29 Nisan 2016 Cuma

TECAVÜZ ODASINDA SONSUZ BEKLEYİŞ

Grete Stern
RAHMİ ÖĞDÜL
29.04.2016
Sonra ne mi olacak? Sonra ne olacağını bal gibi biliyorsunuz. Çünkü hep aynı kurgunun içindesiniz, kadim tarih hep aynı kurgunun örnekleriyle dolu. Olay örgüsünü kuran, sonra ne olacağını da belirlemiş. Bize düşen, kurgudaki rolleri başarıyla oynamak. Rolümüz ne diye sormayın sakın. Oyunun içindeyiz, oynuyoruz zaten. Tecavüz ediliyor, aşağılanıyor, öldürülüyor ve yok sayılıyoruz. Bundan daha kötüsü olabilir mi? Boşuna beklemeyin bir başka oyun kurucunun sahneye girmesini ve kurguyu değiştirmesini. Başroller değişse de bizler yine bize biçilen rolleri oynamaya devam edeceğiz. Bir ‘deus ex machina’ durumu yaratılır diye de umutlanmayın boş yere; hani, sahnenin bir köşesindeki makine yardımıyla yukarıdan indirilen tanrı rolündeki bir aktör, birdenbire kurguyu değiştirir ve içine düştüğümüz açmazı açıverir ya; eski bir tiyatro numarası, ama işe yarıyor; beklentiye sokuyor bizi. Hep bekliyoruz ve beklerken tecavüz ediliyor, aşağılanıyor, öldürülüyor ve yok sayılıyoruz.
Çerçevenin içinde duble yollar
Kapısında tarihin bekleme odası yazsa da başımıza gelenlere bakılırsa burası tarihin işkence odası. Ama bize ilerlediğimizi söylüyor iktidar; güya bir trenin vagonundaymışız da, zaman denilen çizgisel raylarda ilerliyormuşuz. Evet, içinde bulunduğumuz kompartımanın penceresinden baktığımızda, dışarıdaki görüntünün hızla değiştiğini görüyor ve hareket ettiğimizi sanıyoruz. Pencerede yemyeşil bir vadi gördük biraz önce. Sonra bir de baktık, çerçevenin içinde duble yollar ve HES var. Bu kez ağaçlar ve dallarındaki kuşlarıyla, sulak alanlarıyla bir başka ekosistem girdi görüntüye. Yine değişti manzara; her yer betonla kaplanmış; Batman’in yaşadığı, kötülüğün ve suçun kenti Gotham’ı andıran dikine yapılarıyla karanlık bir şehre dönüşüverdi. Biz olduğumuz yerde duruyoruz ve manzara hızla değişiyor, eski bir numara. İçine kapatıldığımız bekleme odasında değişen bir şey yok; bedenimize ve zihnimize durmadan işkence ediliyor.
Tecavüzcünün mantığı!
İktidar, hayatı kompartımanlara bölerek icraatını sürdürüyor. Kompartımanlara kapatmışlar bizi ve pencereden dışarıya baktığımızda manzara değişiyor. Değişen, iktidarın kompartımanlarda çarpıttığı doğalarımızdır. Doğayı ve insan doğasını, fıtrat adını verdiği kendi kafasındaki kalıba uydurmak için tahrip ettikçe penceredeki manzara değişiyor ve ilerlediğimizi sanıyoruz. İlerlemenin, olumlu olana doğru bir hareket olduğu öğretildi bize. Katliamlar, yıkımlar, tecavüzler bir kez olumlu bir hareket olarak ilerlemeyle ilişkilendirildiğinde, tecavüzlere, katliamlara, aşağılanmalara da alışıyoruz. Tecavüzcünün mantığını biliyorsunuz: “Tecavüz kaçınılmazsa, zevk almaya bak.” Tuhaf değil mi? Ne kadar çok tecavüz edilirsek o kadar çok ilerlediğimizi düşünüyor ve ilerleme kaçınılmaz olduğu için de tadını çıkarıyoruz.
Hatta daha da ileri giderek, tecavüz edildikçe güzelleşeceğimizi söylüyor. Kentlerin içindeki tecavüz edilmiş doğayı bize park ve bahçe olarak sunduğunda ikna oluyoruz. Sonra yeryüzünün doğal ve toplumsal kuvvetlerini hesaba katarak biçimlendirdiğimiz konutlarımızı bombalayarak kafamıza yıktığında ve bizi yeryüzünden ve toplumsal olandan koparan toplu konutlara, kapalı sitelere, AVM’lere tıktığında yine ikna oluyoruz. Çok tuhaf varlıklarız doğrusu; nasıl inşa ettilerse bizi?
İktidarın, kendini dayatması için, toplumsal ve doğal kuvvetlerle devinen, akışkan insan doğasını sabitlemesi, çerçeve içine alması, kompartımanlara kapatması gerekiyordu: Fıtratın inşası. Ve devletçi Thomas Hobbes’un eski numarası: “İnsan insanın kurdudur.” Aramıza nifak sokarak bizi birbirimize düşürdükten sonra, üçüncü şahıs olarak araya girerek ilişkilerimizi manipüle etmekle kalmıyor, bedenlerimize tecavüz etme hakkını da elde ediyor. Doğal ve toplumsal bedenler, iktidarın kompartımanlara kapattığı, durmadan ırzına geçtiği seks oyuncaklarıdır (“Bu milletin a…na koyacağız”). Bu kurguyu değiştirecek bir kahramanı beklemekten vazgeçin artık. Bu sonsuz bekleyişi, bir karar anında biz kırabiliriz ancak. Ve kapatıldığımız tecavüz odasının duvarlarını yıkıp, yeniden yaşamla buluşabiliriz.

    22 Nisan 2016 Cuma

    ÇIKARIN ÖLÜM MASKLARINI SURATINIZDAN!

    Andrian Ghenie

    Rene Magritte
    RAHMİ ÖĞDÜL

    22.04.2016

    Onca acıdan sonra hâlâ birbirimizin yüzüne bakabiliyorsak,yüzümüzün olmadığını gösterir bu. Yüzümüz olsaydı, bizim adımıza işlenen katliamlara, tecavüzlere dayanamaz, isyan ederdik ve birbirimizin yarasına tütün basar gibi basardık yüzümüzü. Yüzü olmayanı, cesareti olmayan, utanan anlamında değil, sözcüğün düz anlamında kullanıyorum; yani, kişinin kendine ait bir yüze sahip olmama durumu. Yüz diye kafamızda taşıdığımız da ne, diye soracağınızı duyar gibiyim. Aşkın bir varlığın bir parçası olarak kendini tanımlayanlar, biat ve itaat edenler tepeden dayatılmış bir yüz geçirmişlerdir kafalarına. Kodlanmış, haritalandırılmış ve yasalarla delik deşik edilmiş bir ara yüzey olarak bize giydirilmiş yüz, dış dünya ile kuracağımız tüm ilişkilerimizi bir elek gibi süzüp düzenleyeceği için hiçbir zaman yüzleşen biz olmayacağız ve yaşanan onca acı da içimize işlemeyecek. Birbirimizle her yüzleştiğimizde, yüzleşen devlettir, iktidardır, despottur ya da itaat ve biat ettiğimiz her neyse. O yüzden yüz yüze ilişkileri yüceltirken temkinli davranmak gerek. Eğer böyle bir yüzse taşıdığımız, bu yüz ile gerçekleştireceğimiz ötekilerle karşılaşma bir yüzleşme değil, tıpkı bilimkurgu filmlerindeki robotların, karşılaştıkları her nesneyi taradıkları ve bilgisayar programı aracılığıyla eşleştirerek kimliklendirdikleri bir işlemdir. Kendi yüzümüz olmalı, yüzleşmek için. Aşırı haritalanmış ve kodlanmış yüzü bozup kendi yüzümüzü inşa etmedikçe, dış dünyayı dijitalleştirerek ikiye bölen, durmadan düşman ve dost ayrımı yapan bir ara yüzeyden başka bir şey olamayız. Unutmadan, bu dost ve düşman ikiliği iktidarca programlanmıştır.

