29 Temmuz 2016 Cuma

SİZ KENDİNİZİ GERÇEK Mİ SANIYORSUNUZ?


RAHMİ ÖĞDÜL
29.07.2016

Kübik bir tablonun parçalılığını kemiklerine dek hissetmeyen var mı? Yere düşüp parçalanmış cam gibiyiz. Tutarlı, bütüncül benliklerimiz kırılmış ve dağılmıştır; çok parçalı bir halde, olup biteni kırık parçaların prizmasından yansıdığı kadarıyla algılamaya çalışıyoruz. Yeryüzü üzerimize enformasyon kırıntıları, “bite”lar halinde boca edilirken neresinden tutacağını bilemiyoruz, tutarsızlaştık.

Tutarlı ya da tutarsız; her iki benliğimiz de sanal âlemin ürünüdür; sanal âlemin sanıldığı gibi yüzyılımıza ait bir olgu olmadığını, çitlerle kendimizi doğadan ayırdığımız ve yerleşik hale geçtiğimiz andan itibaren sanallaştığımızı söyleyebiliriz. Sanal teriminin 18. yüzyıl başında, bir nesnenin kırılmış ya da yansımış görüntüsünü/imgesini tasvir etmek için optikte kullanıldığını akılda tutarsak, bu kopuşu doğayı imgeler aracılığıyla deneyimlemeye başladığımız 40.000 yıl öncesinin ilk mağara resimlerine dek çekmek de mümkün. Hepimiz sanal bahçenin, yani kültürün ürünleriyiz. Hiç kimse Pokemon Go oynayan gençleri eleştirmesin; iktidar tarafından yakalanıp biçimlendirilen Pokemonlar değil miyiz?

Tek merkezli ve tutarlı sanal bir âlem kurduk önce; eş merkezli çemberlerden oluşan yerleşme planının merkezi halkası bir mercek gibi işlev görmüş ve doğanın sadece evcilleştirilmiş imgelerini yansıtmıştık içeriye. Doğaya özgü çokluğun ve farkın içeri sızmasını önlemek için yarattığımız bu mekânsal düzenlemeyi, iç içe geçmiş çemberlerden oluşan, labirentimsi Göbeklitepe Tapınağı’nda da görüyoruz. Bu tapınak, doğanın gerçekliğinden koparak kendine aşkın bir gerçeklik yaratan ve kendi üzerine kapanan insanın ilk radikal sanallaşma edimidir. İnsanı andıran ve tanrıları temsil eden, T biçimli taşlar kutsal merkezi işgal ederken, artık doğa bizim için ancak aşkın bir imge aracılığıyla dolayımlanan ve düzene çevrilebilen saf kaos alanına dönüştü ve doğanın kaosuyla baş edebilmek için daha fazla aşkın imge ve sanal düzen yarattık içeride. Ve bu kutsal merkez, daha sonra tanrı-kralın yerine, politik merkeze dönüşünce, katmerli imgelerin sanallığı içine gömüldük. Sanal hakikat merkezdeydi, merkezi elinde tutanlar bu âlemin efendileriydi. Hakikati elde etmek için dinsel ve politik merkezlere hac yolculuklarına çıktık. Merkeze ulaşanlar kahraman, ruhani ya da politik lider oldular. İçsel yolculuğa çıkanlar, yine hakikate ulaşmak için içlerindeki merkeze yolculuk edeceklerdi. 11. yüzyıldan kalma, tek merkezli bir labirent şeklinde tasarlanmış dinsel bir metin, tutarlı benliklerimizin haritasıdır. Labirentin tam merkezinde, doğanın oluş halinin karşıtı, hep değişmeden kalan varlığın dilsel işareti olan latince “est” vardır ve bu merkez, tıpkı Göbeklitepe’de olduğu gibi aynı zamanda aşkın bir gerçekliğin merkezidir. Dolayısıyla hem mekânsal örgütlenmemiz hem de benlik haritamız, imgeleri içeri yansıtan tek odaklı bir mercekti ve yeryüzünü bu mercekten kırıldığı ölçüde anlamlandırdık ve sanal bir âlem kurduk içeride.

Şimdi “est”in yerinde yeller esiyor, enformasyon fırtınaları nasıl da dağıtıyor bu merkezi? Yeni makineler, bilgisayarlar tutarlı benliğimizi parçalamıştır; ve çok merkezli ve merkezi durmadan yer değiştiren, çoğalan ve imgeler arasında yeni bağlantılar kurduğumuz, imgeleri dağıtıp yeniden bir araya getirdiğimiz bir düzlemdeyiz şimdi. Hayatımıza eklenen yeni teknolojiler, makineler, imge üretim aygıtları içinde bulunduğumuz sanal ekosistemin doğasını değiştiriyor her seferinde. Bilgisayar insanın düşünme, yaratma, iletişim kurma, birlikte çalışma, kendilerini örgütleme, hatta iktidarı ve sorumluluğu paylaşma biçimlerini değiştirmiştir.

Tek merkezli ve merkezi aşkın bir gerçeklikle bağlantılı bir sanallıktan, çok merkezli, hatta merkezsiz bir sanallığa geçince, hakikat de yerini yitirmiş ve dağılmıştır. Şimdi hakikati hep birlikte içeriden keşfetmek durumundayız. Nietzsche’nin “olgular değil, sadece yorumlar vardır” önermesi, bir gerçeklik alanı olarak olguları yitirdiğimizi, yorumlamanın sanallığına gömüldüğümüze işaret ediyor; nesnelerin kırılmış ve sonsuzca yansımış imgeleriyle paramparçayız şimdi ve birbirimizin yorumlarına muhtacız. Konuşmak dışında başka seçeneğimiz var mı?

22 Temmuz 2016 Cuma

BUZ DEVRİ: BÜYÜK ÇARPIŞMA



RAHMİ ÖĞDÜL
22.07.2016

Duyularımız, hep aynı şiddetle, sürekli tekrarlanan bir uyaranı algılamamaya başlıyor bir süre sonra. Biteviye tekrarlayan bir sesi işitmez oluyoruz. Ama algıları açık olanlar vardı, hep işittiler sesi ve kuşkulandılar. Biri bir işler karıştırıyor olmalı: “What the hell is he building in there?” diye sordular Tom Waits ile birlikte: “Neler inşa ediyor? Ne haltlar karıştırıyor?” Elindeki matkapla küçük tadilatlara giriştiğini düşündük önce. Fakat tadilatları hiç bitmedi; gece ve gündüz matkabın sesini işitiyorduk. Sonra birden matkap darbeli moda geçince kulakları tırmalayan bir sesle sıçradık koltuklarımızdan: “Gotta catch ‘em all!” “Yakalayın hepsini!” Ekranların içinde yakalanmıştık.

Marslıların yeryüzünü işgal etmesini andıran ve felaket filmlerinden alışkın olduğumuz sesler ve görüntülerle sarsıldık o gece. Canlı yayın, Orson Welles’in bir radyo şakası değildi, ama bunun bir şaka olmasını çok isterdik. Welles, 1938’de radyo tiyatrosunda, H. G. Wells’in Dünyalar Savaşı romanını canlandırdığı sırada Marslıların dünyayı işgal etmeye başladığını anlatırken, radyolarını yeni açmış Amerikalıların yaşadığına benzer bir duyguydu yaşadığımız. Ve daha da şiddetlisi. Televizyonda görüntüler vardı; ve dışarıdan gelen sesler ve görsel efektlerle zenginleştirilmiş üç boyutlu bir gösterinin içinde bulduk kendimizi; kimimiz şiddete maruz kaldık, kimimiz gerçek ile gerçek dışının ayrımsızlaştığı mıntıkada sadece izlemekle yetindik. Aklımızın dumura uğradığı bir yücelik gösterisi.


