21 Ağustos 2015 Cuma

MÜJDE! MATKABIMIZ DARBELİ OLDU


RAHMİ ÖĞDÜL
21.08.2015
Matkap işliyordu zaten. Usul usul delikler açtı toplumun yüzeyinde; bir yara gibi içine düştüğümüzde bizi acılarımızla baş başa bırakacak kederli delikler. Giderek yaralar ve delikler sıklaşmaya ve derinleşmeye başlayınca tutunacağımız yüzeyin kalmadığını gördük. Hepimiz açılan derin tuzaklara düşüyoruz şimdi; her delik, yeryüzünde ince ince ördüğümüz toplumsal ağları biraz daha parçalıyor ve sonunda yalnızlığın çamurlu çukurlarında debelenirken buluyoruz kendimizi. Yüzeyde sörf yapalım derken, şimdi derin çukurlarda boğulacak gibi oluyoruz.
Tadilat hiç bitmedi
Bir işler karıştırıyordu. Kuşkulandı kimimiz. “What’s he building in there? What the hell is he building in there?” diye sorduk Tom Waits ile birlikte: “Neler inşa ediyor? Ne haltlar karıştırıyor?” Elindeki matkapla küçük tadilatlara giriştiğini düşündük önce. Fakat tadilatları hiç bitmedi; gece ve gündüz, kulakları tırmalayan matkabın sesini işitiyorduk. Sonra matkabın bir araç olmadığını, iktidarın ta kendisi olduğunu anladık, dev bir matkap vardı kaşımızda; zıvanadan çıkmış bir matkap. Bastığımız tüm zeminleri delik deşik etmek için çıldırmış gibi çalışıyor. Her delik, yüzeyde kendi aramızda kurduğumuz bağları koparmakla kalmadı sadece, kopan bağlarla birlikte kendimizi çukurların dibinde bulduk. Şimdi çukurlarımızdaki dev ekranlarda akan görüntülerden izliyoruz dışarıda, “ora”da olup bitenleri, delik deşik olmuş bedenleri ve kentleri. Yeryüzü, kentler, toplum ve bedenler; tutunacağımız yüzeyler. Nereye tutunmaya çalışsak derin çukurlar açılıyor; kime sarılsak boşluğa sarılmış gibi oluyoruz. Artık kendimize bile tutunamıyoruz; içimizde de derin, dipsiz uçurumlar var; içimize bakmaya korkuyoruz. Boş oyuklar olarak dolaşıyoruz kentin sokaklarında, kara delikler. Herkes birbirinin aynası; boş oyukların sonsuza doğru katlanarak çoğaldığı aynalar.
İhtişamlı matkaplar
Salisburyli John “Devlet bir bedendir” diye başlar Policraticus metnine. Değiştirelim: “Devlet bir matkaptır.” Yeryüzünde ve bedenlerde derin delikler açan bir matkap. Her şeyin arasına girer ve koparır bağlarını; onulmaz yaralar açar bünyelerde. Bizi yeryüzüne, birbirimize bağlayan bağların düşmanıdır. Bağlantı yüzeyini çökerttikçe farkına varmadan deliklere düşeriz ve içine düştüğümüz delikten yukarıya doğru baktığımızda, iplerimizi elinde tutan matkabı görürüz tüm ihtişamıyla. Biz, çukurdakiler, ipleri devletin elinde olanlar, sadece delik açmayı bilen küçük matkaplar. 
Amerikalı yazar Randolph Bourne söylemişti, “Savaş devletin sağlığıdır” ve ipleri devletin elinde olan küçük matkaplar arasında geçer. Roman Polanski’nin 1959 tarihli ‘Melekler Düşerken’ filminin kahramanı savaş alanında sığındığı yıkık bir evde, kendisi gibi savaşın ölümcül ortamından kaçmış bir düşman askeriyle karşılaşır. Önce tüfeğini doğrultur düşmanına; sonra silahsız ve zararsız olduğunu anlayınca tüfeğini indirir. Düşmanı dostluk kurmak istemektedir; elini paltosundan içeri sokar yavaşça. Kuşkulanır ve tüfeğini ateşler bizimkisi. Bir matkaba dönüşmüştür: Düşmanının paltosunda ve bedeninde kurşun deliği. Ölü düşmanının paltosunun içindeki elini dışarı çıkardığında, sıkılı yumruğunda iki dal sigara görür; mermi hedefini ıskalamamıştır; ama sigaralarını tüttürürken kendilerine biçilen rolün, matkap olmanın dışına çıkıp bağlantılar kurma, kendi mekânlarını yaratma fırsatını ıskalamışlardır. Yine devlet araya girmiş ve derin delikler açmıştır bedenlerde.
Devletin kör noktasındayız şimdi, terör alanında ya da matkabın darbeli modunda. “Modern egemenlikler, içlerinde her zaman bir kör nokta, iktidarın … bir terör alanı olduğu bir bölge barındırırlar” (Susan Buck-Morss, Rüya Âlemi ve Felaket, Metis). Egemenliğini darbeli moda çeviren iktidar bu ehlileştirilmesi imkânsız vahşi bölgeyi, terör alanını açtığı deliklerle çoğaltıyor şimdi. Herkesin matkaba dönüştüğü vahşi bölgeyiz.

