29 Ocak 2016 Cuma

EVRENİN KAPILARI VE HAİNLERİ


RAHMİ ÖĞDÜL
29.01.2016
“İçinde yaşadığımız evren, kapıları ardına kadar açık bir evrendir”; pragmatist William James kesinlikle haklı. Kapıların açıldığı kıvrım kıvrım koridorlarında dolaştıkça ve kapıların ardındaki, ilk başta ayrıksı duran şeylerle bağlantılar kurdukça evreni evimiz kılıyoruz. Üniversite de bir mikro evrendir; üniversite ve evren (universe) sözcükleri “bütün” anlamına gelen Latince “universum” sözcüğünden türemiş. Üniversite, evreni tüm boyutlarıyla araştıran bir bilgi üretme topluluğu olarak evreni kucaklayabildiği ölçüde kendini var edebiliyor. Her ne kadar kapıların ardındaki uzmanlık alanlarına gömülmüş araştırmacıların, koridor üzerindeki diğer odalardaki başka uzmanlık alanlarıyla bağlantı kurmadığı bir dönem geçirse de artık üniversite, kapıların ardına kadar açık olduğu ve disiplinlerin birbiriyle ilişki kurduğu ve disiplinler arası sözcüğünün bile yetersiz kaldığı birleşik bir evren bilimine doğru yönelmiştir. Bir zamanlar kapılarla, hatta duvarlarla ayrılmış doğa ve toplum bilimleri tek bir içkinlik düzleminde yan yana durmakla kalmıyor, aralarında yeni bağlantılar kurarak birleşiyorlar da. Ve ayrıksı şeylerle olmadık bağlantıların kurulduğu tek bir içkinlik düzlemi, “bütün” anlamına gelen üniversite ile evreni, ya da kuram ile eylemi birleştirdiği ölçüde evrene daha fazla yerleşiyoruz. Yerleştirdikçe evren sakinlerine dönüşüyoruz.
EVREN DÜŞMANA DÖNÜŞTÜ 
Totaliter iktidarlar bu evren tahayyülünden hiç hoşnut değiller ama. Evren sakini olmak, vatana hıyanetle eş anlama gelebilir. Eski Yunanca’da evren anlamına gelen “kozmos” ile yurttaş anlamına gelen “polites” sözcüklerinden oluşturulmuş kozmopolit deyimini ilk kullananlardan Sinoplu Diyojen, kendilerini doğadan ayırarak sınırların içine kapatanları ve içeride yapay adet, örf ve geleneklerle yaşayanları, eylemleriyle kıyasıya eleştirirken “evren yurttaşı” olmakla övünüyordu. İktidarlar, bireyin evrenle her türlü ilişkisini keserek dayattıkları yasalara sıkı sıkıya bağlı bir tebaa yarattılar; evren, yarattıkları yapay dünyanın bir karşıtına dönüştü, yani düşmana. Sonsuz kapılarıyla çokluğa açılan evren fethedilmesi ve kendi sıkı düzenlerine dâhil edilmesi gereken bir kaostur onlar için. Evrenin baş edilemez çokluğunu “bir”e indirgemek için açıklığını fethederek kapatırlar ve çokluk “bir”in baskıcı yönetimi altında sınıflandırılarak etkisiz hale getirilip evcilleştirilir. Ya da Parmenides’in yaptığı gibi çokluk “bir” lehine yadsınacak ve evrenin değişmez, dönüşmez, hareket etmez olduğu iddia edilecektir.
İktidarın fethetmeye çalıştığı ODTÜ’nün yerleşkesi iç ve dış mekânları birbirine bağlayan kapıları ve geçitleriyle bir mikro evrendir. Bir kapının açılması, sizi hiç de beklemediğiniz bir mekâna bağlayabilir ve şaşırabilirsiniz. Seksen darbesinin hemen ardından ODTÜ fakülte binalarının çoklu giriş ve çıkışları kapatıldı ve her bina için sadece tek bir çıkış ve girişe izin verildi. Totaliter rejimler insanı bir rizom gibi farklı mekânlara bağlayan kapılardan, geçitlerden nefret ederler çünkü. Kapıları ardına kadar açık bir evreni fethedip çokluğu ve bu çoklukta yaşamayı keşfetmiş evren yurttaşlarını “bir”in kapalı dünyasına hapsederler. Üniversitelerin hapishane kapılarını andıran turnikeleri iktidarın evreni tutsak alma çabalarının göstergeleridir.
İNSAN VE ÜNİVERSİTE 
Sadece yapılarla yetinseler yine iyi; kapıları ardına kadar açık bir mikro evren olan insanı da tek bir girişi ve çıkışı olan bir üretim bandı olarak inşa etmeye kalkıştılar. Denetimden geçmiş, yasalara uygun öncülleri ve argümanları giriş bölümünden sokuyor ve istenen çıktıları sonuç bölümünden alıyorsunuz: Bir üretim bandı olarak insan ve üniversite. Düşünceyi, düşünen insanı, bir üretim bandı gibi tasarlamak faşist bir tavırdır; düşünce her yöne sıçrayarak, iktidarın hiç de hoşuna gitmeyeceği çoklukla bağlantılar kuracak ve katliamlarına ortak olmak yerine barışı savunacaktır. Çokluğu sınırların içine kapatarak, kurduğu kanlı tezgâhta imha eden iktidar evrene ihanet etmiştir ve bir evren hainidir.

    22 Ocak 2016 Cuma

    ELLERİMİZ İSYAN ETMESİN DİYEDİR




    RAHMİ ÖĞDÜL

    22.01.2016

    Bu sene çok kurak geçecek; hiç yağış yok. Adalet, özgürlük, eşitlik yağmayacak göklerden; bizim payımıza yine acı, keder ve ölüm düşecek. Göksel iktidar hep cimri davrandı, ama bu kez dağıttığını da geri alıyor, ideallerimiz askıda şimdi. Bu kavramların hep gökten zembille indirilmesini bekledik. Göklerdeki idealar dünyasından pay aldıkça kavramları hayata geçirebileceğimizi söylediler bize. En mükemmel halleriyle göklerde yaşayan ve bizim bir türlü pay almayı beceremediğimiz adalet, özgürlük ve eşitliğin dağıtımını göksel iktidar üstlenmiş. Kavram duasına çıkıp ellerimizi göğe açıp yakarsak da hiçbir şey değişmeyecek. Dedim ya, kurak mevsimdeyiz. Havada bulut yok, ama gözlerimiz ve ellerimiz göğe çevrilmiş, kavramların yağmasını boş yere bekliyoruz.

    Yasalar askıda
    Olağanüstü günlerden geçiyoruz. Ama bu olağanüstü günler, ihtiyacımız olan kavramların göklere, ait oldukları yere çekildiği, yani hukukun askıya alındığı, göksel iktidarca tasarlanmış günlerdir. Tüm totaliter iktidarlar, iktidara gelir gelmez iç savaş koşullarını yaratarak mevcut yasaları askıya alma konusunda anlaşmışlar: “Hitler, iktidarı alır almaz (ya da belki daha doğru bir deyişle, iktidar ona teslim edilir edilmez) Halkın ve Devletin Korunması Kararı’nı ilan etti; bu karar, Weimar Anayasası’nın kişisel özgürlüklerle ilgili maddelerini askıya alıyordu. Karar hiçbir zaman yürürlükten kaldırılmadı, öyle ki bütün Üçüncü Reich hukuki açıdan on iki yıl boyunca süren bir olağanüstü hal olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan modern totalitarizm, olağanüstü hal aracılığıyla yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir” (Agamben, Olağanüstü Hal, çev. Kemal Atakay, Varlık).

    Zulme ortak ediyor
    Bizi ellerimizden yakalayıp sistemiyle bütünleştiriyor ve zulmüne ortak ediyor iktidar. Ellerimiz iktidarın tuzaklarına yakalanmış; bu olağanüstü günlerde daha çok bekleriz yaşamsal kavramların gökten yağmasını. Kavram duası için boş yere göklere yönelmiş ellerimizi kurtarmalıyız ilk önce. Ellerimiz tutsak bizim, maymunlar gibi. Afrika’da yaşayan Buşmanların maymun yakalamak için kullandıkları tuzaklardan daha önce de bahsetmiştim. Bir toprak yükseltiye elin sığacağı kadar delik açıp içine tohum yerleştirirler; meraklı maymun elini deliğe sokar ve tohumları avuçlar. Tohumları sıkıca kavramak için yumruk yaptığı elini delikten çıkaramaz ve yakalanır. Avucumuzda tuttuğumuz ne çok şey var, bir bıraksak özgürleşecek ellerimiz. Ellerimizden yakaladıkça, zulmünü bize de bulaştırıyor iktidar.

    Ellerimize el koydu
    Önce ellerimizi özgürleştirmeliyiz, ardından iktidarın avuç içimize yazdığı yazıdan kurtulmalı. Göksel iktidar ellerimizi tutsak almakla kalmamış, avuç içi çizgilerimizi okuyarak geleceğimize de el koymuştur. Bedeni, sürekli eylem halinde olan ve eyledikçe gizil güçlerini açığa çıkaran bir akış olarak görmek yerine, okunup yorumlanacak sabitlikler olarak inşa eden iktidar, el falımıza bakarak bizi ele geçireceğini sanıyor. Bedenlerimizi tutsak almaya çalışan iktidar kâhinlerinin tüm çabalarını boşa çıkarabiliriz. Avuç içlerimize yazılmış, yazgımızı aşırı belirleyen iktidar çizgilerini eylemlerimizle bozabiliriz. Sanatçı Fatoş İrwen “Hayat Normale Dönüyor” sergisinde yer alan videosunda avuç içini kendi eylemiyle, iğne ve iplikle, bir nakış gibi işliyor. Özgürleştirdiğimiz ellerimizle yeniden işleyebiliriz yeryüzünü. Her şeyin göklerden geldiğini savunan ve kendini göklere yerleştiren iktidara yeryüzünden vereceğimiz yanıt yine ellerimiz olmalı.
    Bu dünyayı kuşkulu hale getirerek göksel iktidarı meşrulaştıranlara, analitik felsefenin kurucularından George E. Moore da ellerle yanıt vermişti: “İşte bir el, işte bir başkası, bu dünyada en azından iki dışsal nesne var, dolayısıyla dış dünya vardır.” Birleştiklerinde ellerin sayısını tahayyül bile edemiyorum. Ellerimiz dünyadır ve ellerimizi özgürleştirdiğimizde, yeryüzü de özgürleşecek. Ne diyor Nazım Hikmet? “Herkes yalan söylüyorsa… elleriniz isyan etmesin diyedir.” Ellerimiz isyan etmeli, faşizmin kanlı tezgâhında daha fazla kana bulanmadan.
    Not: 24 sanatçının katılımıyla gerçekleştirilen “Hayat Normale Dönüyor” sergisi, 13 Şubat’a kadar Beyoğlu Stüdyo Açık’ta açık kalacak.