    Hangi yüz?
    O yüzden bu topraklar, yüzleşmesi imkânsız sorunlar yumağıdır; Ermeni sorunuyla, Kürt sorunuyla, etnik sorunlarla, toplumsal cinsiyet sorunlarıyla yüzleşmekten söz edildiği her seferinde, hangi yüzle diye sorasım geliyor. Eril, despotik bir yüzle mi? İktidarın biçimlendirip bir ara yüzey olarak suratımıza geçirdiği aşırı haritalanmış ve kodlanmış, yasalarla kirletilmiş bir yüz ile nasıl yüzleşebiliriz ki? Bu yüzle yapılan her yüzleşme, sürekli ayrışmayı ve çatışmayı pekiştirecek, çünkü bu amaca göre programlanmıştır. Önce, iktidarın haritalandırdığı bu yüzü silmeli ve kendi yüzümüzde kaybolmalıyız. İngiliz tiyatro yönetmeni Joan Littlewood, “Kaybolmazsak, asla yeni bir yol bulamayız” diyordu, haklı. Kaybolmadan yeni bir yüz de bulamayız ve yeryüzünün yüzüyle örtüşen, henüz haritası çıkarılmamış bir yüzeyde hep birlikte keşfedebiliriz ilişki kurmanın, yüzleşmenin yeni yollarını. Bu yüz, yeryüzünün kuvvetleriyle, ilişki ağlarıyla biçimlenecek ve haritası sürekli değişen bir yüz olacaktır. Her karşılaşma ve yüzleşme bir iz bırakacak, yeni bir patika açacak yeryüzü ile aramızda. Yukarıdan giydirilmiş aşkın bir yüz değil, yatay ilişkilerle oluşan ve yatay ilişkileri çoğaltan bir yüz. O zaman yeryüzüyle, ötekilerle yüzleşmekle kalmayacağız sadece, yerin yüzü olacağız, öteki olacağız. İkili ayrımlardan kurtulup çoğaldığımızda ve çoğaldıkça yeryüzü olduğumuzda, başkalarının acıları bizim acımız olacak ve başkalarının sevinçleri de bizim sevincimiz.
    Göçebe yüzler!
    Yeni ilişki patikaları keşfettikçe yaratacağımız yüz, yeryüzünün göçebe yüzüdür. Lacan insan yüzünü, burun, kaş, göz, ağız gibi tekil aktörleriyle nesnelerin en ele avuca sığmazı olarak tanımlamıştı. İktidarın haritalanmış ve kodlanmış yerleşik yüzünün aksine, sürekli dalgalanan ve bir türlü yerli yerine oturtulamayan göçebe yüz. İnsanın kendine has bir yüzünün olmadığını ve yüzünü kendi iradesiyle biçimlendirebileceğini yazmıştı della Mirandola, 1486 gibi erken bir tarihte. Bir yüz yaratmak dünyaya açılmaktır, yeryüzünü olabildiğince duyumsamak; dolayısıyla çaba ister. Kendi yüzümüzü yaratamadığımız takdirde, iktidar kendi yüzünü kafamıza geçirecek durmadan. O yüzdendir işlediği tüm cinayetlerin, tecavüzlerin yüzümüze sinmesi. Hepimizin yüzüne ölüm sinmiş. Yırtıp atalım bu ölüm maskını, bakın o zaman nasıl da yaşam fışkıracak yüzümüzde ve yerin yüzünde. Yüz olalım, çoğalalım, yeryüzü olalım, yüzleşelim ve yaşam sinsin yüzümüze.