14 Ağustos 2015 Cuma

KURMACANIN DIŞINA ÇIKABİLMEK

RAHMİ ÖĞDÜL
14.08.2015
Çok sıkıldım, siz sıkılmadınız mı bu kurmacadan? Öyküsü, aktörleri önceden belirlenmiş bir filmin içine yerleştirdiler bizi. Nelerin olacağı, kurmacanın olay örgüsünün, entrikasının nasıl gelişeceği çok önceden belli ve bizler de, bu filmin figüranlarıyız. Sahnenin dekoru en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış. Her şey sahne ışıklarının altında oluyor. Tüm spotlar, kameralar olaya, entrikaya çevrilmiş. Odalarımızın içindeki, içine gömüldüğümüz dev ekranlardan izliyoruz ve bir süre sonra bunun kurmaca olduğunu unutup inanıyoruz.
HER ŞEY RIZAMIZLA OLUYOR
Daha doğrusu inanmak istiyoruz. Yaşamın birbiri ardı sıra gelen can sıkıcı olaylar dizisi olduğu öğretildi bize. Bu anlamsız olaylar dizisinden olay örgüleri, entrikalar çıkaran ve yaşamı anlamlı hale getirdiğini iddia eden kurmaca yazarlarına inanıyoruz. Aldous Huxley, ‘The Genius and The Goddes’ romanında kahramanına söylettiği gibi: “İşlenmemiş haliyle varoluş her zaman birbirini izleyen baş belası bir şeydir.” Oysa “kurmacanın birliği var, biçimi var.” Biçimi olmayan yaşama kim tahammül edebilir ki? Sürekli formlar görmeye ve formlara tapınmaya alışmış bir toplumda, bize biçim ya da birlik dayatanlara teslim oluyoruz hemen. Kendini, iktidarın bakışıyla, biçimsiz, çirkin bir kütle olarak gören kitle, despot bir heykeltıraşın ellerinde yontulmaya razıdır. Her şey bizim rızamızla gerçekleşiyor.
FETHEDİLECEK TOPRAKLAR
Bu, bir savaştır, form savaşları. Başından beri siyasal iktidarlar el koydukları ve haklarını gasp ettikleri halkları biçimsiz olarak görmüşlerdir. Fetihler çağında fatihler kendilerini kozmokratör (düzen yaratıcı) olarak adlandırdılar, çünkü fethedilecek topraklar kaosun topraklarıdır, yani kargaşanın, düzensizliğin ve biçimsizliğin. Ve tepeden dayatılan her biçim, halkların ve hakların gaspıdır; bir örgü gibi ince ince ördükleri, işledikleri kendi aralarındaki ve yeryüzüyle bağların