25 Aralık 2015 Cuma

SANAT CİNAYETTİR, ÜLKE CİNAYET MAHALLİ

Marina Abramoviç
RAHMİ ÖĞDÜL
25.12.2015
Geçen günlerde medyada şöyle bir haber çıkmıştı, hatırlayacaksınız: “ABD’de bir sanat galerisinde, bıçaklı saldırı düzenleyen kişi performans sanatçısı sanıldı. Saldırıda bir kişi yaralandı.” Bu haber, sanatın doğasının ne denli değiştiğini, neyin cinayet neyin sanat olduğu konusunda şaşkınlık yaşadığımızı gösteriyor. Acaba bu zamana kadar sanat ortamlarında karşılaştıklarımız sanat değildi de cinayet miydi? Bu soru eskiden olsa kolaylıkla yanıtlanabilecek bir soruyken akademik kuralların yıkılmasıyla birlikte sanatın doğası değişince artık neyin ne olduğu pek anlaşılmıyor.
Öncelikle şunu baştan kabul etmeli: Sanat bir cinayettir ve galeri de bir cinayet mahalli. Sanatı bir kurallar bütünü ve sınırları iktidarca belirlenmiş bir alan olduğunu kabul ediyorsanız, eleştirel görünseniz de egemen sistemle bütünleşiyorsanız iktidarla uzlaşıyorsunuz demektir; ya da sanatın kural tanımaz ve sınırları ihlal eden tavrını, iktidarla uzlaşmayan devinimini onayladığınızda ise sanatınız devrimcidir. O halde hangi yapıta bakarsak bakalım, hep bir cinayete tanıklık edeceğiz. Biri, sanatın ele avuca sığmaz doğasını, tahakkümcü, hiyerarşik, egemen değerlere saldırısını evcilleştirerek sanatı öldürecektir; hatta sanatı öldürmekle de kalmayacak, iktidarların yeryüzünde işledikleri cinayetlere de ortak olacak. Diğeriyse, egemen anlayışın dayattığı sınırları ihlal ederek, yeryüzünü yağmalayan iktidarla uzlaşmayı reddettiğinde iktidar-güdümlü sanatı öldürecektir. Egemen devletçi anlayışlar sınırlar koyarak sanatı denetlemek isteseler de sanatçının ele avuca sığmaz tavrı her sınırı, özgürlüğe açılan bir kalkış noktası gibi gördüğünde ve yerleşik değerlerin, nesneler sisteminin alanını terk ettiğinde bir sanat yapıtı çıkacaktır ortaya. Egemen anlayış bunu bir cinayet olarak niteleyebilir. Ve çok geçmeden devletin cinayet masasının sanat komiserleri olayı soruşturarak sanatı dört duvar arasına kapatmaya çalışsalar da iş işten geçmiştir. Sanat, duvarları ve iktidarın nesneler düzenini yıkarak ufka doğru kaçış yolculuğuna başladığında, yeryüzünün ayrı düşürülmüş unsurlarını artık tek bir içkinlik düzleminde yan yana getirerek ve aralarında bağlar kurarak isyan hareketini başlatmıştır bile.
Kazimir Maleviç, nesneler düzenine saldırarak isyanı başlatmıştı. Devletin nesneler düzeni içinde kalarak sanat yapamayacağını biliyordu: “Sanat artık devletin ve dinin hizmetinde olmak, değişen kültür tarihinin kaydını tutmak istemediği için objeden (nesne) kopmak istiyor” diye yazıyordu, 1927 tarihli Süprematizm manifestosunda. Nesneleşmeyi yok etmeden, insanın da nesneler düzeninde bir nesne olduğu iktidarın mekânını yıkmadan ne sanat yapmak ne de yaşamak mümkündür. Devletin kendi düzen anlayışına göre mekân içine yerleştirdiği nesneler, bedenlerin mekân içindeki davranışlarını nesneleştirip biçimlendirmekle kalmıyor, hiyerarşik nesneler zihinleri de kilitliyor.
Duchamp ise iktidarın hiyerarşik nesneler düzenine saldırdı. Nesneler hiyerarşisinde yeri ve işlevi belli olan bir pisuarı alıp bir sanat yapıtı olarak önermişti. Maleviç “Siyah Karesi”nde, nesneleri tamamen ortadan kaldırarak, barındırdığı gizil kuvvetlerle bizi siyahla, içinden yeni ve yaşanabilir bir dünyanın çıkacağı kaosla baş başa bıraktı. Ya Walter de Maria’ya ne demeli; ağzına kadar siyah toprakla doldurarak sergi mekânını yeryüzünün doğurganlığıyla kirletmişti. Sanatçılar, hiyerarşik nesneler düzenini altüst ederek yeryüzünün unsurları arasında hiyerarşik olmayan, yatay bir ilişki ağı öneriyorlar.
İktidarın ışığı kör etmiş bizi, siyahı ve barındırdığı çokluğu göremiyoruz. Tekçi ve hiyerarşik düzenini dengede tutmak için her yolu denese de dengeyi bozacak kaos, yani siyah hep içimizde. Ve dengede tutulmaya çalışılan, nesneler düzenidir, yani cinayet mahalli; direnenleri katlederek nesneleştiren düzen. Sanatçı, iktidarın nesneler düzeninde bir nesne olmak istemiyorsa, içindeki iktidarı öldürmeli. İktidarın sığınağı bedenlerimizden başlamalıyız işe: önce içimizdeki çokluğu görünür kılalım, sonra bakın nasıl da çoğalacak yeryüzü.