    16 Nisan 2016 Cumartesi

    MİTOS BAŞA KUZGUN LEŞE

    Igor Morski

    RAHMİ ÖĞDÜL

    15.04.2016

    Bedeni ve hiyerarşisini model alarak örgütlenmiş bir kurumda yaşıyorsanız ve organlarını başkan, başbakan, kolluk kuvvetleri, ayak takımı gibi beden metaforlarıyla adlandırıyorsanız, bedenle ilgili özdeyişlerden de payınıza düşeni alırsınız. Deneyimsizliğin göstergeleri sloganların çoğaldığı bir çağda, atasözlerine, deneyimin sesine kulak vermek lazım: “Balık baştan kokar”. Bu saptama, doğrudan balığa dair gözlemden çıkarılsa da bir beden gibi örgütlenmiş, devlet de dâhil tüm kurumlarda sık sık görüldüğünde bir metafora dönüşmüştür. Ve toplumsal gövde kokuşmuşsa, başın çoktan kokuştuğunu atalarımız tecrübeyle sabitlemişler. Kokuşan bir balık vakası yaşıyoruz ve balığın gövdesinden çıkan kötü kokuları medya parfümüyle, olmadı şiddetle örtmeye çalışan bir baş var şimdi. Evet, önce baş, ardından da gövde kokuşur; o halde başın, hâlâ taze ve dipdiri bir baş olduğu iddiasını sürdürmek için toplumsal çürümeyi makyajlamaktan başka çaresi yok. Üstelik kokuşmaya direnenleri operasyonla kesip atmayı düşünüyor. Çürümeye yüz tutmuş gövdeden çıkan pis kokulara burnumuz alışınca, tıpkı bir zamanlar Haliç kıyısında yaşayanların çürüme kokusuna alışmaları gibi, bizim de çürüyen ortamda yaşamaya aldırış etmememiz bekleniyor. Çürüyen sadece gövdelerimiz değil, belleğimiz de çürüdükçe, geçmişsiz ve geleceksiz kalıyoruz.

    “Sevgili geçmiş, tüm dersler için teşekkürler/ Sevgili gelecek, hazırım”: Evlilik yaşamı boyunca, aile kurumunun başından, kocasından şiddet gören ve tekrarlayan darbelere, daha fazla çürümeye dayanamayıp bir karar anında çürümüş baştan kurtulan Çilem Karabulut’un tişörtünde, geçmişine ve geleceğine sahip çıkan bir kadının çığlığı yazılıydı. Biz, ders çıkaracak geçmişi olmayanlar, aşkınlığın darbelerine her an maruz kalmaya ve çürümeye devam ediyoruz ama. Kendisini bir aşkınlık olarak dayatan başın sürekli tekrarlardan oluşan darbeleri bedenimize indikçe, hep aynı olan geri döndükçe, mitolojik bir evrenin içindeyiz demektir. Mitoloji, evrenin yaratılışına dair anlatılan öykülerin sürekli yinelenen ritüelleriyle iş görür; mitolojide biriktireceğiniz, yeryüzüne dair kişisel deneyimleriniz olmadığı için ne geçmişiniz ve şimdiniz ne de geleceğiniz vardır. Tekrarlayan darbelerin kısır döngüsüne kapatılmış bir insan, aşkın bir iktidarın darbeli matkap gibi durmadan tekrar eden şiddetini de tefekkürle karşılayacaktır. Bir kadın, tişörtündeki iletisiyle, geçmişimize, belleğimize sahip çıkarak bu kısır döngünün kırılabileceğini öneriyor.
    Her ne kadar aşkın darbelere maruz kalsak da, yeryüzüyle, birbirimizle kurduğumuz içkin ve barış dolu ilişkilere dair geçmişimiz, yeryüzünün ve bedenimizin kıvrımlarında kalıntılar halinde birikmiştir. Ve düşünmek için illa da filozof olmanız gerekmez ama Kant, “her filozof eserini, bir başka eserin kalıntıları üzerine inşa eder” derken, düşünme eylemi için belleğin gerekliliğini vurguluyordu. Şiddet yüklü darbelerle, tekrarlarla belleksiz bırakılmaya çalışılan bir bedenin kısır döngüden kurtulması için, kıvrımlarında saklı geçmişine ait kalıntıları bir araya getirmesi ve düşünme eylemini başlatması yeterli. Bir araya getirmek anlamına gelen ‘legein’ sözcüğünden türemiş ‘logos’, yani akıl, tek tek veri parçalarını, doğrulanabilir olgu parçalarını bir araya getirirken, iktidarın yaslandığı mitos ise, hep aynı teraneleri yineleyerek aklı, akıl yürütmeyi dumura uğratacaktır. İşine öyle gelir çünkü. Sorgusuz sualsiz bir aşkınlık olarak kendini dayatması ve kalıcı olması için mitostan başka dayanağı yoktur.
    Dolayısıyla despotlar logosu değil, mitosu sever. Babil Kenti’nde de despot, yerini sağlama almak için kendi mitik anlatısını sahneliyordu. Her yıl yinelenen bayramda, teatral bir gösteri olarak, kozmosu, yani düzeni temsil eden Marduk, kaosu temsil eden Tiamat’ı öldürür ve böylelikle siyasal düzen korunmuş olurdu. Her gün sahneye konulan kaos-kozmos oyununa alıştığımıza göre, şimdi her gün bayram bize. Logosu, yani aklı yürütmek yerine, mitosun kokuşmuş çamurunda debelendikçe, başımıza gelecekler tecrübeyle sabitlenmiştir: “Mitos başa, kuzgun leşe.”