Keyifli dehşet!
Buz kesilmiştik. İşin tuhafı, Buz Devri filminin gösterime gireceğini günler öncesinden duyurmalarına rağmen yine de kanımız donmuştu: “Buz Devri, Büyük Çarpışma/15 Temmuz’da Sinemalarda/Türkçe Dublaj ve 3-D seçeneğiyle.” Ankara ve İstanbul’dakiler üç boyutlu şiddete maruz kaldılar. Sesler, görsel efektler, ses ve ışık patlamaları; şiddetli bir gösterinin içine düşmüştük. Biz küçük insanların güvenli bir yerde izleyici konumunda, kudretimizi aşan çok güçlü bir “yüce” varlık karşısında yaşadıklarımızı, Romantikler “delightful horror” diye tanımlamışlardı, yani keyifli dehşet. Bir estetik kategori olarak “yüce” deneyimi, 17. yy’de Salvador Rosa’nın yaptığı yabanıl, ürkütücü ve eril doğa manzaralarıyla estetik repertuvarlarımıza girmiştir, ama egemenlerin halkın aklını dumura uğratmak ve tüm duyularını esir almak için kullandıkları eski bir yöntemdir; keyfini bilemem ama dehşet yaratmakta üstüne yoktur.

Yoksa Yunan mitolojisindeki tanrıların, göksel varlıkların çarpışmasına mı tanık olmuştuk? Gök gürültüleri, şimşekler ve düşen yıldırımlar. Ve bu güç ve şiddet gösterisi toplumsal ilişkilerin ortasına düşen bir imaj bombardımanıdır aynı zamanda. Hiç kimse güvende değildi. “Gösteri, bir imajlar toplamı değil; kişiler arasında, imajlar tarafından dolayımlanan bir toplumsal ilişkidir” diyor Guy Debord Gösteri Toplumu’nda (Ayrıntı). Zihinlerimiz ve bedenlerimizi yakalayan gösteri, tüm ilişkilerimizi dolayımlayınca, egemen aklın kurgusunda kör şiddetin hem faillerine hem de kurbanlarına dönüşebiliriz.

Derin çukurlar
Bastığımız sağlam zeminler de delik deşik şimdi. Her delik, aramızda kurduğumuz bağları kopardı ve kopan bağlarla birlikte kendimizi çukurun dibinde bulduk. Çukurlarımızdaki dev ekranlarda akan görüntülerden izliyoruz yukarıda kopan kıyameti. Yeryüzü, kentler, toplum ve bedenler; tutunacağımız yüzeyler. Nereye tutunmaya çalışsak derin çukurlar açılıyor; kime sarılsak boşluğa sarılmış gibi oluyoruz. Kendimize bile tutunamıyoruz; içimizde derin, dipsiz uçurumlar var; bakmaya korkuyoruz. Boş oyuklar olarak dolaşıyor kentin sokaklarında, kara delikler. Herkes birbirinin aynası; boş oyukların sonsuza doğru katlanarak çoğaldığı aynalar.

Buzdan bıçaklar!
Ekran aynadır, boşlukları durmadan çoğaltan. Ekrandaki gösteri, bir yandan içimizi boşaltırken, diğer yandan bir lütufmuş gibi sunulan hazır-yapım kavramlarla dolduruyor içimizi. Nietzsche’nin filozoflara önerisine bu zor günlerde ne de çok ihtiyacımız var: “Filozoflar artık kavramları ne bir armağan gibi kabul etmeli, ne de onları saflaştırıp parlatmalıdır; kavramları yaratmalıdır.” Sadece kavramları mı? Mekânlarımızı da yaratamazsak buz kesmiş buzdan bıçaklara dönüşmemiz an meselesi.