    16 Ocak 2016 Cumartesi

    PERİ MASALLARININ BÜYÜLENMİŞ KAHRAMANI


    RAHMİ ÖĞDÜL

    15.01.2016

    Dışarıda acayip şeyler oluyor, katlanılması zor şeyler. Dışarıdaki şeylere inanası yok ama peri masallarına inanabiliyor. Tuhaf bir yaratık şu insan. Sanki bir masal kahramanı. Masalda yaşamadığı halde, kendisine anlatılan ve kendi kendine anlattığı öykülere inanarak bir masal dünyası yaratabiliyor. Onu, doğanın diğer canlılarından ayıran özelliği bu olmalı. Ekosistemlerine ya da kendi türlerine yapılan bir saldırı karşısında kargaların nasıl davrandıklarını görmüşsünüzdür. Hitchcock’un “Kuşlar” filmi abartılı olabilir ama kargalar bir saldırı karşısında hemen atağa geçiyorlar. Ekosistemimiz, doğamız, insan ve insanlık saldırı altındayken masal dünyasına kapanarak evcilik oyunu oynamayı nasıl becerebiliyoruz? Kuş beyinli diyerek aşağıladığımız kuşların beynini bir kez daha düşünelim lütfen. “İnsan beyinli” deyimi daha denk düşüyor bizim durumumuza; etrafına ördüğü düşünsel kafesin içine kendini hapseden tek canlıyız; ve dışarıda dünya batsa umurumuzda değil. Çok sevdikleri ahlak adına ahlak dışılığı meşrulaştırmaktan tutun da çocuk ve kadın katliamlarını vatanseverlik olarak yutturan yayın organlarına kadar iktidarın acayipliklerine tanıklık etsek de dut yemiş bülbül gibiyiz, suskunuz.

    MASAL DÜNYASINDAN BİLDİRİLİYOR 
    Dut yedirerek susturdular bülbülü. Ama unutmayalım şimdi konuşan, doğanın üzerinde tahakküm kurandır, ötekileştirdiği doğayı sessizleştirerek katliamlar gerçekleştiren. Ve bülbülün sesini susturduğunda, gürültülü bir yaratık olarak yeryüzünün diğer seslerini de bastırmıştır. Sessizleştirilen sadece doğa değil, ayrıştırıp tabakalaştırdığı toplumu da dilsizleştirdi ve biz dilsizlerden sadece kendi sesini çoğaltan amplifikatörler olmamızı istiyor. Ya iktidarın sesini çoğaltacağız ya da dilsizleşeceğiz. Yine bir “ya/ya da” durumu ile karşı karşıyayız. Tüm tek sesli, faşizan anlayışlar gibi alternatif sesleri susturarak kendini meşrulaştıracağını sanıyor.

    Tüm bunlar masal dünyasında olabilir ancak. Agamben’in bahsettiği gibi, “Peri masallarında büyülenen insan dilsizleşir, büyülenen doğa ise dile gelir” (Çocukluk ve Tarih). Büyülediler bizi, ne kadar saçmalarlarsa saçmalasınlar, sesini çıkarmayan dilsiz bir kitle yarattılar. Her şeye rağmen doğa konuşuyor yine de; hayvanlar, ağaçlar, ekosistem, yeryüzü ve ötekiler; konuşmayı bırakın, yıkımlar karşısında feryat figan haykırıyorlar. Ama sadece dilsizleştirmekle kalmadılar, sağırlaştırdılar da bizi; dışarının sesine kapattık kulaklarımızı. Büyülenmiş haldeyiz, kendi masal dünyamızın, çerçevenin dışını ne görüyor ne de duyuyoruz; üstelik sesimiz de çıkmıyor; içimize iktidar kaçmış bizim, ağzımızı açtığımızda sadece iktidar konuşuyor.

    ÇERÇEVENİN NERESİNDEN
    İngilizcede bir deyim var, “to be framed” diye. İki anlamı var: biri, “çerçeve içine alınmak”; diğeriyse “tüm suçu bir insanın üzerine yıkmak üzere bir tertip düzenlemek, yani kumpas kurmak.” İktidar bize durmadan kumpas kuruyor; çerçeve içine aldıkça, kurduğu tertibin içine dâhil oluyoruz. Her çerçeve içine alındığımızda hem failiz hem kurban. Çerçeveliyor, çünkü tüm yapıp ettiklerini bizim adımıza, “güvenliğimiz ve birliğimiz” adına gerçekleştirdiğini söylediğinde suçu bizim üzerimize yıkabiliyor. Çerçevenin dışına çıkıp, “Barış istiyoruz, bu suça ortak olmayacağız” dediğimizde tüm yapıp ettikleriyle tek başına ortada kalacak; bundan korkuyor.