      8 Nisan 2016 Cuma

      METNİ DİPNOTA DÖNÜŞTÜREMEZ MİYİZ?

      Paul Klee

      Chris Riley
      RAHMİ ÖĞDÜL
      08.04.2016
      Ne zaman kurtulacağız dipnot olmaktan, diye soracaktım ki artık dipnot bile olmadığımızı fark edince vazgeçtim. Yazarın niyeti, bizi metninden tamamen atmak; dipnot halinde gösterme gereği bile duymuyor artık. Bir zamanlar dipnotlar halinde ana metne iliştirilen ötekileştirilmiş etnik, dinsel, cinsel, politik kimlikler metinden kovuldukça var olma koşullarını da yitiriyorlar. Mücadele, ana metin ile var olmaya çalışan dipnotlar arasında geçiyor şimdi; bu metinsel mücadelenin toplumsal bir mücadele olduğunu söylemeye gerek var mı? Italo Calvino’nun ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ kitabında sorduğu soru, politik bir sorudur: “Ama acaba, sorduğum için bağışlayın, dipnotlarını metnin içine koyup, metni de biraz sıkıştıramaz mısınız, hatta –karar sizin elbet- metni dip nota dönüştüremez misiniz?”
      Bu soru metni yazana, yani iktidara sorulmuştur; despotun vereceği yanıtı hepimiz biliyoruz. Despotik bir rejimin, dipnotların metnin içine sokulmasına ve metnin de biraz sıkıştırılmasına razı olacağını düşünmek saflık olur; hele metnin dipnota dönüştürülmesi, kendisinin alaşağı olması anlamına geleceği için bizi darbecilikle suçlayacaktır. Görünüşe bakılırsa, dipnotların bir araya gelerek ana metni işgal etmelerinden başka seçenek yok; ana metnin dağıldığı ve tüm notların ‘ve’lerle birbirine bağlandığı yatay bir örgütlenme biçimi, bizim kurtuluşumuzdur.
      YAZICININ İNSAFINA KALDIK
      Tarihi yapan insanlardır ama despotun gölgesinde yetişenler yazıcılığı üstlenip tarihi yazmaya kalkıştıklarında, tarihi ve yeryüzünü inşa eden sıradan insanlar, emekçiler metinden dışlanacaklardır. Tarihe ve yeryüzüne el koyanlar, ana metni kendi anlatılarıyla doldururken, dışlananlar metnin dibinde yer bulabilirler ancak. Dolayısıyla kadınları dışlayan egemen tarihsel metin, haliyle erkeğin hikâyesi haline gelmiştir (İngilizce tarih anlamına gelen ‘history’: ‘his story’, yani erkeğin hikâyesi). Yine yer yazımı anlamına gelen coğrafya (geo-graphy), beyaz, Batılı, heteroseksüel erkeğin yazma aletine dönüştüğünde, yeryüzünün üzerine yazılan metinde ötekiler ötelenecek ve metnin dibine düşeceklerdir. Tamamen yazıcının insafına kaldık. Dipnot halinde gösterildiğimiz zamanları sitayişle anıyoruz şimdi; despot yazıcılarına emir verdi, metinden tamamen çıkaracaklar bizi.
      Hep tarihe not düşmekten söz ederiz ama biz ötekilerin düştükleri notlar okunmaz ve görünmez notlardır, ya üstleri örtülür ya da kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde, dipnot olarak kitabın sonuna eklenir; daha demokrat yazıcılarsa, ait oldukları sayfaların dibine yerleştireceklerdir bu notları. Nerede olursak olalım dipte olmaktan kurtulamıyor, yüzeye, ana metnin içine çıkamıyoruz. Hâlbuki bir zamanlar notlar, ‘ve’lerle bir araya gelerek kıvrım denizinde bir arada yüzüyorlardı. Daha işin başında, aşkın bir metin tepeden indirilirken, dipnotlaştırılacağımızı anlamamız gerekiyordu oysa. Başlarına nelerin geleceğini anlayan Brezilya yerlileri, kendilerine dayatılan metni pişirip yemişler ve dışkıya dönüştürmüşlerdir.
      BİZE ANLATILANLAR
      Evet, Tupinamba’lar, sömürgecilerin Portekiz’den gönderdikleri Piskopos Sardinha’yı bir güzel pişirip yemişler. Oswaldo de Andrade ‘Manifesto Antropofag’ ya da ‘Yamyam Manifestosu’ (1928) adlı metninde, Brezilya’nın modernleşme tarihini, bu ana metni ya da ana yemeği yerlilerin yemesiyle başlatır. Tupinamba’lara gönderme yaparak metninde “tupi or not tupi” diye yazmış ve yamyamların Shakespeare’i de yediklerini ima etmiştir. Bize anlatılan beyaz, Batılı erkeğin tarihindeyse dipnotlar, sömürgecilerin tabaklarında meze olabilirler ancak. İngilizlerin, ordövr tabağının tam ortasına ana karada yetiştirilmiş sığırın etini, etin çevresineyse sömürgelerden gelen yiyeceklerden yapılmış mezeleri yerleştirmeleri, dipnotlaştırılanların metin hiyerarşisindeki yerlerini gösteriyor.
      Sofradan da kovulduk şimdi. Dipnotlar yüzeyin altına itildikçe, dip akıntılarına dönüşecekler. “Bastırılmış olan, geri döner” diyordu Lacan. Dip akıntılarının, iktidarın yeryüzüne dayattığı metni nasıl da bir oturuşta midelerine indirdikleri, doğanın tarihinde yazılıdır. Tsunamilerin kudretine baksanıza!

