30 Ekim 2015 Cuma

BEKLENTİ VE EYLEM YA DA KRONOS VE KAİROS


Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
30.10.2015
“Bekle!” diyorlar; bazen de “bekleme yapma!” Dur kalklarla ilerleyen taşıtlar gibiyiz. Şaşkınız. Bekleyelim mi yoksa yola çıkıp yürüyelim, hatta mümkünse koşalım mı geleceği karşılamak için? “Bekleme yapma!” dediklerinde, iktidarın hız için ayırdığı parkurlarda, tasarlanmış bir geleceğe doğru koşuyoruz ya da beklerken yine tasarlanmış bir gelecek geliyor başımıza. Nasıl olsa gelecek gelecekse kendimizi yormamıza gerek olmadığını düşünenler var. Bir de geleceğe doğru yürüyelim, adımlarımızı hızlandıralım, onu yolda karşılayalım diyenler. Siz hangisisiniz? Eğer iktidarın parkurlarında hareket ediyorsanız hangisi olduğunuz fark etmiyor. Her halükârda başınıza gelecek olan, iktidarın tasarladığı gelecektir.
EYLEM VE BEKLENTİ 
Eğer geleceği karşılamak için ona doğru koşuyorsanız eyleme geçmişsinizdir, ama eyleminiz, size ayrılan parkurlarda gerçekleşiyorsa eylem sözcüğünün hakkını vermiyorsunuzdur. Yok, ne gerek var, nasıl olsa gelecek, bekleyelim diyorsanız, beklentilerle yaşamınızı sürdürüyorsunuzdur. 1918 yılında Psikiyatr Eugéne Minkowski yakın geleceğe yönelik iki tavrın olduğunu gözlemlemişti: Eylem ve beklenti. İkisi arasındaki temel fark öznenin zamandaki yönelimiydi. Eylem tarzında birey geleceğe doğru gidiyor, eylemleriyle olaylara katılarak geleceğe doğru yürüyor. Beklenti tarzında ise bunaltıcı bir ortamda kendi üzerine kapanmış bir birey, geleceğin gelmesini bekliyor. Minkowski’nin gözden kaçırdığı, eylem ya da beklentinin nerede gerçekleştiği. İktidarın çizgisel otoyolunda bekliyor ya da hareket ediyorsanız beklenti ile eylem arasında neredeyse fark yoktur. Oysa hakiki eylem, çizgisel zamanın kırıldığı bir aralıkta, tüm potansiyelleri yakaladığımız anda gerçekleşecektir. Çizgisel zamana, “kronos”a karşıt olarak Stoacıların zamanı, “kairos”. Geleceği ötelemek yerine, bir karar anında otoyoldan çıkıp yaşamın tüm yollarını, kuvvetlerini bir anda ele geçirdiğimiz andır “kairos”. Ve bu anda eylemlere katılmayız, eylem oluruz; işte o zaman, geçmişi de geleceği de içeren şimdinin içinde başka bir dünya yaratmak mümkün olacaktır. Aksi takdirde çizgisel otoyolda beklesek de hareket etsek de tasarlanmış bir gelecek gelecektir başımıza. Sosyal medyada geleceği bildiren Fuat Avni var örneğin. Beklentiler yaratarak tam da iktidarın istediği, beklentilerle iş gören devinmeyen bir kütlenin üretilmesine katkı sağlıyor.
YÜRÜDÜKÇE ALINAN YOLLAR 
Çizgisel otoyoldan sapıp her yöne yürümek, dünyaya açılmaktır; bedenleşmektir. Beklentilerle iş görmekse bedensizleşmek; bedensel kudretin askıya alınması. Sürekli bekliyoruz, bekleme odasında bekletiyorlar bizi; seslenmelerini bekliyoruz, her seslenişlerinde aramızdan birilerini alıyorlar içeri. Ölüm kılığında kapımızı çalıyorlar ve geleceğimizi, gençlerimizi, Dilek Doğanlarımızı alıyorlar bizden.
Bekleme odalarından çıksak ve şimdi ve burada bir bedenin nelere muktedir olduğunu yürüyerek, eyleme dönüşerek keşfetsek. İktidarın çiğnenmekten aşınmış yollarında yürümekten bahsetmiyorum ama. Yürüdükçe, attığımız her adımda geleceği birlikte açmaktan söz ediyorum. Eylem ve beklentinin ayrımsızlaştığı iktidar parkurlarını terk ettiğimizde, çizgisel zamanın kırıldığı “kairos” anında tüm potansiyelleriyle gelecek açılacak önümüzde. Bekleme odalarının edilgen varlıklarından değil, eyleme dönüşmüş oluşlardan söz ediyorum.
KESİN BİLGİ YAYALIM
Yürüdükçe, birbirimize doğru yürüdükçe henüz keşfedilmemiş, adım adım açığa çıkaracağımız patikalarda yürüdükçe tanıyacağız birbirimizi. Birbirimize yaklaşmanın yeni yollarını keşfettikçe birlikte inşa edeceğiz geleceği. Uzaklardaki bir gelecek değil bu, şimdi ve burada, hemen elimizin altındaki bir gelecek. Yeter ki iktidarın yürüyüş parkurlarından, bizleri ayırdığı şeritlerinden çıkalım ve birbirimize yaklaşmanın, birbirimizi yakalamanın yeni yollarını keşfedelim. Bir insana yaklaşmanın yolu sonsuzdur. Ve biz birbirimizi yakalayamazsak, iktidar yakalayacak bizi. Kesin bilgi, yayalım.