gaspı. Yaşam hiçbir zaman iktidarın anladığı gibi biçimsiz olmadı. Her varlık algılama yetisiyle kendi anlam dünyasını yaratmış ve bu anlam dünyaları kesiştiğinde de topluluklar ortaya çıkmıştır. Sorun, fetihçi anlayışların yaşama dayattığı biçim sorunudur. Varlıkların içeriden dışarıya doğru, yeryüzüyle ve kendi aralarındaki kurdukları ilişkilerin bir biçimi vardır elbet. Ama bu biçim, yaşama giydirilmiş ölü bir kabuk değil, aksine yaşamla birlikte dalgalanan ve sürekli değişen bir biçimdir. Bizler, uzun zamandır iktidarların ellerinde biçimlendirilenler, balmumu kıvamında bir malzemeye dönüşenler yeryüzüyle ve birbirimizle kurduğumuz bu türden ilişkileri çoktan unuttuk ve bir despotun elinde oyun hamuruna dönüştük. İktidarın faaliyet alanındayız.
ÖNCE SİNOPSİSİ GELDİ
Önce senaryonun sinopsisi dolaştı ortalıkta; ardından çekim senaryosunu devreye soktu iktidar ve en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış planlarını, sahnelerini ve sekanslarını yönettiği bir kurmacanın figüranlarına dönüştük. Önce senaryoyu ezberledik, sonra da nasıl figüran gibi davranacağımızı. Sahne ışıkları altında gerçekleşiyor her şey; savaşın, yıkımın, ölümün kurmacası. Barış şimdilik gölgede kaldı. Bir yanımız spotların altında, bir yanımız gölgede. Gölgeden çıkacak ne çıkacaksa! Henüz mevcut olmayan ve görüntüye girmesiyle birlikte senaryoyu bozacak barış ve özgürlük gölgede bekliyor, şimdilik. Radyoda Leonard Cohen “Partisan”ı söylüyor: “Rüzgâr, rüzgâr esiyor/ rüzgâr esiyor mezarların arasından /özgürlük yakında gelecek/ ardından biz çıkacağız gölgelerden.”
Gölgelerden çıkmanın zamanı. Aristophanes’in komedilerinde koro üyeleri oyunun bir anında bir adım öne çıkar, rol yapmayı bırakır ve izleyicilere aktör olarak değil, yurttaş olarak seslenirlerdi. Buna parabasis deniliyor. Haddimizi aşıp kurmacadan kurtulduğumuz ve yeryüzünün sakinleri olarak birbirimizle yüz yüze konuştuğumuz an. İşte o zaman barış gelecek ve özgürlüğü hep birlikte işleyeceğiz yeryüzünde.

7 Ağustos 2015 Cuma

DUYUMSAMAK İSYAN ETMEKTİR

Imme van der Haak

Jerry Uelsmann
RAHMİ ÖĞDÜL
07.08.2015
Hiç olmadığı kadar estetiğe ihtiyacımız var bugün. Üst sınıfların ya da uzmanların formdan aldıkları ayrıcalıklı hazdan bahsetmiyorum. Yaşamın içine olabildiğince gömülerek, öte dünya adına yaşamdan vazgeçmemizi öğütleyenlere, yaşamı olumsuzlayanlara inat, kılcal damarlarımıza dek yeryüzünü duyumsamaktan bahsediyorum. Estetik sözcüğünün eski Yunancadaki anlamına, kökenine dönme isteği benimkisi. ‘Aisthetikos’, doğrudan duyumsamayla ilgili bir sözcük; “duyumsamayla algılanan şey” anlamına geliyor. ‘Aisthesis’ ise duyuma dayalı algı deneyimi. Susan Buck-Morss’un belirttiği gibi estetiğin başlangıçtaki alanı sanat değil, gerçekliktir, yeryüzüdür, doğadır (Rüya Alemi ve Felaket, Metis). Estetik, bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimidir. İktidarın şiddetli şoklarıyla hissizleştirdiği ve neredeyse iptal ettiği bedenlerimizi yeniden duyarlı hale getirmektir. Yeryüzünün, kentlerin, bedenlerin yıkımı karşısında duyumsayan ve tepki veren bedenli varlıklara dönüşmek. Yeryüzünün kurtuluşu estet olmaktan geçiyor.
YERYÜZÜNE YAYILMALIYIZ
Fransızcadan dilimize giren ve formun güzelliğini takdir edebilme yetisiyle donatılmış kişi anlamına gelen estet (esthéte) sözcüğünü dar ve seçkinci anlamından kurtarıp form ile formsuzluk arasında sürekli bir akış olan yeryüzünü ve yaşamı olabildiğince duyumsayan, algılarını genişletmiş kişi olarak yeniden tanımlamalıyız. Estet olmak, iktidarın yeryüzüne kapalı, sadece öte dünyaya açık ve yaşamı yadsıyan algı projesine ihanettir. Duyumsayan tenimizle bir ihanet şebekesi gibi yayılmalıyız yeryüzüne. Matrix filminin haini Cypher, bedeninin duyumsama kudretini yeniden kazandığında ihanet etmiştir Morpheus’a. Bifteğin değil de, öte dünyanın gerçek olduğuna bizi inandırmaya çalışan iktidara bir isyandır bu: “Bir bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matriks’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim, biliyor musun? Cehalet mutluluktur.” Mutluluk, cennet ve cehennem yeryüzündedir. Hain Cypher, iptal edilmiş algılarını ve ertelenmiş mutluluk düşünü şimdi ve burada yeniden ele geçirmiştir.
NE ZAMAN İÇERİ DAVET EDİLİRİZ?
Kültür, sadece kültürel sermayesi olanlar tarafından algılanabilen estetik nesnelerle dolduruldukça, yeryüzüyle ilişkisi kesilmiş kapalı bir küreye dönüşmüştür. Yeryüzüne gömülü olanlar, köylüler, işçiler ve kültürel küreden dışlanmışlar aşağılanacaktır. Üst sınıflar yoksulların yeryüzüyle temasta olan bedenlerini groteskleştirerek komikleştirirler. Ama grotesk beden tam da kalıba girmemiş, duyumsamanın bedenidir. Bedensizler, yeryüzüyle ilişkisiz, yapay olarak iklimlendirilmiş ve ışıklandırılmış AVM’lere kapatılırken, yeryüzünün tozu, toprağıyla kirlenmiş, kalıba girmemiş bedenliler kapıdan geri çevrilecektir. Yeryüzünü yadsıyan, yaşamı olumsuzlayan mekânlara bedensizleştiğiniz zaman girebilirsiniz ancak. Sanatta estetiği deneyimlemek için de bedensizleşmeniz gerekecektir. Beyaz küpte sergilenen estetik nesneleri izlemek için, bedenlerinizi galerinin dışında bırakarak sadece göz olarak girebilirsiniz içeri ve formu yücelten bir tapınakta formlara tapınan dindarlara dönüşeceksiniz. Ve bu estetik formlara tapınma ayinlerini Morpheuslardan, küratörlerden, sanat eleştirmenlerinden oluşan bir ruhban sınıfı yönetmektir. Din ile kültür arasında bağlantıyı kuran ressam Jean Dubuffet’ye göre kültür halkın afyonuna dönüşmüştür: “Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var… Halkların afyonu rolünü oynamak da artık ona düşüyor.” (Boğucu Kültür, Dost).
İktidarın kapattığı algılarımızla, kültürel ayinlerde uyuşturulmuş bedenlerimizle, yeryüzünün yıkımını hissetmiyoruz bile. Algılarımızı ve bedenlerimizi yeniden ele geçirmeden, tenimizi bir örtü gibi yeryüzüne yaymadan acıları, yıkımları nasıl hissedebiliriz ki? Duyumsamak, isyan etmektir.