      1 Nisan 2016 Cuma

      DİSTOPİK ROMANIN SEFİL KAHRAMANLARI

      Igor Morski

      Igor Morski
      RAHMİ ÖĞDÜL

      01.04.2016

      Bildiğiniz her şeyi unutacaksınız, sırf rahata düşkünlüğünüz yüzünden. Keşke binmeseydiniz yürüyen banda. Yürüyen bant sistemiyle çalışan devasa bir bellek silme makinesinin içindesiniz artık; duvarlara yerleştirilmiş ekranlarla kazıyacaklar beyninizi. Kadim zamanlardan beri beynin ve bedenin kıvrımlarında biriktirdiğiniz, birlikte yaşamaya dair ne varsa, iktidarın şiddet yüklü kazıma makinesiyle silinecek birazdan. Ve öğrendikleriniz silindikten sonra, tabula rasa’nın (boş levha) üzerine iktidar kendi yasalarını yazacak. Kendinizi distopik bir siberpunk romanının kahramanı gibi mi hissediyorsunuz? Başımıza gelenlere bakılırsa distopik zamanlardayız ve hayatımız roman bizim.

      Kant, “her filozof deyim yerindeyse eserini, bir başka eserin kalıntıları üzerine inşa eder” dediğinde, bilginin arkeolojisinden söz ediyordu ve düşünme eylemi, arkeolojik kazılarla ulaştığımız kalıntılar olmadan mümkün değil. Bedenimizin ve beynimizin kıvrımlarında yatan kalıntılara ulaşabildiğimizde, içinde bulunduğumuz çağı ve yaşadıklarımızı düşünebiliyoruz ancak. Ve iktidar bedenin kıvrımlarını düzleştirdiğinde kalıntısız bir beden yaratacak; kendine koşulsuz boyun eğecek kölelerden bir tebaa. Geçmişi olmayan ve kıvrımlarında bir şey biriktiremeyen kaygan yüzeyli bir beyin, bir düşünme aleti değildir artık; doğrudan bedenleri iktidar aygıtına bağlayacak bir boyun eğdirme aygıtı.
      Geçmişe dair tüm kalıntıların bertaraf edildiği parlak bir yüzeyde, düşünmek istediğiniz her seferinde düşünceniz kayacak ve düşeceksiniz, kafanız kırılacak. Kafanızı kırdırmamak için bir süre sonra düşünmeyecek ve tıpkı beyniniz gibi parlak yüzeylerden oluşmuş monitörlerde sörf yaparken bulacaksınız kendinizi. İktidarın beyni olan medya sizin adınıza düşünecek ve tıpkı köpeklere fısıldayan Cezar gibi, gündelik hayatta kullanacağınız replikleri fısıldayacak kulaklarınıza ve de kendisinin efendi, bizlerin köleler olduğumuzu.