23 Ekim 2015 Cuma

AYRIKOTLARI CANDIR, CANLANDIRIR

Hannah Höch
RAHMİ ÖĞDÜL
23.10.2015

“Ot gibi yaşıyorsunuz.” Genellikle bu cümleyi yaşamasını bilmeyen, dünya nimetlerinden habersiz olanlar için kullanırız. Yaşamasını bilsek de ot gibi yaşarız yine de. Yeryüzü denilen ortamın hep ortasında biten otlarız çünkü. Ateşin, suyun, havanın ve toprağın kuvvetlerinden kaçamayacağımıza göre ot benzeri bir yaşam sürmekten başka seçeneğimizin olmadığı gün gibi ortada. Bir de sürekli iklimi ve toprağı manipüle eden, tarlaya biçim veren despot bir bahçıvanın eline düşmüşseniz vay halinize. Çekilecek kahır değil, her gün olmadık eziyetlere katlanmak, çim makinesiyle biçilmek.

BAHÇIVANIN SEVMEDİĞİ OT
Hele ayrıkotuysanız, tarım zararlısı muamelesi görüyorsanız neler çekiyorsunuzdur kim bilir. Çünkü bahçıvanın evcilleştirme ve biçimlendirme tarzına, hiyerarşik düzenine direniyorsunuzdur. Ayrıkotları, despot bahçıvanın sevmediği bitkilerdir. Sevmez, çünkü ayrık otları dikine değil, toprağın hemen altında düğüm denilen bağlantı noktalarından çıkardığı köksaplarla bir ağ gibi yayılarak yatay olarak örgütlenen bitkilerdir. Sevmez, çünkü merkezin tepesine yerleşen iktidarın, her şeyi denetim altında tuttuğu bir tarlada ayrıkotlarının kendi aralarında örgütlenerek yayılmaları ve tarlanın hiyerarşik düzenini bozmaları işine gelmez. Tarım zararlısı, çapulcu dese de onlara, aslında hiç de zararlı değillerdir ve iktidarın düzenden anladığı ile ayrıkotlarının kurdukları ilişki ağı arasında dağlar kadar fark vardır. Evet, dağlar kadar. Kendini bir dağ gibi yükselten iktidar ile yatay olarak örgütlenen ayrık otları arasında tam da dağ kadar fark vardır. Kendilerini tanrı-kral ilan eden hükümdarların yapıları da dağa benzer. Yükseldikçe kudretleneceği sanısına kapılan iktidarın aksine, yeryüzünde yayıldıkça, başka gövdelerle bağlantılar kurdukça kudretleneceklerini bilirler ayrıkotları.

