23 Eylül 2016 Cuma

LUNATİĞİMİZ YOK AMA LUNAPARKIMIZ VAR

Winslow Homer

Christian Schloe

RAHMİ ÖĞDÜL
23.09.2016

Yine dolunay; denizin üzerinde ve şavkı sulara vurmuş, ayaklarımı şavkıyla yıkıyorum. Dolunay, bedeni bir kıskaç gibi yakalayan ve bağlayan tüm karşıtlıkları çözüyor, kaçırıyor beni, kaçıklaşıyorum. Belki kentin dışına çıkmakla hata yaptım ama gerisi ayın hatası. Shakespeare de öyle düşünüyor: “Tamamen ayın hatası. Alışkın olduğundan daha çok yaklaşıyor dünyaya. Ve insanı delirtiyor” (Othello). