un önermesi ne olmalı peki? Burjuva ve faşist zihniyet, her ikisi de sabit nitelikleriyle tanımlanmış ölü kabuklara yaslandıkları ölçüde birbirine benzer. Radikal solun ise ölü kimlikler, “tikeller” üzerinden tanımlanmış siyaseti reddederek, gizil güçleriyle sürekli oluş hâlini yaşayan “tekillik”lere yaslanması, yelpazenin kıvrımlarında tutsak kalmış çokluğu özgür bırakması gerekiyor. Bir çokluk düzleminde yan yana gelen bu tekillikler, artık egemen tonun kalmadığı, sürekli dalgalanan bir ton denizinde bulacaklardır kendilerini. Ve Webern de on iki ton müziğine ulaşmaya çalışırken yaşamıştı bunu: “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” (bkz Anton Webern, Yeni Müziğe Doğru, çev. Ali Bucak, Pan yayıncılık).
Temel ton, tikellere, ölü kabuklara yaslanan burjuva ya da faşist devlettir. Agamben, gelmekte olan yeni siyasetten, “devlet ile devlet-olmayan (tekillikler) arasındaki mücadele”den bahsederken on iki ton müziğini duyumsuyordu belki de (bkz Gelmekte olan Ortaklık, çev. Betül Parlak, Monokl yayınları). Devletler tarihi, faşizmin “fa”sının egemen tona dönüşmesi tarihidir. Devlet yine “fa” sesi veriyor, duymuyor musunuz?