    18 Aralık 2015 Cuma

    MEKÂN SAVAŞLARI: PARANOYA MEKÂNLARI VE AÇIK MEKÂNLAR

    Igor Morski

    Wind Man
    RAHMİ ÖĞDÜL
    18.12.2015
    Kapılar ve eşikler: bir mekândan diğerine geçerken aşmak zorunda olduğumuz gözenekler. Plastik sanatlar, enstalasyon ya da sinema; sanat yapıtları, nesnelerden daha çok mekân yaratımıyla ilgilidir. Nesneler, bir mekânın içine bir plana göre yerleştirilir. Ve her eşik ya da kapı, bir mekân içindeki nesneler düzenine geçirir bizi. Nesneler düzeniyle birlikte mekânla kurduğumuz ilişkiyi çözümlemedikçe toplumsalı, politik olanı anlamamız mümkün değil.

    Mekân, içine şeylerin yerleştirileceği politik bir düzlemdir. Dolayısıyla bir dışarısı, bir de nesnelerin düzenini barındıran ve kapılar ve eşiklerle denetlenen içerisinin yaratılmasıdır. Kurulma tarzlarına ve geçirgenliklerine göre mekânları ikiye ayırabiliriz: Paranoya mekânları ve açık mekânlar. Paranoya mekânları korkularımız ve kaygılarımızla beslenen ve her türlü tehdidi, tehlikeyi, vehmi dışarıda bırakacak şekilde inşa edilmiş sığınma cepleridir. Konutlar, kapalı siteler, rezidanslar, AVM’ler bu tür mekânlardır. Girişler sıkı denetime tabidir. Bir de risklerine rağmen bedeni yaşamın tüm kuvvetlerine maruz bırakacak şekilde uzamda yayılan açık mekânlar vardır. Açık mekânlar, doğada, sokaklar, caddeler ve meydanlarda, bedenlerin birleşmesine ve yeni dünyalar yaratmasına olanak sağlar; sınırlarla, biçimlerle değil, bedenlerin kudretine bağlı olarak içeriden dışarıya doğru taşarak oluşturulur. Bu mekânlarda aşılması gereken tek bir kapı ya da eşik vardır, o da bedendir.