Adı aldatmasın sizi; birbirleriyle bağlantılar kurarlar ama iktidarın merkezi, hiyerarşik yapılarından ayrı dururlar. İktidarın kudretsiz bıraktığı varlıklarla inşa ettiği hiyerarşik yapılarda rastlayamazsınız onlara. Hem ayrıdır hem yan yana. Ayrıkotlarını kolay kolay sınıflandırıp torbaların ya da sınıflandırmanın hiyerarşik kulelerine hapsedemezsiniz. Bağlantılar kurdukça kendilerini kendileri bile tanıyamazlar. Çünkü ayrıkotları öze değil, işler haldeki bir fonksiyona gönderme yaparlar. Tanımak, kimliklendirmek için bir öze gerek duyacaktır iktidar. Bu açıdan ne idüğü belirsizlerdir ayrıkotları. Ne idüğü belirsizler, iktidarın her türlü sınıflandırmasından kaçarak, kendi aralarında kurdukları bağlarla yeryüzüne yayılmışlardır ama iktidar soy sop belirlemek için ayrıkotlarının işler haldeki bağlantılarını tek tek keserek bir öz verir onlara. Sonra bu özlere göre dini, cinsiyetçi ya da etnik torbalar içinde aidiyetler yaratır. Ama ayrıkotları sadece yeryüzüne aittirler.

Ayrıkotları mikro iklimleri severler en çok. Mikro iklimlerin yerel bağlantılarında iyi hissederler. İktidar ise kendi denetiminden kaçan yerel kuvvetleri engellemek için makro iklimler yaratacaktır; tüm koşulların sabitlendiği ve düzeni bozacak unsurların dışlandığı seralar. Ya da doğal ortamlarından koparılmış, yerel koşullarla, mikro iklimle ilişkisi kesilmiş otların, despot bahçıvanın elinde genetik oyuncaklara dönüştüğü AVM’ler.

TANIDIK YÜZLER
Her şeyi, genetiğiyle oynayarak oyuncağa dönüştürür iktidar. Sanatı da sanatçıyı da. Her sanat yapıtı, duyumsanan ve duyumsatan bir ayrıkotu olarak başka ayrıkotlarıyla bağlantılar kurarak yatay olarak yayılır yeryüzünde. Ama hiyerarşik kulelere tırmanmaya teşne olanlar arasından sanatın ruhban sınıfını devşirir ve düzenlediği ayinlerle sanatı da kendi makro iklimine kapatmak ister. Ressam Jean Dubuffet de kültürün ruhban sınıfından bahsederken adeta kültürün cenaze törenini anlatıyordur: “Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var.” İktidarla hep aynı karede gördüğümüz tanıdık yüzlerdir onlar. Ayrıkotlarını kareye ya da çembere kapatamazsınız oysa. Biçim ölüm demektir, ölüm katılığı demektir. Ayrıkotları candır ve dokunduklarında tüm ölüleri canlandıracaklar.

16 Ekim 2015 Cuma

GELECEĞİ OLMAYANLARIN ŞİMDİSİ: KÂBUS MEKÂNLAR

Henry Fuseli, Kâbus, 1781

Francisco Goya, Çocuklarını Yiyen Satürn, 1819-1823
RAHMİ ÖĞDÜL
16.10.2015
Toplumda patlatılan her bomba zaman ayarlıdır, çünkü kronolojik zaman duygumuzu çökertmek, korkularla örülü bir şimdi inşa etmek için patlatılmıştır. Aramıza, zaman ayarlarımızı bozan bombalar yerleştiriyorlar. Baş edemeyeceğimiz korkular üreterek bizi geçmişten koparıp geleceksiz bırakmak niyetleri. Bakmayın siz insanın üç boyutlu olduğuna ve üç boyutlu bir evrende yaşadığına; bir de zaman boyutu vardır. Evrenden zaman boyutunu çekip çıkardığınızda ölü bedenler ve ölü mekânlar kalır geriye. İnsan, bir taraftan anılarıyla geçmişle bağlantı kuran, diğer taraftan beklentileri ve umutlarıyla geleceğe uzanan zamansal bir varlıktır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği, yani kronolojik zamanı yaşıyorsanız sorun yok. Ama bir karabasan gibi hep şimdide yaşıyor ve her sabah hayata her başlayışınızda korkulara uyanıyorsanız zaman ayarınız paranoyaya çevrilmiş demektir. Bir karabasan gibi; çünkü içinde yaşadığımız şimdi bir kâbusu andırıyorsa, her uyandığımızda Henry Fuseli’nin tablosundaki gibi göğsümüze tüm ağırlığıyla oturmuş o çirkin varlıkla karşılaşıyorsak sonsuz şimdinin içindeyiz demektir. Canlarımızı yitirdiğimiz, sıranın bize de gelebileceği bir mezbahada sonsuz bekleyiş. Zaman duygumuzla oynayarak mezbahalaşan bir toplumun şimdisi içine hapsetmek istiyorlar bizleri.

ZAMAN DUYGUSU
Psikiyatr Eugéne Minkowski, hastalarının zamanı nasıl deneyimlediklerini araştırırken bir paranoya hastasının geçmişinden tamamen kopuk olduğunu ve her gün hayata yeniden başladığını gördü. Normalde tehlike ve kaygı duygularımızı geçmiş deneyimlerimizden yararlanarak yatıştırabilirken, geçmişi olmayan bu hasta, her gece panik halinde paranoid hezeyanlara ve korkunç ölümün onu beklediği düşüncesine gömülüyordu. Geleceği olmadığı için hiçbir şeyin değişmeyeceğine, kötülüğün ve korkunun her yere sindiğine inanmıştı (bkz. Stephen Kern, Zaman ve Uzam Kültürü, İletişim). Minkowski, hastanın paranoyasının birincil olduğu ve zamansallığı çarpıttığını öne süren geleneksel psikiyatri düşüncesinin aksine, zaman duygusunun birincil olabileceğini ve bozulduğunda paranoid tepkiye yol açabileceğini söylüyor. Farkında mısınız? Zaman duygumuzu bozarak paranoid tepkilerimizi tetikliyorlar. Herkes canlı bomba gibi gözükebilir gözümüze. Daha dün bir kadın metroda yanında oturan kişiden şüphelenerek “Bomba var!” diye bağırdığında kaçacak delik aradık. Oysa akan bir zaman duygusu her şeyin geçici olduğunu ve karşılaştığımız tehlikelerin ve kaygıların üstesinden geleceğimizi ve umut dolu bir geleceği birlikte kurabileceğimizi öğretir bize. Akan zaman akarsu gibidir. Bachelard, “Akarsu size konuşmayı öğretecektir” diyor, “Acılara ve anılara karşın, iyi hissetmeyi ve enerjiyi öğretecektir size” (Su ve Düşler, YKY). Korku dolu şimdinin içine hapsedilmişlere ve dilsizleşenlere akan zaman da konuşmayı, acılara ve anılara karşın iyi hissetmeyi ve enerjiyi öğretecek. Acılarımızı ve anılarımızı paylaşarak geleceği nasıl kuracağımızı da. Ama iktidar, akan zamanı kâbus mekânlar içinde donduruyor ve kokuşmaya yazgılı bir su birikintisine dönüştürüyor zamanı ve mekânı. Üç boyutlu bir kâbus mekân yaratmayı, geleceği olmayanlar isteyebilir ancak.

ZAMAN BİZE DİRENMEYİ ÖĞRETİR
Zaman duygusunu doğanın döngülerinden öğreniriz. Akarsuyun akışı, kuşların ötüşleri, ağustos böceklerinin sesleri, dalgaların gelgitleri, rüzgârın şiddeti, güneşin doğuşu ve batışı. Zamanın akışı her seferinde bir fark yaratır. Oysa iktidar farkın ortaya çıkmaması için dördüncü boyutun iptal edildiği mekânlar yaratarak bizi zamanın akışından koparıyor ve AVM’lerin sonsuz şimdisi içine kapatıyordu zaten. İktidar beton döküyor tüm doğal döngülerin üzerine. Keyif aldığı beton dökme makinesinin sesi “böyle pat pat vurdukça” geçmiş ve gelecek betonun altına gömülüyor. Bombalar da pat pat patladıkça zaman duygusunu yitirmiş paranoyaklara dönüşüyoruz. Ancak geleceği olmayanlar bizi geleceksiz bırakmaya çalışacaklardır. Ama zaman akıyor ve direnmeyi öğretiyor bize.

9 Ekim 2015 Cuma

DİKKAT, DÜŞÜNMEK BEYNİNİZİ PATLATABİLİR!


Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
09.10.2015
Düşünmek tehlikelidir. Ya düşünmekten beyniniz patlar ya da düşündüğünüz için birileri gelip beyninizi patlatır. Biri, içeriden dışarı doğru, düşüncenin kudretiyle gerçekleşen bir eylemdir; düşüncenin kendi kabını, kabuğunu parçalamasıdır. Diğeri ise duvarlarla çevrili sorgulanamaz, düşünülemez alanlar yaratanların sınırlarını ihlal ettikleri için düşünen beyinlere dışarıdan indirilen darbelerdir. Mümkün mü düşünmeyi engellemek? Düşünce bir kez yola çıktı mı artık her yöne doludizgin koşmak isteyecektir ve duvar geçme yeteneğine sahiptir. Sürekli dışarı doğru patlayarak, duvarları delerek, yıkarak mekânını genişletir ve kendine, sınırları sürekli dalgalanan bir düzlem yaratır.
Kandinskiy’in soyut resimleri karşısında ressam dostu Franz Marc beyninin patlayacağını hissederken düşüncesinin mekânsal genişlemesine tanıklık etmiştir: “İlk tepkim, güçlü, katıksız ve ateşten renkleri karşısında büyük bir coşku duymak oldu, sonra beynim faaliyete geçti, bu resimlerin etkisinden kurtulamıyorsunuz ve tam olarak kavramaya ve tadına varmaya çalışırsanız beyninizin patlayacağını hissediyorsunuz” (bkz W.R.Everdell, “İlk Modernler, çev. Hülya Kocaoluk, YKY).
Yaşamın bir parçası olma coşkusu