17 Temmuz 2016 Pazar

HER ŞEY BİR ÇUBUKLA BAŞLADI



RAHMİ ÖĞDÜL

15.07.2016

Protezler hem gücümüz hem güçsüzlüğümüz. Modern yaşam, bir yandan protezlerle gücümüze güç kattığımız, öte yandan yokluklarında kendimizi sakatlanmış hissettiğimiz bir yaşamdır. Hayatımıza dahil oldukları andan itibaren protezlerle ayakta durabiliyoruz ancak. Modernleştikçe gücümüzü yitirdiğimizi ve güçsüzleştikçe de yeni protezler icat ederek ikame kudretler yarattığımızı söyleyebiliriz. Doğanın içinde olabildiğince az nesneyle hayatlarını idame ettiren modern-öncesi insanlar sadece bedenlerine güvenir ve doğanın dilinden anlarlardı. Balıkçılar mesela; balık bulmaya ya da hava durumunu kestirmeye yarayan aletleri olmadan, sadece bedenlerine, duyularına güvenerek tahminlerde bulunur ve bu tahminlerinde de pek yanılmazlardı. Artık doğanın dilinden anlamıyor, sadece makinelere, protezlere tutunarak hayatta kalabiliyoruz. Mutsuzuz bu yüzden ve bizi mutlu edecek yeni protezler, haz çubukları (joy stick) icat etmeleri gerekiyor. İktidarsızları yeniden erklendirecek mutluluk çubukları. Sahte bir erklenme yaratsalar da yine de çubuklar güldürüyor yüzümüzü. Yaşamlarımızın kontrolünü tamamen yitirmiş ve iktidarsızlaşmışken bu kez selfie çubukları yetişti imdadımıza. Şimdi herkesin elinde selfie çubuğu ve herkesin yüzünde gülücük.

İlk ölçüm çubuğumuz
Her şey, yeryüzüyle aramıza giren bir çubukla başladı ve kudretsizleştik; kamıştan icat ettiğimiz ilk ölçüm çubuğundan söz ediyorum. Yunanca “kanna” adı verilen ölçüm çubuğu, “kanon” ve “kanun” sözcüklerinin de kökenini oluşturuyor. Yeryüzünü, bedenleri bu çubukla ölçmeye ve yargılamaya başlayınca şeyler, ölçülecek ve yargılanacak birer nesneye dönüştü. Belli bir biçimi olmayan ve doğanın ve toplumun kuvvetleriyle akıp giden doğal ve toplumsal bedenleri biçime sokarak kanonik kalıplar yarattılar ve bu kanonik kalıpları yönetmek için de kanunlar. Artık “kanna” hükümdardır. İktidar, akışkan olan her şeyi katılaştıran ve kalıba sokan ölçüm çubuğudur. Kudretimizi seçkinlere ve temsilcilerine devrettiğimizden beri bu çubuk, yani cetvel yönetiyor bizi. İngilizcede “ruler” sözcüğünün hem cetvel hem hükümdar anlamına gelmesi boşuna değil. Ve tüm erkimizi çubuğa devrettikçe, iktidarlıymış gibi poz veren kudretsiz varlıklara dönüştük ve yeryüzü de cansız bir dekora. “Dik dur eğilme!” sloganı, kudretsiz bir halkın mutluluk çubuğuna yüklediği tüm anlamları, daha doğrusu çaresizliği dışa vuran bir slogandır. Bizim adımıza işlev gören bir protezimiz olunca, tüm performansımız bu çubuğun dik durmasına bağlı artık ve yalvarmaktan başka seçeneğimiz var mı? “Ne olur, dik dur!”

Cetvel, kanon ve kanun hükmündeki kararnameleriyle yaşamlarımızı ölçüp biçtikçe, doğumlarımız ve ölümlerimiz sadece bir istatistik sorunu haline geldi, sayılardan ibaretiz ya da dijital bir matrisin içine kapatıldık. Parmakla hesap yaptığımız günlerin anısını taşıyan ve parmak, çubuk, sayı anlamlarını taşıyan “digit”ten türetilmiş dijital ortamın temelinde, “sıfır” ve “bir” sayıları vardır. “Sıfır”, içine kapatıldığımız çemberdir, yani hiçbir değişim ve dönüşümün olmadığı Parmenidesçi hakikat çemberi; “Bir” ise bu çemberin hükümdarı. “Sıfır” aynı zamanda, “Bir”in bize biçtiği değer. Kendimizi sıfırladıkça tüm kudretimizi “Bir”e, yani “digit”e, ölçüm çubuğuna devrettik. Ve devrettikçe yeryüzüne dair tüm bilgimizi de sıfırladık; şimdi hiçiz, çubuk ise her şey. O yüzdendir, dik duran çubuklardan aldığımız haz.