    Uygarlık tarihi paranoya tarihidir. O yüzden yerleşiklerin mekânı, doğadan, dışarıdan giderek koparılan bir paranoya mekânıdır. Çokluğu, değişimi ve devinimi içeren doğa korkunç bir dış olarak kendisini dayattığı ölçüde, içeride tekçi bir düzen yarattık. Doğa, tüm korkularımızın ve kaygılarımızın kaynağına dönüştü. Duvarlarla doğadan ayrılmış bu mekân, içeride kutsal ve değişmez bir nesneler düzenini barındırırken, dışarıda bu düzeni yıkacak kaotik kuvvetler vardır. Doğa yine de sızacaktır içeri. Bir Alman enerji şirketinin rüzgâr enerjisiyle ilgili, bol ödüllü reklam filmi Wind Man’de (Rüzgâr Adam), doğanın içeri sızarak kutsal nesneler düzenini nasıl bozduğu anlatılır. Filmin sonunda rüzgâr evcilleştirilir ama, şirketin bir çalışanına dönüştürülüp nesneler düzenine dâhil edilir.
    Rüzgârı oynayan aktörün seçimi bile form ve düzene yönelik takıntılarımızı, korku ve kaygılarımızı yansıtıyor. Aşırı kemik büyümesinden, akromegaliden mustarip bir aktörün, yani norm ve form dışı bir bedenin rüzgârı oynaması, doğanın da norm dışı, anormal olduğunu göstermenin bir yöntemidir. Bir norm alanı olarak içerinin, norm bozucu bir unsur olarak anormal doğa tarafından nasıl tahrip edildiği anlatılır kısa filmde; rüzgâr, kent içinde, bedenlerin, nesnelerin düzenini bozarak başıboş dolaşmaktadır. Sonunda şirketin CEO’su ile sözleşme imzaladığında ve iradesini iktidara teslim ettiğinde bir şirket çalışanıdır artık. Bu kısa film, içeriye ancak evcilleştirilmiş, terbiye edilmiş ve forma sokulmuş doğanın girebileceği ve kutsal nesneler düzeninin sonsuza kadar süreceği mesajını vermektedir bize.

    İktidar mekânı, çokluktan, değişim ve devinimden kaçarak “bir” merkez etrafında toplaşanların paranoya mekânıdır. Korkudan iktidara yapışanların, iradelerini iktidara teslim edenlerin mekânı. Oysa kudretli bedenler kendilerine biçilen deli gömleğini parçaladıklarında ve merkezden kaçarak çoklukla temas kurduklarında kendi açık mekânlarını yaratacaklardır. Doğu’da yaşanan mekân savaşlarıdır. İktidarın yukarıdan dayattığı ve kendi nesneler düzenini içeren mekânı ile yerel kudretli bedenlerin birbirine eklenerek yaratacakları kendi mekânları arasında geçen bir savaş. Yıkarak, yakarak, katlederek iktidarın bize biçtiği mekân, yine korku ve kaygılarımızı besleyen, kudretsiz bedenlerin paranoya mekânı olacaktır. Yanıtlamamız gereken soru: Yeryüzünün tüm bedenlerinin eklenerek oluşturdukları açık mekânda mı yoksa çürüyen nesneler düzeninin paranoya mekânında mı yaşamak istersiniz?

    11 Aralık 2015 Cuma

    DENGENİZİ YİTİRMEDEN YÜRÜYEMEZSİNİZ


    RAHMİ ÖĞDÜL
    11.12.2015

    Duvarda asılı, biçim, renk ve kompozisyon bakımından dengeli bir tablonun arkasını çevirin; dengeden uzak bir durumla karşılaşırsanız, sakın şaşırmayın. Tablonun arkasında, dengesini her an yitirebile cek, ip üzerinde dans eden bir sanatçı vardır. Banksy, yaşamın denge bozucu kaotik kuvvetleriyle dans eden bir ip cambazı olarak sanatçının portresini çizmiş bir tablonun arkasına.

    Bir sanatçı, sonsuzca dengede duran, bildik, klişe imgelere sarılmak yerine, yaşamın kaotik kuvvetleriyle dans eden ve yapıtıyla bizleri de ip üstünde dans ettirendir. Klişeleri terk etmek ve kendine ait bir elmayı çizebilmek için durmadan tökezleyen Van Gogh’un tabloları nasıl da bozar dengemizi. Elmaları her an patlayacak gibidir. Sanatçı, dengesizlikten denge çıkaracaktır yine de ya da Prigogine ve Stengers’in dedikleri gibi, “dengesizlik, kaostan düzen yaratır” (bkz Kaostan Düzene). Ama bu, kaosu tamamen terk ettiğimiz ve sabit bir düzene geçtiğimiz anlamına da gelmemeli. Kaos ya da dengesizlik içkin olarak hep vardır, yapıtta da bizde de. Örgütlü madde, kendisini yeniden ve yeniden örgütlerken kaos kuvvetleri hep içindedir. Madde, iki yoldan birini seçeceği yol ağızlarına her geldiğinde, yani çatallanma noktalarında kaotik içkin kuvvetler devreye girecektir. Ve ortaya çıkan yeni yapı, yine içinde kaotik kuvvetler barındıran ve dengesi her an bozulacak yeni bir denge durumudur. Yürümek gibi.

    Düşmemek için düşünmeli
    Sanatçı da malzemesiyle birlikte yürür. Üretim sürecinde, dengesi bozuldukça yeni bir denge konumu arar kendine ve ortaya çıkan yapıt, bizim de dengemizi bozmalı, düşmemek için düşünmek zorunda bırakmalıdır bizi. Sanatçının yaşadığını ve yaşattığını, bizler yürüme eyleminde hep yapıyoruz. Yürümek, yaşama açılmaktır. Uzamı taşıt içinde geçmek ile yürüyerek katetmek arasındaki farkı düşünsenize. Taşıt içindeyken, korunaklı bir kutunun içindesinizdir ve bir olay olmadığı takdirde oturduğunuz yerde sonsuza kadar denge durumunda kalabilirsiniz. Dışarıdaki yaşam, monitörün ekranındaki görüntüler gibi akacaktır taşıtın camından. Oysa yaşam, dengeleri bozarak iş görür, sürekli dengenin bozulup yeniden denge kurmak zorunda kaldığımız, bitmeyen bir ip cambazlığı. Yürürken, yaşamın kuvvetlerine maruz kalan bedeniniz, denge yitimine karşı dengeyle yanıt vererek yol alır uzamda. Attığımız her adım dengemizin bozulmasına yol açar ve bir sonraki adımda yeniden toparlanıp dengemizi kurmak için çabalarız. Rastlantısal tökezlemeleri de hesaba kattığınızda yürüyüş, denge ile dengesizliğin bitimsiz dansıdır, tıpkı yaşam gibi. Yürümek, yaşamın kaotik kuvvetleriyle dans edebilmektir.

    Bildik duraklar
    Düşünce de yürür ve düşüncede yürümekten korkanlar, iktidarın çizdiği güzergâhlar boyunca metaforlar içinde yolculuk edeceklerdir. Seçtikleri sözcükler, kavramlar, akıl yürütmeleri hep dengededir. Haritalanmış yollarda ilerlerlerken, bildik sözcükleri birbiri ardı sıra sıralayarak düşünür gibi yaparlar. Modern Atina’da toplutaşıma araçlarına “metaphorai” denmesi boşuna değil (bkz Michel de Certau, Gündelik Hayatın Keşfi, Dost). Dilde bir bütünün anlamını başka bir bütüne taşımaya yarayan metafor, kentin içinde bizleri de bir yerden başka bir yere taşıyor. Güzergâhları belli metaforlara binip hep aynı yollardan geçiyor ve bildik duraklarda iniyoruz. Ve metaforlardan inip yaşamın ara yollarına saptığımızda dilimiz tökezleyecektir; dengesini yitirir ve kekelemeye başlarız. Kekelemek iyidir.

    Kekelemek, ara yollara saparak olmadık şeylerle karşılaşmamıza ve yan yana gelmeyecek şeyler arasında yeni bağlar kurmamıza yol açar. İktidarın ana yoldan dışladığı etnik, dinsel ve cinsel varoluşlarla karşılaştığımızda, varlığımız tökezler ve kekelemeye başlarız; ardından nefret nesnesine dönüştürülmüş ötekilerle birlikte yürümeyi başardığımızda, yeni bir denge durumuna geçmişiz demektir. İktidarın kancasında asılı kalanlar, ne hayatta ve sanatta ne de düşüncede yürüyebilirler oysa. Dengeyi bozmak gerek; aynadaki imgenizin arkasına bakın, dengesizliği göreceksiniz.

    5 Aralık 2015 Cumartesi

    SESSİZLİK LÜTFEN, İKTİDARIN RAHATI BOZULMASIN!

    Barbara Kruger

    Barbara Kruger
    RAHMİ ÖĞDÜL
    04.12.2015
    Bir fotoğraf karesinde donmuş imgeleriz, iktidar bakışının tutsak aldığı. Bakış, mekân-zaman içinde devinen bedenleri bir kadraj içinde yalıtarak donduruyor. Barbara Kruger’in yapıtındaki fotoğraf karesi sırt üstü yüzen bir kadını ve suyun çalkantılı ortamını dondurmuş ve yüzücünün gözlerine çekilen kırmızı bandın üzerinde iktidar bakışının nesneleştirdiği bireyin düşünceleri: “Aynı anda hem sana bakıp hem de soluk alamıyorum.” Kitle iletişim araçlarından alıntıladığı fotoğrafların üzerine yerleştirdiği iletilerle iktidarın düzenini görünür kılan Kruger’in yapıtlarında “sen” her zaman erildir ve iktidarın fallus düzenine işaret eder. Eril iktidar kendini etkin biçimlendirici kuvvet olarak dayatırken, baktığı her şey biçimlendirilecek, edilgin nesneler haline gelecek. İktidar düzleminde zaman ve mekânın dışına çıkarılmış edilgin varlıklar olarak yer alabiliriz ancak ve bu edilgin nesnelerden bir düzen kurar kendine. Devinmeyen, soluk almayan, ölü nesnelere dönüştüğümüzde iktidara bakıp aynı anda soluk almak mümkün mü? Gün geçmiyor ki bizi devinimsiz kılan, nefesimizi kesen bir katliamla karşılaşmayalım. Ya toplu kıyımlara ya da bireysel infazlara maruz kalıyoruz. Öte yandan göçmenlere nükleer atık muamelesi yapan Batı’nın dayatmasıyla yerinden yurdundan edilmiş insanların depolandığı bir ambar haline geliyor ülke. Havasız, boğucu bir ortamda nefes almak da giderek zorlaşıyor. Tüm hava girişlerinin kapatıldığı, bol oksijenli suları taşıyan dalgaların, düşüncelerin önünün kesildiği bir ülkede hem iktidara bakmak hem de nefes almak olanaksız. İktidarın bakışıyla dondurulmuş durgun bir su birikintisi içindeyiz. Her ne kadar iktidar içme suyu kalitesinde olduğunu iddia etse de giderek oksijen kaynaklarımız tükeniyor ve kokuşan su birikintisinde soluğu kesilmiş, devinmeyen, çürümekte olan ölü nesnelere dönüşüyoruz.

    DOĞA KILAVUZUMUZ
    Yaşamın akışından koparılıp içeriye hapsedilmiş, hareketsiz, denge durumundaki sular kokuşacaktır, bunu doğadan biliyoruz. Baktığı her şeyi yaşamın akışından koparan ve devinimsiz, edilgin nesnelere çeviren, daha doğrusu yaşamı donduran eril iktidarın düzeni de kokuşacaktır, bunu da kültürden biliyoruz. İktidar düzlemi, hareket edemeyecek şekilde deliklerin içine sıkıştırılmış ölü parçalardan oluşan bir yapboz düzlemidir. İktidarın tasarladığı bütünsel ve tekçi bir resmin görünür kılındığı bir düzlem. Bu düzleme uymayan parçalar derhal bertaraf edilecek ya da çıkıntı yapan kısımları budanarak zorla düzlemdeki deliklere uydurulacaktır; yeter ki iktidarın tasarladığı resim çıksın ortaya. Buna düzen adını verir iktidar. Devinimsizlikten sıkılan, ölü taklidi yapmaktan usanan, deliğine sığmayan, tekçi resmin baskıcı ortamından kurtulmak ve kendilerini gerçekleştirmek isteyen parçalar, özgürlük arayışına yöneldiklerinde iktidar daha fazla düzene gerek duyacaktır. Ve daha fazla düzen, daha fazla çürüme demektir.

    Kaosla o kadar korkutulduk ki hemen teslim oluyoruz düzene. Oysa yaşamın doğal akışının ve insanların iktidar olmadan örgütlenmelerinin bir kaos olduğunu söylemek tam bir safsatadır. Yaşam, insanın bedensel ve zihinsel etkinlikleri sayesinde kendiliğinden örgütlenmiştir zaten. Yaşamı kaos olarak ilan eden iktidar, bir düzen yaratıcı (kozmokratör), üçüncü şahıs olarak kendini araya sokup ilişkileri dolayımlayan ve bundan kendine pay çıkarandır: “Ben olmasam düzen ve istikrar olmaz.” Ama iktidarın düzeninden de düzen çıkmaz. İlk bakışta bir paradoks gibi görünse de düzen düzensizliği besliyor, fiziğin kuralı. Termodinamiğin ikinci yasasına göre, yaşamın akışından koparılmış kapalı bir sistemde entropi, yani düzensizlik artacaktır. Sırf iktidarın keyfi olsun, yapbozun düzeni bozulmasın diye daha ne kadar ölü taklidi yapacağız? Barbara Kruger, bizi susturan eril iktidarı gösteren bir başka yapıtında, biz ölülerin düşüncelerine yer vermiş: “Senin rahatın, bizim sessizliğimizdir.”