    Bazen çerçevenin dışından feryatlar sızıyor içeri: “Sesiz kalmayın, burada insanlar, çocuklar ölüyor.” İçeri sızan seslerin, yarattığı büyüyü bozacağından ve dilsizleşenlerin dile geleceğinden korktuğu için anlattığı masalın çerçevesindeki gedikleri kapatmakla meşgul şimdi. Kabilesinin büyücüleri yeni büyüler icat ettikçe dilsizleştiriliyoruz. Masal dünyasında yaşadığımız sürece, başkalarının acılarını duyumsamak ve dile gelmek imkânsız. Çerçevenin dışına çıktığımızda ve yeryüzüne dokunduğumuzda büyü bozulacak oysa. Biz kurbağalar, kendimizi iktidara öptürdükçe daha da çirkinleşiyoruz. Ah, bir sarılsak birbirimize! Bakın o zaman nasıl da güzelleşeceğiz ve güzelleşecek dünya.

    7 Ocak 2016 Perşembe

    KISIR DÖNGÜSEL ZAMANLAR: 360 DERECE FAŞİZM



    RAHMİ ÖĞDÜL
    08.01.2016
    Kim diyor zaman çizgiseldir diye? İnanmayın, resmen döngüsel zamanlardayız; üstelik kısır döngüsel. Döner kapılar açıldı önümüzde ve yeni yıla bu döner kapılardan girdik. Girerken, tüm korkularımızı ve kaygılarımızı geride bırakıp barış dolu, yaşanabilir bir zamana ve mekâna girme umuduyla yeni yıl dileklerinde bulunduk birbirimize. Sonra ne mi oldu? Önümüzde açılan döner kapıya adımımızı atar atmaz 360 derece döndürdüler bizi ve yine aynı zaman ve mekân içine, aynı noktaya bırakıldık. İlerliyoruz hissi veren saat zamanı aldatmasın sizi, dolap beygirleri gibi dönüp duruyoruz merkezin etrafında. İktidar, zaman ve mekânı kendi etrafında öylesine bükmüş ki hep aynı olanın geri geldiği ve farkın bir türlü ortaya çıkmadığı zamanlardayız.
    Hâlâ çemberin içindeyiz
    Hıristiyanlar kendilerini paganlardan ayırt etmek için “biz modernler” derken döngüsel zamanı temsil eden Oroborus’u, yani kendi kuyruğunu yutan yılanı kesip bir başlangıcı bir de sonu olan düz bir çizgi haline getirmiş ve sonsuzca bölünerek birimlere ayrılabilen çizgisel zamanı icat etmişlerdi. Ama hâlâ çemberin içindeyiz, biz modernleri kandırdılar ya da kandırılmak istedik. Dil sürçmeleri önemlidir. Ne demişti Başbakanımız? “Onların kafasındaki İslam ile Türkiye’de yaşanan ve bizim savunduğumuz İslam arasında 180 derece değil 360 derece fark var.” Bunun matematik bilgisizliği olduğuna inanmıyorum. O kadar çok dilleri sürçüyor ki her sürçtüğünde niyetlerini açık ettiler. Şimdi, “Bizim başkanlık sistemimiz ile Hitler diktatörlüğü arasında 180 derece değil 360 derece fark var” diyeceklerini kestirebiliyoruz. Dedim ya çizgisel zaman yanılsamasına kapılıyoruz, ama aslında döngüsel zamanlarda dönüp duruyoruz. Kapitalizm zamanı kendi etrafında döndürdükçe hep aynı olan, yani yıkım geri geliyor.

    Kapitalizm vakti paraya çevirmek için çizgisel zamanı daha da küçük birimlere ayırdı ve çizgisel zaman, bizim için sadece bekleyiş ve erteleme demektir. Biz beklerken ve hayallerimizi hep daha öteye ertelerken iktidar kendi etrafında döndürdüğü zamanda bıkmadan usanmadan yıkım projelerini yineleyip duruyor. Hep aynı olan geri geliyor: Yeryüzünün yıkımı, toplumların yıkımı; yoksulluk; yerinden yurdundan edilmiş göçmenler; emekçilerin sömürülmesi; etnik temizlik; kadın katliamları; cinsiyetçilik ve faşizm. Ve biz hâlâ bunların masum dil sürçmeleri olduğuna inanıyoruz. Kısır döngüsel zamanda kıstırıldığımızın farkında bile değiliz.
    Zamanı durduralım
    Zamanı giderek hızlandırıyorlar, deli gibi koşturuyorlar bizi; hep bir yerlere yetişiyoruz; bizlere ayrılan parkurlarda birbirimizle yarışıyoruz. Çizgisel zaman yanılsaması burada da peşimizi bırakmıyor, ilerlediğimizi sanıyoruz. Ama aslında devasa bir santrifüjün içindeyiz, hızını giderek arttırdıkları. Santrifüj döndükçe kanın plazma ve hücrelerine ayrışması gibi biz de giderek birbirimizden ayrışıyoruz ve sersemlemiş halde gece yatağa uzandığımızda hiçbir şey hatırlamıyoruz, sadece belleksiz bir pıhtı kalıyor geriye. Ve faşizm, tam da bu hızdan serseme dönmüş, ne olup bittiğini fark edemeden dönen yığıntının hızara dönüşmesidir; önüne gelen her şeyi biçen bir hızara. Hızara dönüşmemiz an meselesi.

    Ve bu hızarlaşmış zamanı durdurmazsak paramparça olmuş bedenlerden başka bir şey kalmayacak geriye. Gnostikler gibi, ansızın zamanı kesintiye uğratıp ani bir bilinç edimiyle kendi diriliş koşullarımızı yaratamazsak ölüyüz biz. Agamben haklı, bu kesintiye uğratılmış zaman deneyimi “devrimcidir.” Geçmişin, olumsuzlanarak gözden düşürülmüş tüm değerlerini bir anda ele geçireceğimiz kesinti anı. “Gerçek tarihsel materyalist, sonsuz çizgisel zaman boyunca anlamsız bir gelişme hayali peşinde koşan kişi değildir… her an zamanı durdurabilecek kişidir” diyor Agamben, Benjamin’e atıfta bulunarak (Çocukluk ve Tarih, çev. Betül Parlak, Kanat). İktidarın çizgisel zamanı kendi etrafında bükerek yarattığı santrifüj hızara dönüşmeden, çok geç olmadan durdurmalıyız zamanı. Unutmayın, bizim faşizmimiz ile Hitler faşizmi arasında 180 derece değil, 360 derece fark olacak.

      1 Ocak 2016 Cuma

      GÖKSEL YIKIM PROJESİ: ÇOBAN ÇOCUK


      RAHMİ ÖĞDÜL

      01.01.2016

      Bizi zamanın içine hapsettiler, kendimizi kandırmayalım, yeni bir zaman başlamayacak. Hep içindeyiz kâbus zamanın; dört duvar arasında. Zamanın mekânsallaştığı ve mekânın enkaza dönüştüğü yıkıntı bedenleriz. Bir karar anında, kendi zaman ve mekânımızı yaratma kudretini kendimizde bulmadıkça, enkazız biz; göksel yıkım projesinin enkazları: “İnsan olsa olsa zamanın enkazıdır” (Marx).