Cetvel cennetten çıkmaydı!
İlkokul öğretmenimizin de dik duran bir protezi vardı; üzerine kaş ve göz çizerek kişilik kazandırdığı bir cetvel. Durmadan cetvelin cennetten çıkma olduğunu hatırlatırdı bize. Oysa bizim için cennet, bir oyun alanıydı; yaşıtlarımızla ve nesnelerle özgürce bağlantılar kurduğumuz bir yaratım etkinliği. Ama başka bedenlerle her bağlantı kurduğumuzda cennetten çıkma cetvel, bedenlerimize şiddetle iniyor, yeryüzünün neşesini, çocuk bedenlerini kalıba sokuyor ve sınıfı cehenneme çeviriyordu. Evet, iktidar protez bir çubuktur, yeryüzünü cehenneme çeviren. Şimdi ellerimizde mutluluk çubukları ve yüzümüzde gülücükler. Ve cehenneme çevrilmiş yeryüzü dekorunun önünde pozlar verebiliyoruz.

8 Temmuz 2016 Cuma

KALIBINIZI ÇATLATABİLİR MİSİNİZ?

Zenos Frudakis
RAHMİ ÖĞDÜL
08.07. 2016
Ressam olmanız gerekmiyor. Sadece ressamlar resmetmez, biz de bedenimizle, jestlerimizle tablolar çizeriz ya da boyarız yaşamda. Kimisi poz vererek kendini resmeder, kimisi durmadan devinen bedeniyle, doğanın ve toplumun kuvvetleriyle dans ederek. Poz verdiğimizde, bedenimizi ve jestlerimizi dondururuz, yüzümüze ve bedenimize kondurduğumuz her ifade bir kalıp gibidir. Yüzlerimiz reklam panolarını andırıyor bu yüzden, hani belirli aralıklarla posterlerin değiştiği reklam panolarını; poz verenler, kalıba girenlerdir.

O karede istenilen ifade ne?
O halde soralım: Kendinizi nasıl resmediyorsunuz? Eyleyerek mi yoksa poz vererek mi? Poz vererek resim yapanların izlediği yol, klasik resim eğitiminde verilendir. Merleau-Ponty, “klasik eğitimde desenle renk birbirinden ayrılır: nesnenin uzamsal şeması çizilir, sonra da bu şema renklerle doldurulurdu” diyor, “Algılanan Dünya” kitabında (Metis). Bizim nesnemiz bedenimiz olduğu için, fotoğraf makinesinin karşısında önce bedenin konturlarını belirler, bir kalıba sokar ve sonra yüzeyi istenilen ifadeyle doldururuz. Bir de şema çizmeksizin, yeryüzünde akıp giderken bedenleriyle resim yapanlar vardır. Beden denilen fırçayı kullanarak, yeryüzünün paletindeki sonsuz renk skalasından seçtikleri renklerle yaşamın içinde resimler yaparlar. Bunlar, Cézanne’ın izinden gidenlerdir: “İnsan renk sürdüğü ölçüde desen çizer”; yani önce konturlarını çizmek yerine, renklerle başlar, bedenini görünür kılmaya. Artık nesnelerin konturları görünmez olmuştur, sadece renkleri ve renk değişimlerini görürüz, bir renk denizinde dalgalanır nesneler ya da beden, olsa olsa renk denizinde alacalı bulacalı bir renk kıvrımıdır. Bunlar kalıbının adamı değil, kalıplarını çatlatanlardır. Cézanne’ın elması da böyledir: “Renkleri dokusuna sonsuz bir özenle işleye işleye resmettiği bir elma … sonunda şişer ve akıllı uslu desenin dayattığı sınırlara sığmayıp çatlar.”

Çılgın projeler
Bir kez daha soralım: Kalıbının adamı mısınız yoksa kalıbını çatlatanlardan mı? Bu karşıt tavırlar, politikadan tutun da felsefeye, yaşam tarzlarına dek hayatın her yerine sinmiş. Kalıplarla iş görenleri projeciler olarak da adlandırabiliriz. Ellerinde, doğaya ve topluma, bedenlere yöneltecekleri boş çerçevelerle dolaşırlar ortalıkta. Çerçeve, projenin çerçevesidir ve yeryüzünün ilmek ilmek örülmüş ekolojik ağlarını parçalayacak ve fethedilecek bir içerisi yaratacaktır ve içerisi, çılgın projelerle bir Disneyland’a dönüşebilir kolaylıkla.