Tuvalin sınırlı yüzeyindeki bir resim beyinde patlamalar yaratabiliyorsa, tüm renkleri, biçimleri ve derinliğiyle sonsuzca önünüzde açılan evrenin düşünceye neler yapacağını varın siz düşünün. İlk tepkimiz, Franz Marc’ın Kandinskiy tabloları karşısında duyduğuna benzer büyük bir coşku olacaktır; yaşamın büyüklüğü karşısında, onun bir parçası olmanın coşkusu. Sonra evrenin etkisinden kurtulamayacak ve hiçbir zaman tam olarak kavrayamazsak da tadına varmaya çalıştıkça düşüncemiz evrenle birlikte genişleyecektir. Zaten bilgi nedir ki? Foucault, “Bir bilgi, aynı zamanda bir mekândır” diyor, öznenin içine yerleştiği. Öte yandan evreni kavrayıp tadına varmaya, mekânı genişletmeye, yaşamı olumlamaya yönelik her çabamızın iktidarca engellendiği de görülüyor. İktidar düşünceyi ve düşünen insanı kendi ürettiği söylem içine hapsediyor ya da şişenin içine, cin gibi. Ama düşünce şişede durduğu gibi durmuyor.
İktidar, “Düşünecekseniz sınırlarını çizdiğim alanda düşünün” diyor; “sakın, kutsallaştırdığım alanlara gireyim demeyin.” Önümüze hazır problemler koyuyor. Kendi üzerlerine kapanmış, yanıtları zaten belli olan kapalı problemler. Ve bu hazır problemler üzerinden düşünür gibi yaparken bir televizyon programında işin uzmanına şu zekice soruyu sorabiliriz: “Mars’taki suyla alınan abdest geçerli mi?” Havuz medyası, adı üzerinde hazır havuz problemleriyle uğraştırıyor insanları ve izleyicilerin de düşünüyormuş gibi yapmalarını sağlıyor. Alzheimer’e çare olsun diye şiddetle bize bulmaca çözmemizi öneren uzmanların, hazır bulmacaları çözerken yitirdiğimiz toplumsal belleğimize dair bir önerileri olmuyor genellikle.
Toplumsal bellek yaşadığımız toplumun ve dünyanın sorunlarını zihinsel çabamızla formüle etmeye çalıştıkça, kapalı havuz problemleriyle değil, evrenle bağlantılı yerel sorunlarla yüzleştikçe gelişecektir. Bize verilen hazır sorularla değil, soruları bizzat formüle etmeye çalıştıkça. Ve formüle edilmiş her soru zaten çözümünü de içinde barındırır. Hayatı sorunsallaştırıp kavrarken başlı başına bir sorun olan iktidarın nasıl da hayatı perdelediği ortaya çıkıyor. İktidar havuz problemleri içinde düşünceleri boğuyor, düşünenlerin cansız bedenlerini yerlerde sürüklüyor. Düşünce ne havuza ne de şişeye hapsedilebilir oysa. Ve öyle bir an gelir ki beyniniz düşünmekten patlar, havuzun duvarları yıkılır ve hayatla buluşursunuz. Evet, düşünmek tehlikelidir, ama iktidar açısından. Düşündükçe kapatıldığımız duvarların birer birer yıkıldığını ve evrenin önümüzde dalgalı bir deniz gibi açıldığını göreceğiz. Faşizmin kapalı havuzlarında boğulmak yerine, evren denizinin yerel dalgalarıyla dirilmemiz an meselesi; yeter ki siz beyninizi patlatın ve yıkılsın duvarlar.