      Bu göksel yıkım projesinin reklamını sekiz yıl önce göstermişlerdi bize, pek aldırış etmemiştik; hatta yıkım estetiğinden keyif bile almıştık. Reklam olmasın diye bankanın adını vermeyeceğim, ama google’a “çoban çocuk” anahtar sözcüklerini girdiğinizde kolaylıkla videosunu bulabileceğiniz bu reklam filmi, kentsel dönüşümle ilgilidir. Ama ne reklam! Başımıza geleceklerin bir ön gösterimi ve yıkımın estetize edilmiş hâli. Kırda bir çoban çocuk keçilerini otlatmaktadır. Az ötesindeki arazide birden patlamalar başlar; fonda, 12 Eylül’de beynimize kazınmış Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türkülerini hatırlatan bir Ege zeybeği. Patlatılan arazi, toz toprak halinde yerden göğe doğru yükselirken o kargaşa içinde gökyüzünden tuğlalar, hazır betonlar, yapı malzemeleri düşmeye başlar; malzemeler düştükçe, kırın ortasında kapalı bir site çıkar ortaya. Ve çoban çocuk kendi hayalini görür bir konutun içinde. Meğer gördüğü, gökten düşen bombalarla öldürülen çocukların hayaletiymiş. Doğu’da çoluk çocuk, genç yaşlı demeden katledilenler geliyor aklıma, tüylerim ürperiyor. Basında çıkan TOKİ haberlerinden, bu katliamın kentsel dönüşüm olduğunu anlıyoruz.

      Batı’da yaşayan bizler, sırf konutlarımız yenilenecek diye bu göksel projeye balıklama atlamıştık. Kentsel dönüşümün yoksul sınıflar için bir yıkım olduğunu Sulukule’de ve diğer yoksul semtlerde görsek de, savaşa dönüşeceği hiçbirimizin aklına gelmemişti. Biz, kentsel dönüşümde sadece buldozerleri, vinçleri gördük; Doğu’da kentsel dönüşüm savaş uçakları, tanklar, toplarla yapılıyor. Batı’da, kentsel dönüşüm yoksul nüfusun yerinden edilmesi ve yerine zenginlerin gelmesiyle sonuçlanmıştı. Doğu’da bu yer değiştirme, tam bir etnik temizliğe dönüşüyor; Kürtlerin yurdu Kürtlerden arındırılıyor. Ölüm araçları yerlerini buldozerlere bırakınca, insandan arındırılmış formlar göreceğiz sonunda.

      Sanata buldozerin girmesi, Land Art, yani arazi sanatıyla birlikte olmuştu. Robert Smithson gibi büyük projelere imza atan arazi sanatçıları fırçalarını terk edip, buldozer kullanmaya başladılar. Doğada form yaratabilmek için inşaat sektörüyle birlikte hareket ediyorlardı. Doğanın kendi kuvvetleriyle içeriden biçimlendirdiği formlar yıkılıyor, yerine sanatçının hayalindeki formlar yeryüzüne giydiriliyordu. Sanatın inşaat sektörüne girmesi ise kentsel dönüşüm projeleriyle oldu. Yazmıştım, Fenerbahçe’de bir inşaat şirketi, araziyi çeviren tahta perdenin üzerine yerleştirdiği Picasso’nun bir cümlesiyle yıkımı meşrulaştırıyordu: “Her yaratıcı hareket, bir yıkımla başlar.” Şimdi Doğu’ya baktığımızda yıkımı haklı çıkarmak için elimizde avangard sanattan aşırdığımız güçlü bir argüman var. Bir zamanlar avangard olanlar, şimdi sermayenin öncü birliklerine mi dönüşüyor? Avangard askeri bir terim, öncü birlik demek. Doğu’da yaşananların, modernist avangard bir yıkım olduğunu söyleyecek milliyetçilerin ve ulusalcıların olduğunu biliyoruz. Önemli olan gözü okşayan estetik formlardır, insanın ne önemi var ki? “İnsan olsa olsa zamanın enkazıdır.” İnsanlara atık muamelesi yapıldığı, formların ise kutsandığı zamanlardayız.

      Derinlerde yazılıp gökten indirilen senaryonun hayata geçirildiği bir ülkede, çoban çocuklar yukarıdan düşen hazır beton bombalarla, Picasso’nun “Guernica”sında ölü bir form olmak istemiyorlar artık. Aksine insanların katledildiği, kentlerin havaya uçurulduğu göksel senaryoyu yırtıp atmak ve kendi zaman ve mekânlarını aşağıdan ve içeriden yaratmak istiyorlar. Bizler hâlâ, iktidar kuşunun başımıza gökten düşüreceği pisliği bekleyerek tüketiyoruz ömrümüzü.