Renklerden ve renk değişimlerinden konuşalım
Öte yandan aynı yaklaşımı mekânın örgütlenmesinde de görüyoruz. İktidar plancıları kent mekânını çerçevelere ayırırken sadece kenti değil, kent sakinlerini de kalıplara dökebileceklerini bilirler, çerçevelenmiş akıllı uslu varlıklar yaratacaklarını. Bu kez çerçeve, ilmek ilmek örülmüş toplumsal ağları parçalayacak, bizi sınıfsal, etnik ve cinsel konumlarımıza göre ayrıştıracak ve ilişkisizliğin ortamlarına hapsedecektir. İşte bu yüzden mekân politiktir. İktidarın mekânı, klasik resim eğitiminin mekânıdır; önce şeması, konturları çizilen, sonra da içi renklerle doldurulan mekân. Bu mekânın sakinleri, akıllı uslu desenin dayattığı sınırların içindeki kederli ve kudretsiz varlıklardır. İktidar mekânlarının aksine, kudretli ve neşeli bedenler kendi mekânlarını içeriden dışarıya doğru, kudretleri elverdiğince taşarak yaratacaklar ve tıpkı Cézanne’ın elması gibi, “akıllı uslu desenin dayattığı sınırlara sığmayıp” kalıplarını çatlatacaklardır. Ve artık konturlardan, biçimlerden değil, renklerden ve renk değişimlerinden söz edebiliriz.

İktidarın tarihi, doğanın ölüm fermanıdır. Önce, yeryüzünden koparıp çerçevenin içine hapsettiler bizi; sonra, hiyerarşik perspektife göre çizilmiş bedenlerin konturlarına. Ve iktidar konturların içini kasvetli, kederli renklerle boyayarak kendi resmini tamamlayınca, natürmort (ölü doğa) çıkacak ortaya. Oysa konturlarımızı çatlatacak kudretimiz var bizim. Poz vermekten, ölü taklidi yapmaktan vazgeçin artık ve çatlatın kalıplarınızı! Göreceksiniz, içinden yeryüzünün neşesi çıkacak. Ve yeryüzünün renk cümbüşünden ayırt edilemez olacaksınız.

1 Temmuz 2016 Cuma

DELİCE BİR ŞEY YAPALIM, UFKA BAKALIM!

Antony Gormley

RAHMİ ÖĞDÜL
01.07.2016
Sanatçı, kaostan form çıkarandır. İmaj bombardımanı altında saf anlamsızlık olarak yaşadığımız bir yaşamdan nasıl bir form damıtabilir sanatçı? Ve patlayan bombalarla algılarımız dumura uğramışsa, damıttığı bu formu algılayabilir miyiz? Yaşam, altından kalkamayacağımız kadar karmaşıkken, gerçekliğin imgesi olarak saf bir formla karşılaştığımızda birden bire yaşamın anlamını kavrayabilir miyiz? Samuel Beckett, “Sanatçının görevi, karmaşıklıkla uyumlu bir form yaratmaktır” diyor. Bu karmaşıklıkla uyumlu form, yaşam denli karmaşık olursa forma mı bakarız yoksa yaşama mı? Yoksa her ikisinden de kaçar mıyız? Sorular, sorular…

