25 Mart 2016 Cuma

VİYANA'DA KIYAMET: ANSELM KIEFER


RAHMİ ÖĞDÜL

25.03.2016

Yeryüzünün katı hallerinde bile akışı, akışın çizgilerini görürsünüz. Mermerin, taşın damarları, maddenin sıvı halinin jeolojik tortusudur. Ahşabın dokusunda da akışın izleri vardır. Malzemenin görece katılığıyla karşılaşan acemiler, içindeki akışı göz ardı edip kendi tasarımlarını malzemeye dayatmak istediklerinde malzeme ellerinden kaçar. Usta, hiçbir zaman malzemesiyle kavgaya girişmez, onun dilini anlar ve suyundan gider; kavgaya giriştiğinde, kaybedenin kendisi olacağını bilir çünkü. Malzemeyi yitirmekle kalmayacak, kendini gerçekleştirme fırsatını da ıskalamış olacaktır. Malzemesinin akışkan doğası, izleyeceği yolu gösterir ona. Taş ustası, taşın damarlarını göz ardı ettiğinde taş kırılır; ya da ahşap ustası ağacın damarlarını izlemediği takdirde, ahşabın kuvvetinden mahrum kalacaktır. Usta, ağacın dilini, doğasını anladığı ölçüde, onunla konuştukça, birlikte yürüdükçe malzemenin kendini açacağını bilir. Açtıkça usta da kendi kıvrımlarını açarak ustalaşır. Malzemenin dili artık ustanın da diline dönüşmüştür, Bir ayrımsızlık mıntıkasında usta ile malzeme birbirine karışır. Usta bir ağaç-oluş yaşarken, ağaçta ustanın elinde bir insan-oluş. Doğanın tarihiyle insanın/toplumsalın tarihi örtüşmüştür.


ÇÖKÜŞ VE YIKIM TARİHİ
Despotu tanımlayan tam da maddeyle, malzemeyle kurduğu despotça ilişkidir. Maddenin, malzemenin doğasını anlamak yerine, kendi tahayyülündeki, kafasının içindeki formu maddeye zorla dayatır ve sonuçta tecavüze uğramış bir malzeme ve bu malzemeden zorla yaratılmış bir form kalmıştır geriye. Tecavüze uğramış, travmalı bir tebaa yaratan despot, aslında dayandığı zeminin çöküşünü de hazırlamakta. Dolayısıyla despot ne denli hızla yükselirse, çöküşü de o denli hızlı olacak. Malzemenin dilini bilen, suyundan giden usta ile malzemeye tecavüz eden despot arasındaki fark, malzemenin kuvvetini kendi bünyelerine katıp katamadıklarıyla ilgili. Ağacın damarlarına göre biçimlenmiş bir dal, geometrik olarak düzgün kesilmiş aynı boyuttaki bir ahşap parçasından daha sağlamdır. Ustanın, ağacın damarlarına, akış yoluna göre biçimlenmiş bir daldan yaptığı baston eğri büğrü olabilir ama despotun, ağacın doğasına aldırış etmeden form dayattığı bir bastona göre çok daha güçlüdür. Usta, malzemesinin doğasına katılarak kendini güçlendirirken, despot doğaya zorla form dayattıkça, yaslandığı baston kırılganlaşmakta ve kendi çöküşünü de hızlandırmaktadır. Toplumsalın tarihi doğanın dilini, akışını kendi istediği gibi bükebileceğini iddia eden despotların çöküş ve yıkım tarihidir.
DÜNYA CEHENNEMLEŞİRKEN
Yeni-dışavurumcu sanatçı Anselm Kiefer, Viyana Albertina Müzesi’nde sergilenen ahşap gravürlerden oluşan yapıtlarında, doğaya yönelik despotça tavrın tarihsel izlerini, doğa ve kültür ilişkisi üzerinden betimlerken büyük yıkımlara yol açan Alman tarihi ve mitolojisiyle hesaplaşıyor. Ağacın dokusunda saklanan doğanın tarihi ve Kiefer’in bedeninde saklı olan toplumsalın tarihi. Gravürlerinde ön planda yer alan ağaçlar, despotun elinde hapishanenin demir parmaklıklarına dönüşürken, arka plandaki akışın simgesi Ren Nehri tutsak alınmış. Ağaçların arasında ve üstündeki geometrik formlar ve yapılar, despotun yıkım makinesine dönüştürdüğü mitolojinin izlerini taşıyor; kıyametin, melankolinin ve çöküntünün alametleri. Yapıtlarında despotun kahramanlıklarla dolu destansı anlatısını tersine çevirerek, asıl yüzünü, yıkımın melankolisini gösteriyor Kiefer. Faşizm mitolojiye başvururken, kıyametin geri dönüşünü olumlamaktan başka bir şey yapmaz. Doğanın akışkan doğasına form dayatan despot hep aynı olanı, kıyameti yeniden ürettikçe, doğayı ve insan doğasını yıkıma taşır her seferinde. Ve bu dünya cehennemleşirken, Albert Dürer’in Mahşerin Dört Atlısı, Kiefer’in yapıtlarında yeniden yüzeye çıkar. Bu kez, Nazilerin Cermen erdemlerini ve milliyetçi fikirleri yüceltmek için başvurdukları Ortaçağ destanı Nibelungen Şarkıları’ndaki kahraman ve atı Grane’dir sahnede olan. At, sırtındaki kahramanı, birlikte yanacakları ateşe taşımaktadır. Despotun doğanın doğasını çarpıtarak yeryüzünü mitolojik yıkımlara sürüklediği bir coğrafyada, ateşe doğru dörtnala koşan bir atın sırtında yolculuk ediyoruz. Bindiğimiz despotik alametlerle, kıyametten başka nereye gidebilirdik ki zaten?

    Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder