25 Eylül 2015 Cuma

KAFKA'YI DA KROPOTKİN'İ DE UNUTMA!

Martin Senn


RAHMİ ÖĞDÜL
25.09.2015
Çok çabuk unutuyoruz. Alışverişe çıkmadan önce hazırladığımız listenin bir benzerini mi yanımızda taşısak? Tüm olup bitenleri, başımıza gelenleri yazacağımız ve hep göz önünde tutacağımız. Ya da en iyisi, Akıl Defteri (Memento) filminin belleğini yitirmiş kahramanı gibi bedenimize yazmalıyız her şeyi, özellikle de yüzümüze; her narsistik selfie çekiminde iktidarın bedende, toplumsal bedende açtığı derin yaraları bize hatırlatsın diye: “6-7 Eylül olaylarını unutma! Sivas Madımak’ı unutma! Roboski’yi unutma! Suruç’u unutma!” Biz bu yaraları unutarak inşa ediyoruz sahte benliklerimizi. Yüzleşmeden, iktidarla hesaplaşmadan makyajla kapatıyoruz derin yaralarımızı. Ve sonra hiçbir şey olmamış gibi sabun köpüğü (soap opera) rollerimizi sürdürüyoruz.
Her şey yolunda mı?
Biz unutuyoruz ama iktidar unutmuyor ya da unutturmuyor. Her şeyin yoluna girdiğini düşündüğümüzde, dostlukların, barışın filizlendiğini, yaşamın daha keyifli hale geldiğini sandığımız anda o tanıdık senaryoyu tekrar devreye sokuyor ve biz de bize biçilen rolleri oynamaktan geri kalmıyoruz. Sonra bir dejavu hissi kaplıyor içimizi; biz bu oyunu daha önce oynamıştık sanki. Matrix filminde Neo aynı kara kediyi aynı şekilde hareket ederken ikinci kez gördüğünde “Dejavu” der; Matrix’in kodundaki bir değişimi yansıtıyordu dejavu; değiştiğimizi sandığımız an iktidar değiştiriveriyor kodu ve hep aynı kara kedi geçiyor aramızdan.
Dejavulara sarılmak
İktidar dejavularla iş görüyor; daha doğrusu belleğini yitirmiş topluma yinelemelerle çeki düzen veriyor durmadan. Kafka’nın “Ceza Sömürgesi”ndeki bedenlere suçlarını yazan makinenin hareketindeki yinelemeler gibi. “Tırmık” denilen makine, yasaları ihlal edenlerin çıplak bedenlerine iğneleriyle suçlarını bir nakış gibi işler. Sadece suçlarımızı değil, bizleri ayrıştıran etnik, dinsel, cinsiyetçi kimliklerimizi de. Ve tabii ki makine hiyerarşiye boyun eğmemizi isteyecektir bizden: “Hangi emre karşı gelmişse hükümlü, gövdesine Tırmık ile yazılır. Sözgelimi, bu hükümlünün gövdesine ‘Büyüklerine saygı göster!’ diye yazılacak.”
Yüzümüzle yüzleşmek
Kafka da hatırlamak için not düşmüş günlüğüne: “Kropotkin’i Unutma!” (bkz Michael Löwy, “Franz Kafka, Versus). Makineyi devre dışı bırakmak için gerekli bir not. Hayatta kalmak için birbirlerini öldürmeye programlanmış hayvanları/makineleri gösteren kapitalist doğa belgesellerine inandıkça toplumu da sosyal Darvincilik şemasına göre birbirleriyle savaşan varlıklar olarak meşrulaştırıyoruz. Oysa Kropotkin gençliğinde Sibirya’ya yaptığı yolculuklar sırasında tam tersini gözlemlemişti; doğal yıkımların karşısında dayanışarak yaşamlarını sürdüren canlılar: “Hayvan yaşamının bol olarak bulunduğu bu yok denecek kadar az noktada bile, ısrarla aramama rağmen, pek çok (sosyal) Darvincinin, yaşam mücadelesinin baskın özelliği ve evrimin ana faktörü olarak varsaydıkları, aynı türe ait hayvanlar arasında varoluş araçlarına yönelik keskin mücadeleye rastlamadım.” Sosyal Darvincilerin öldürmeye programlanmış makineleri gördüğü yerde, anarşist Kropotkin karşılıklı dayanışarak hayatlarını sürdüren canlıları görmüştü. İşte bu yüzden unutmamalıyız Kropotkin’i.
Boyun eğdirerek iş gören iktidarın makinesi, yıkıcı doğayı taklit ediyor ve korkunç yıkımlarla tehdit ediyor bizi. Tıpkı 19. yy’da Romantiklerin doğa karşısında deneyimledikleri, boyun eğdirici yücelik duygusunu yaşatıyor bize. Ve tür içi, türler arası dostlukların, dayanışmanın filizlendiği anlarda bir yıkım makinesi olarak araya girerek doğal olanı, dayanışmacı yaşamı yeryüzünden siliyor. Aramızdan hep kara kedi geçiyor ve birbirimizin kurduna dönüşüyoruz. Ve her seferinde içimizde tuhaf bir dejavu hissi, “daha önce biz bu oyunu görmüştük” duygusu. İktidarın belleğimizin zayıflığından yararlanarak sahneye koyduğu bu yinelemeleri, makinenin bedenlerimizde açtığı derin yaraları hatırlamak için her aynaya baktığımızda ya da selfie çektirdiğimizde görebilelim diye yüzümüze not düşmeliyiz: “Unutma!”. Evet, yüzümüze, yüzleşmek için.

18 Eylül 2015 Cuma

ÖLÜM KALIM VE KÜLTÜR SANAT

Angelo Musco

RAHMİ ÖĞDÜL

18.09.2015

O kadar çok konuşuyoruz ki hiçbir şey duymuyoruz ve o kadar çok kavram dolaşıyor ki ortalıkta düşünmüyoruz. Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyununda Estragon ve Vladimir arasında geçen diyaloğu andırıyor durumumuz: “Estragon: Bu arada konuşmamak elimizden gelmediğine göre, biz de bari sakin sakin konuşalım. / Vladimir: Haklısın biz de laf tükenmez. / Estragon: Böylece düşünmemiş oluruz. / Vladimir: Özrümüz var. / Estragon: Böylece duymamış oluruz. / Vladimir: Nedenlerimiz var.” Duymamak ve düşünmemek için hem özrümüz hem de nedenlerimiz var. Eylül ile birlikte kentin kültür ve sanat hayatı hızlı başladı; birbiri ardı sıra sergiler açılıyor ve tabii bu yıl bienalimiz de “Tuzlu Su” temasıyla kültür ve sanat hayatımızın merkezini kaplıyor. Kapı komşumuzun yaman bir faşiste dönüştüğü, Doğu’da katliamların gerçekleştiği, kıyılara göçmen cesetlerinin vurduğu bir ortamda gönül rahatlığı ile sanat ve kültür konuşursak olup bitenleri duymamak ve düşünmemek için tıpkı Estragon ve Vladimir gibi bizim de iyi bir özrümüz ve nedenimiz olacak mı? Diyeceksiniz ki bu ölüm kalım ortamında en azından kültür ve sanat içine yerleşerek soluk alma fırsatı yakaladık. Haklısınız, en azından ülkeyi kaplayan toz duman içinde küçük bir hava kesesi yarattık. Ama hava kesesi içindeki havayı tükettiğimizde hep birlikte boğulacağımızı da unutmayın. Sorun, küçük bir hava kesesi içine kendimizi hapsetmek değil, ülkeyi düşüncelerin kanatlanacağı engin bir hava sahasına dönüştürebilmektir. Sanat böyle bir engin hava sahası yaratabilir; ama sığınacağımız değil, aksine tüm hayatı sığdırabileceğimiz ya da hayatla birlikte kanatlanacağımız geniş bir hava sahası. Tüm yaşam formlarının gelişip serpileceği, hayatın bin bir rengini ve biçimini tartışacağımız bir yaşam sahası. Ve bu yaşam sahasında ufuk çizgisi bizden hep kaçacaktır.

YANİ DENİZ 
Bienalin teması “Tuzlu Su”, yani deniz. Kıyı çizgisi ile ufuk çizgisi arasındaki o engin su kütlesi. İmgelemimiz, sahile vurmuş göçmen cesetleri ile Truman Show’daki gibi dokunabildiğimiz sahte ufuk çizgileri arasında sıkışıp kalmış, şimdilik. Oysa gerçek ufuk çizgisine dokunamazsınız. Ölüm katılığından yaşamın olasılıklar denizine açılmaktır, ufka yolculuk. İktidarın ölümcül düzleminden, yaşamı tüm olasılıklarıyla birlikte kucaklayabileceğimiz dalgalı düzleme geçiş. Her şeyin sabitlendiği iktidarın katı düzeninden kaçış. Bu yolculuk tehlikelidir. Denize açılmak ilk önce katılıkla, sabitlikle, dogmalarla, alışkanlıklarla kurduğumuz tüm bağları koparmayı gerektirecektir. Ardından, ölüm katılığında yitirdiğimiz ne varsa onları yeniden kazanmak: doğanın kuvvetlerini teninde hissetmek, rüzgârın, dalgaların, güneşin kuvvetini duyumsamak ve onlarla birlikte hareket etmek. Denizde dalgalarla mücadele ederek hayatta kalamazsınız, ancak onların dilini anladığınızda, onların diliyle konuştuğunuzda, yani doğa olduğunuzda ufka yolculuk başlamıştır.

ELEMENTLERİ ÇÖZEN NEYDİ? 
Denizi tuzlu su olarak adlandırmak denize haksızlık etmektir. Su, evrensel çözücüdür, katılaşmaları çözerek dağıtır. Yeryüzünde ne kadar element varsa deniz suyunda çözünmüş halde bulunur. Denizi tuzlu su olarak adlandırmak, denizi iki elemente, yani sofra tuzuna, sodyum klorüre indirgemektir. Deniz, sofraların protokol düzenini, hiyerarşik yerleştirmeleri hiç sevmez oysa. Sahile vuran dalgalar her seferinde dikine kurulmuş tekçi düzenleri, kumdan kaleleri yıkar ve çokluğu yan yana yerleştirirler kumsalda. Deniz çokluğu barındırır içinde ve deniz olduğunuzda çokluk olursunuz; çoklukla birlikte dalgalanır, deniz olursunuz. Farklı öğelerin bir araya geldiği bir çokluk olarak dalgalar ve iktidarın ölüm katılığı. Sanatı seçkinlerin hava alacağı, sığınacağı bir hava kesesi değil de dalgalarla katılıkları parçalayan ve ufuk çizgisiyle bizleri kışkırtan bir deniz olarak duyumsadığımızda, yeryüzü düşüncelerin kanatlandığı engin bir hava sahası gibi açılacak önümüzde. İşte o zaman ölüm ve kalımı değil, kültür ve sanatı gönül rahatlığıyla konuşabiliriz.

11 Eylül 2015 Cuma

BİR ÜLKE, BİR BAŞ BİR DE DELİ GÖMLEĞİ

Igor Morski


RAHMİ ÖĞDÜL
11.09.2015
Nasıl da sıkıyor bedenimi bu giysi? Hareket etmekte zorlanıyorum. Ben irileştikçe giderek daraldı, dikiş yerleri çoktan patlamış; eprimiş kumaşında yer yer delikler. Çıkarmak istiyorum sırtımdan; “olmaz” diyorlar, “bu giysiyi giymek zorundasın.” Derhal terziler geliyor. Ellerinde iğne ve iplik, patlayan yerler dikiliyor, delikler yamanıyor. İğneleri her seferinde kanırta kanırta tenime batırmaları yok mu... İplikleri etimin içinden geçirip giysiyi bedenime dikiyorlar, bir daha hiç çıkaramayayım diye. Giysi bedenime değil, bedenim giysiye uymak zorunda. Geçmiş tadilatlardan kalma kurumuş kan lekeleri, kaskatı hale getirmiş giysiyi. Kımıldayamıyorum artık, olduğum yere çakılı kalmış, bana ve başkalarına yapılanları izlemekle yetiniyorum. Giysiyi daha rahatıyla değiştirmek yerine, bedenleri buduyorlar. Yağlarımı almışlardı birkaç yıl önce. Şimdi de uzayan kollarımı, bacaklarımı keserek giysiye uydurdular. Yeni kanamalar, kurumuş eski kan lekelerinin üzerinde kırmızı kırmızı parlıyor. Sonra geri çekilip beni süzüyor ve hep bir ağızdan çok yakıştığını söylüyorlar; giysinin rengi beni açmış ve üzerime cuk diye oturmuş, dediklerine göre.
İSYAN EDENLER CEZALANDIRILIYOR
Giysiden kurtulmak isteyenler yok değil; geçmişte ve bugün de giysiyi parçalayıp bedenlerini özgürleştirmek isteyenler oldu ve hep oluyor. İsyan edenleri cezalandırıyorlar hemen, giysiye zarar vermesinler diye. Giysiyi yeni doğanlara giydirmek biraz zor oluyor haliyle. Ele avuca sığmaz çocukların giysi içinde rahat durmayacaklarını, giysiyi parçalayacaklarını bildikleri için bir mit icat etmişler. Giysiyi tanrı Demiurgos’un hazırladığını, dolayısıyla kutsal olduğunu belletiyorlar çocuklara. Ülkenin yaşlıları, Platon diye birinin ülkeyi ziyaret ettiğini ve Demiurgos’tan ilk kez onun bahsettiğini hatırlıyorlar. Ülkenin en büyük meydanında halkı toplamış ve tanrının giysiyi idealar dünyasından getirdiği kumaşlarla biçip diktiğini anlatmış. Ve ondan sonra giysinin kutsal olduğunu, bu kutsal giysiye yapılacak her türlü saygısızlığın cezalandırılması gerektiğini kabul etmiş ülkenin ileri gelenleri. İşlerine öyle gelmiş.
ÜLKEYİ YÖNETEN İHTİYAR HEYETİ
İşlerine öyle gelmiş, çünkü ülkeyi yöneten bu ihtiyarlar heyeti, toplumu yaptıkları işlere, sınıfsal konumlara, etnik kökenlerine, toplumsal cinsiyetlerine göre ayrıştırdığında giysi çok işlerine yaramış. Giysiye göre ayrıştırılmış bir toplumu idare etmek, denetlemek ve sınıflandırıp ait oldukları gardıropların içine yerleştirmek kolaydır. Ve toplumsal karışıklığı, kargaşayı önlemek için giysilerle ilgili yasalar çıkarmışlar hemen. Kim ki kendi giysisini çıkarmak ya da başkasına ait bir giysiyi giymek isterse kutsal yasaları ihlal etmiş sayılacaktır ve cezası ya hapishane ya sürgün ya da ölümdür. Çünkü Demiurgos’un giysisi idealar dünyasına aittir ve giysiyi değiştirmek ya da çıkarmak, ideal ve kutsal toplum düzenine isyan etmektir.
Giysiden kurtulup çırılçıplak dolaşanları hemen öldürmüyorlar tabii. Deli ya da meczup diye ya kapatıyor ya da ülke dışına çöle sürüyorlar; ya tecrit ya da sürgün.
Doğaya sürülmüş çıplakların kendi aralarında bambaşka bir yaşam kurduklarına dair haberler geliyor ülkeye. Hatta bu yaşamı savunanlar bile var. Kimi zaman örgütlenip ve çırılçıplak soyunarak ayaklanıyorlar ama sonu kötü bitiyor; iktidar kanla bastırıyor çıplakların isyanını.
TEK TİP BİR GİYSİ
Şimdi de bir diktatör peyda oldu halkın başına. Başına diyorum, çünkü kendisinin, tek bir beden haline sokmaya çalıştığı halkın başı olduğunu iddia ediyor. Ve halkı tek bir giysi içine sığdırmayı kafasına koymuş. Giysiye sığdırmak için toplumsal bedeni budamaya başladı bile. Farklı mezheplere, etnik gruplara ait olanlar, toplumsal cinsiyet kalıplarının içine sığmayanlar, giysinin cenderesinden kurtulmak isteyenler budanıyor ilk önce. Tabii, sonunda halkın kudretinin bir deli gömleği gibi kendisine giydirilen bu giysiyi parçalayacağını da biliyoruz. Ne baş kalacak ne de giysi; sadece kudreti elverdiğince istediği gibi her yöne gelişen ve geliştikçe çeşitlenen bir toplum. Ve o zaman giysilerinden arınmış insanlar birbirlerine çırılçıplak bakabilecek ve dokunabilecekler.

    4 Eylül 2015 Cuma

    ÖLMEK YA DA ÖLMEMEK, İŞTE BÜTÜN MESELE BU!



    RAHMİ ÖĞDÜL
    04.09.2015
    Arınmak için geldim buraya. Hinduların Ganj Nehri’nde, Hıristiyanların vaftiz suyunda arınmaları gibi. Su arındırıcıdır, ruhunuzu ve bedeninizi temizler. Yeniden doğarız, saf ve kusursuz. Tenime ve ruhuma yapışan ölü dokulardan arınmak istiyordum sadece. Gözümün önündeki, zihnimdeki, tenimdeki ölü imgelerden. Katledilmiş erkeklerin, kadınların, çocukların ölü bedenleri. Durmadan ovmak istiyordum derimi, çakıl taşlarıyla, kumlarla. Sonra tuzlu suyun arındırıcı dalgalarına bırakmak ve dalgalarda sallanmak bir çocuk gibi. Dalgaların bitimsiz gelgitleriyle yeni doğumlara gebe kalmak. 
    Ama olmuyor. Sahillere vurmuş mülteci çocukların, Doğu’da katledilmiş küçük bedenlerin ışığı sönmüş ıslak gözleriyle ıslanıyorum. Su bile arındırmıyor; dalgalar, ölümleri boca ediyor üzerime. Sular kan kırmızı. Her yerde ölüm var. Buraya gelmeden önce kentte bir duvar yazısı ilişmişti gözüme: “Ölümden önce yaşam var mı?” Tuhaf ve aslında hiç sorulmaması gereken bir soru ama artık sormak gerekiyor. İktidar ölümden önceki yaşamı iptal ederek ölümden sonraki yaşamı müjdeliyor biz fanilere. Elindeki kaşesiyle her yere ölümün yüzünü bastıkça ölüm bir klişe haline geliyor ve en korkuncu, ölümün sıradan bir imge haline gelmesi. Ölüm bizi şaşırtmıyor artık. Doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden ölüm suretler halinde dökülüyor üzerimize. O kadar kanıksadık ki duyumsamıyoruz bile; tüm sinir uçları körelmiş, duygusuzca bakıyoruz tenimize çarpan imgelere. Oysa duyumsamak isyan etmektir. Yaşamı ölüm kaşesiyle olumsuzlayan, ancak ölümden sonra yaşayacağımızı bizi ikna etmeye çalışanlara isyan ederdik, duyumsasaydık şayet.
    Ölüm bir klişe haline geldi. Klişeden kurtulmak zordur ve ancak yaşamı tüm kuvvetleriyle duyumsadığımız zaman kurtulabiliriz. Klişeden, ölü imgeden kurtulmaya çalışan Cézanne, yeryüzünün kuvvetlerini duyumsayarak yeniden ve yeniden boyadı bir elmayı resmedebilmek için. Duyumsama köreldiğinde ölüm, ölü imgeler sarıyor her yeri, tuvalin yüzeyini, yeryüzünü, tenimizi. Hediyelik eşya dükkânlarında satılan sıradan bir nesne şimdi ölüm. Ve bu nesneyi satarak kendine saraylar inşa ediyor iktidar. Ölüm ticareti yapan ölüm tüccarları. Ölüm klişesini allayıp pullayıp çok değerli bir nesne gibi koyuyorlar yoksul halkın önüne. Kurukafayı elmaslarla ve platinle kaplayıp 50 milyon sterline alıcı bulan İngiliz sanatçı Damien Hirst’ü bile solladılar. “Vanitas”, diye haykırıyor iktidar, cesetlerin başında; “Yaşam yalandır, öte dünya gerçek. Sahip olacağınız en değerli şey ölümdür, ölümden sonra size mutlu bir yaşam vaat ediyorum.”
    17. yy’da ortaya çıkan ve bu dünyanın yalan, öte dünyanın gerçek olduğunu simgeleyen dünyevi, değerli nesnelerle donatılmış bir natürmort türüdür Vanitas. İncil’den alınmış ve “Boşların boşu” ya da “Hiçlerin hiçi” anlamına gelen bir sözcük. Halkı dünyevi nesne temsilleriyle tefekküre daldırarak yaşamın boş olduğuna inandırmak: “Vanitas vanitatum omnia vanitas (Boşların boşu; her şey boştur). Vanitas’lar nesnelerle çevrili, bomboş bakan kurukafalar içerirler genellikle; bunlar, şatafatlı bir yaşam süren iktidara bakan yoksulların gözleridir. Yeryüzünü yağmalayıp boşaltanların, yaşamı yoksullaştıranların yoksul halka verebileceği ölümden başka ne olabilir ki? Kendini altın yaldızlı çerçevelerin içine, dünyevi nesnelerin arasına yerleştiren iktidar, kurukafaların boş oyuklarından bakan ve öte dünyanın düşünü kuranlarla dolu bir ülke yarattı. Ülke, bir Vanitas tablosu gibi asılı duruyor duvarda şimdi.
    Varoluş sorunuyla karşı karşıyayız; yokluk ya da varlık. Kendini tüm nesnelerin sahibi olarak dayatan ve bizi hiçleştirenlere direnmezsek eğer, kurukafalar olarak Vanitas tablosunda yerimiz hazır; hiçleştirilerek kudretsiz kılınmış yokluklar. Duyumsamak var olmaktır, isyan etmektir. Bir yol ağzında durmuş, Hamlet gibi kurukafalarımızı tutuyoruz avuçlarımızda: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.”

      KIZIL MEYDAN'DA SİYAH KARE



      RAHMİ ÖĞDÜL
      28.08.2015
      Bir meydan bir tabloya dönüşebilir mi? Ya da bir tablo bir meydana? Slovenyalı sanatçı kolektifi IRWIN 1992’de, Rusya’daki Kızıl Meydan’ın zeminine Kazimir Maleviç’in “Siyah Kare”sini temsilen siyah bir tuval sererek meydanı bir tabloya dönüşmüştü. Bu performansları, İngilizcedeki “square” sözcüğünün hem kare hem de meydan anlamına gelmesine dayanıyor. Maleviç’in “Beyaz Zemin Üzerine Siyah Kare”si, Kızıl Meydan’da “Kırmızı Kare Üzerine Siyah Kare” haline gelirken, hem tablonun hem de meydanın içerdiği kuvvetlere işaret ediyorlardı.

      GÖRÜNÜR OLMAK
      Tablo ve meydan. Her ikisi de gizil kuvvetler barındırır bünyesinde ve bu kuvvetleri görünür kıldıkları ölçüde birbirlerine benzerler. Tabloda sanatçı, gündelik algıdan kaçan kuvvetleri görünür kılar. Bir görünmez kuvvet olarak halk da meydanda kendini görünür kılarak kolektif bir eylem gerçekleştirir. Her ikisinin işi de gündelik uzun süreli pozlamaya dayalı algıdan kaçan kuvvetlerledir. Louis Daguerre’in 1838 tarihli, uzun pozlama süresi ile çekilmiş fotoğrafında olduğu gibi makinenin vizöründen devinen bir halk kaçmıştır; sadece hareketsiz insanlar ve nesneler girebilmiştir kareye. Henüz bir gizil kuvvet olarak kendini var edemeyen halk da iktidarın gözünden kaçar. İktidarın baskısıyla sinen bir halk ancak gizil bir kuvvet olarak, algılanamaz bir kuvvet olarak var olabilir ancak. Gündelik algılarımız egemen medyanın imge bombardımanlarıyla etkisiz kılınırken ne gizil kuvvetleri algılayabilir ne de bu kuvvetleri görünür kılabiliriz. Bir halkın kendini görünür kılması, kentin sokaklarını ve meydanlarını doldurduğunda gerçekleşebilir ancak. Bir sanatçının yaptığı ile bir halkın gerçekleştirdiği bir ve aynı şeydir. Biri tabloda diğeri meydanlarda yaratacaktır kendini.


      SINIRLI BİR YÜZEY
      Her ikisi de kendilerine verili bir alanı kötüye kullanarak gerçekleştirirler amaçlarını. Tuval, dört tahta parçasıyla tanımlanmış, sınırlı bir yüzeydir. Bu sınırlı yüzeyde sınırsız olanı, gizil olanı duyumsatarak iş görür sanatçı. Meydanlar da öncelikle iktidar tarafından kitleleri manipüle etmek üzere tasarlanmış kentlerin geometrik yüzeyleridir. Ama görünmez bir kuvvet olarak halk meydanı kötüye kullandığında, görünür hale gelecektir.
      Uzun bir pozlama süresinden kurtulmak ister sanat ve halk. Görünmez olanları görünür kılmak. İktidar ancak duran nesneleri, sabitlikleri algılayabilir, Louis Daguerre’in fotoğrafında olduğu gibi. Dolayısıyla sabit bir nesneden kopuşu gerektirecektir sanatın tavrı. “Sanat artık devletin ve dinin hizmetinde olmak, değişen kültür tarihinin kaydını tutmak istemediği için nesneden kopmak istiyor” diyordu Maleviç manifestosunda. “Siyah Kare”sinde nesneden tamamen kopmuş ve izleyiciyi siyahın gizil kuvvetleriyle baş başa bırakmıştır. Ampul ışığının karşıtı olarak karanlık. İktidar her şeyi kendi ışığı altında olabildiğince netleştirmek isteyecek ve görünen her şeyin envanterini çıkartacaktır. Ve envanterini çıkardığı bu nesnelerle kendi oyununu kurar. Ama karanlık ya da siyah, iktidarın ışığından kaçan görünmez kuvvetleri barındırır. Karanlık, envanterini çıkaramayacağı, kaydını tutamayacağı gizil kuvvetler alanı olduğu için korkutur iktidarı. Kurduğu oyunu bozan kuvvetler. Sevdiği, eliyle koymuş gibi bulacağı, istediği gibi sınıflandırabileceği nesne ve özneleri yitirmiştir. Maleviç’in “Siyah Kare”si karşısında eleştirmenler de aynı duyguyu paylaşırlar iktidarla: “Sevdiğimiz her şeyi yitirdik. Bir çöldeyiz sanki… karşımızda beyaz bir zemin üzerinde siyah bir kareden başka bir şey yok!”

      GÖLGEMİZ VAR BİZİM
      Ve iktidar elbette “persona”ları sever, yani gündelik hayatta taktığımız maskelerimizi; milliyetçi, ırkçı, dinci, cinsiyetçi kimlikleri; uzun pozlama süresine dayalı sabitlikleri. Oysa Carl Jung’un işaret ettiği bir de "gölge"miz vardır bizim; tüm kimliklerin, sabitliklerin ötesinde, bizi birleştiren gölgelerimiz: “Kişi kendi gölgesiyle karşılaştığında, kendi ışığını görecektir”. Ve bir meydan gölgelerimizin, siyahın ışığında bir tabloya dönüşebilir ancak.