Sanat, nesne bolluğuna durmadan yeni nesneler ekledikçe, işler giderek karmaşıklaşıyor. Sanat adı altında o kadar çok nesne üretildi ki. Üretenler, yaşadıkları karmaşadan düzen devşirirlerken, hayatı kendileri için yaşanabilir kılıyorlar; ama öte yandan yaşamsa artan nesnelerle daha karışık hale geliyor bizim için. Sanat üretemeyenler, baş edemeyecekleri bu büyük resmin karmaşıklığı karşısında, algılarını yoksullaştırarak küçük ve yalın şeylere yöneliyor ve mikro anlamlarla ürettikleri mikro kozmoslarında yaşıyorlar. Baş edemeyeceği bir karmaşıklık karşısında insanın tepkisi, olabildiğince şeyleri yalınlaştırmaktır. Her yalınlaştırma, yaşamdan bir geri çekilmedir. Yaşam, kıyısı olmayan bir nehir olsa da, biz akışın dışına çıkacağımız bir kıyı aramaktan asla vazgeçmedik; bu kıyı göksel de olabiliyor, yersel de.

Makinelerle kurduğumuz ilişkiler çığırından çıkarken artık yaşamlarımızın kontrolünü yitirdik ve simülasyonların akışıyla sürüklenip gidiyoruz. 19. yy’da Ludistler makineler karşısında yitirecekleri özerkliklerini makineleri kırarak yeniden kazanmaya çabalamışlardı; günümüzde farklı olanı, günah keçilerini kırarak saflığımızı korumaya, karmaşıklıktan düzen çıkarmaya çalışıyoruz. Bu, faşizmdir, sıradan olanın, sağduyunun iktidarı. Çünkü sağduyu, etrafını çitlerle çevirecek ve içeride hep aynı olanın dönüp durduğu ve merkezde vasatın iktidar olduğu tekçi yapıya yönelecektir. Yaşamı daha da yalınlaştırmak istediğimizde, kırmaya hangi makineden başlayacağımızı bilemediğimizden içeride farklı olanı, birbirimizi kıracağız.

Yaşamın karmaşıklığından geri çekilme, sıradan olanın, faşizmin yükselişiyle sonuçlanabiliyor. Birileri bizi dolduruşa getiriyor ve karmaşanın nedeni olarak gösterilen canavarları ve ejderhaları yok edip içeriyi yalınlaştırıyoruz. Bir zamanlar Batılılar, henüz fethetmedikleri toprakları haritada “terra incognita” (bilinmeyen topraklar) diye gösterirler ve bu toprakları hayali canavar çizimleriyle doldururlardı. Bilinmeyen toprakları bilinir hale getirirken canavarları öldürdük ve yeniden hayali canavarlar yaratmalıydık içeride, sağduyunun bitmek bilmeyen birlik ve beraberlik ruhu için. Şimdi canavarlar Radiohead dinleyenlerin, içki içenlerin kılığına bürünebiliyor ya da cinsel, etnik ve dinsel ötekilerin.

Yaşamın kıyısında dikilip, ufuk çizgisinden gözlerini ayırmayanlardan korkacaksınız; bir gün delice bir şey yapabilirler. Ufuk, kendi mikro evrenimizin, sağduyumuzun sınırıysa, bu sınırın aşılması sıradan olanın, sağduyunun aşılmasıdır. Ufka bakan kişi, sıradan olandan, faşizmden sıdkı sıyrılan ve farklı olanı, çokluğu arzulayandır. Nietzsche’nin uçurum için söylediği, ufuk için de geçerli: Uzun süre ufka bakarsanız, ufuk da size bakacaktır. Ufuk size baktığında farklı sesleri, çokluğun uğultusunu işitmeye, görünmez olanı görmeye başlarsınız. Bunlar tanıdık yabancılardır, yani “unheimlich” (tekinsiz), Freud’un tabiriyle. Tanıdıklardır, çünkü çokluk ve fark içimizdedir; yabancılardır, çünkü bastırdık ya da çitlerin dışına sürdük onları. Ufka bakan kişi ufka dönüştüğünde, hayali canavarlar dostlarıdır artık. Ve gerçek canavarsa, içeride çokluğu ve farklı olanı ortadan kaldırmaya çalışan sıradan olandır, faşizmdir. Samuel Beckett’in, karmaşıklıkla uyumlu bir form yaratma görevini, çoklukla ve farklı olanla yaşama becerisini, ufuktan gözlerini alamayanlar gerçekleştirebilir ancak. Haydi, ufka bakalım ve delice bir şeyler yapalım!