2 Ekim 2015 Cuma

ÇEMBERİMDE GÜL OYA DA KİM ÇİZDİ BU ÇEMBERİ?


RAHMİ ÖĞDÜL
02.10.2016
Keşke çemberi hiç keşfetmeseydik, üzerimize kapanan çemberi. Düşünsenize, her yöne hareket edebilme yeteneğiniz varken, birden çevrenize bir çember çizilerek hapsedildiğinizi. Artık bu çemberin tutsağı olduk, sakatlandık. İstesek de çıkamıyoruz içinden. İlk çemberi kendimizi doğadan ayırmak için çizmiş ve içine yerleşmiştik; yerleştikçe evcilleştik ve sadece evcilleştirebildiğimiz doğanın içeri girmesine izin verdik. Sonra bu çember de yetmedi bize. Etnik gruplara ayrılarak, homojen varlıkların kendi üzerlerine kapandığı başka çemberler yarattık; çember içinde çember. Sonunda bireyciliğin icadıyla kendi bedenlerimizi de çembere dönüştürdük. Ötekilerin içeri sızmasını önlemek için dikenli tellerle çevrilmiş bedenler. Şimdi ne başkaları girebiliyor ne de biz dışarı çıkabiliyoruz. Herkesin bedeni sadece kendisinin taptığı bir tapınak gibi dikiliyor toplumda. İnsanın kendi bedenini ölüm katılığında, taştan puta dönüştürdüğü garip zamanlardayız. Dilimiz de kurudu; söze ya ben ile ya da biz ile başlıyoruz. Ben ya da biz dedikçe kendimizi merkeze, çemberin içine, ötekileriyse çemberin dışına yerleştiriyoruz. Sözcüklerimiz giderek dikenli tele dönüşüyor; bir sınır olarak dil, ötekilerin içeri sızmasını önleyen duvar gibi dikiliyor önümüzde.
Çemberin ne zaman ve ilk kez kim tarafından icat edildiğini bilemiyoruz ama insan çemberi doğadan çalmış ve kendini kapatmak için kullanmıştır. Güneşin, ayın formunun çembere örnek oluşturdukları kesin. 12 bin yıl önce inşa edilmiş dünyanın en eski tapınağı, Urfa Göbeklitepe’deki tapınak da çember formunda ve çemberin içine merkeze bakan T şeklinde, insanı simgeleyen taş tanrılar yerleştirmişler. Ve günümüzde bu çember giderek daralmış, insan kendi üzerine kapanmıştır.
Çemberin çeşitli kullanımları vardır ve en acımasızı ise toplama kampıdır. Nazi Almanyası’nda ötekileri toplumdan yalıtmak ve imha etmek üzere tasarlanmadan çok önce bir modern icat olarak ilk toplama kampı, 1896’da İspanya’nın Küba’ya atadığı sömürge valisi Weyler tarafından, “campos de reconcentracion” adıyla uygulanmıştır (bkz W.R. Everdell,” İlk Modernler”, YKY). Bağımsızlık için savaşan Kübalılardan ayırmak için bu kez sivil halkı dikenli tellerle çevrili kamplara yerleştirdiler. Dikenli tellerin dışı ise evcilleştirilmemiş vahşi hayvanların, yani asilerin avlanacağı bir av sahasına dönüştürüldü. Doğu’da da kentlerin sokakları sokağa çıkma yasağıyla birlikte keskin nişancıların av sahasına dönüştürülmedi mi? Çemberden çıkanları yaşlı, çocuk demeden avlıyorlar.
İÖ 5. yüzyılda Parmenides “Bir” adını verdiği hakikati çember şeklinde tanımlamış ve çokluğu, değişimi ve oluşu çemberin dışına sürmüştü. Yani, hayat çemberin dışında. Sokağa çıkanları ebeliyorlar ama. Çocukluğumuzda öğrettiler bize, ebelenmemek için çemberin içine sığınmayı. Çemberin içi güvenlidir, tekçidir, çokluk dışlanmıştır çünkü. Ne diyordu Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünya”da: “İnsanların çoğu, tutsaklıklarını sevecek şekilde yetiştirilecek ve asla devrimi düşlemeyeceklerdir.” Ebelenmek, ötekinin bize dokunmasıdır; çoklukla temasa geçmektir. Ebelenelim, ne olacak? Belki devrim olur; iklim değişir, Akdeniz olur, gülümseriz. Çemberimizde gül oya, ama içeride dertlerimizi karıyoruz. Bize, “campos de reconcetracion”larda kendi ölülerimizi yıkamayı öğretiyorlar; ölüm katılığındaki bedenlere de bu yaraşır ancak. Her şeye rağmen toplama kamplarında “özgürlüğün tadını çıkarıyoruz” kim diyebiliyorsa, Goethe’nin sözleri bir tokat gibi patlayacaktır suratında: “Özgür oldukları yanılsamasına kapılanlar kadar hiç kimse umutsuz şekilde köleleştirilmemiştir.” Çemberin kölesi olduğunu fark edenler, kendilerini çokluğun, oluşun dalgalarına bırakıyorlar. Alman Romantizmi’nin kurucularından Herder de 1769’da çemberin ölüm katılığından dertliydi ve denize açıldı: “Karadayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı.” Dalgaların salınımıyla devindikçe nasıl da dirileşiyor, güzelleşiyor bedenler.