      Bu zamana kadar bildiğiniz her şeyi unutacaksınız. Birlikte yaşamak için barış istemek suç olacak, terörist ilan edileceksiniz örneğin. Bilginin ve barışın peşinde koşan akademisyenler hapse atılırken, cehaleti ve savaşı savunanlar üniversitelere rektör olacak. Ve seks; ne demişti iktidar? “Seks cumhuriyetten bahseder, cumhuriyetin her vilayetine gitti mi?” Çocukları, cinsel taciz de dâhil her türlü istismardan korumaya yönelik etik davranışlarınızı da unutacaksınız, çünkü seks, cumhuriyetin her vilayetine gidecek ve kapatma kurumlarında kıstırılmış çocuklara tecavüz edilecek. Ve Aile Bakanı’nın dediği gibi tecavüzcüler değil, tecavüz edilen çocuklar cezalandırılacak: “ihmal, istismar ve tacize uğrayan çocukların cezalandırılması konusu da gündeme alacağımız konulardan bir tanesi.” Ve durmadan anlatılan şefkatli bir baba olarak devletin, ensest düşkünü bir tecavüzcü ve dolandırıcı (bkz. TDK sözlüğü) olduğunu kabullenecek ve asla şaşırmayacak, alışacaksınız.
      Ve son darbe. Beyninizi düzleştirmekle yetinmeyecekler, tecavüz de edecekler, tıpkı 1848’de Phineas Gage’in beynine yaptıkları gibi. Amerika’daki Vermont eyaletinin demiryolu inşasında çalışan Phineas Gage, zeminin düzleştirilmesinde çalışan ekibin ustabaşıydı. Yolu tıkayan büyük bir kayayı havaya uçurmak için her zamanki gibi kayada açtığı deliği barutla doldurmuş ama dalgınlıkla üzerini toprakla kapatmadan, elindeki bir metreden uzun demir çubukla baruta sıkıştırmıştı. Barut yüzünde patlamış ve elindeki demir çubuk bir ok gibi fırlayıp sol yanağından girmiş ve beynin ön kısmından geçerek otuz metre uzağa saplanmıştı. Merak etmeyin, Gage ölmedi ve Gage Vakası olarak psikoloji tarihine geçti (bkz Douwe Draaisma, Aklın Çıkmazları, YKY). Kısa sürede iyileşen Gage’in davranışlarının tamamen değiştiği görüldü ama. Artık etik kuralları çiğniyor, aldığı kararlarla hem kendine hem de çevresindekilere zarar veriyordu. Beyninize iktidarın fallik nesnesiyle tecavüz edildikten sonra, birlikte yaşamaya, barışa, bilgiye dair tüm bildikleriniz ve her türlü etik kural tamamen silinecek beyninizden. Dedim ya, distopik zamanlardayız, keşke binmeseydik yürüyen banda, sırf tembelliğimizden. Şimdi, despotun yazdığı distopik romanın sefil kahramanlarıyız.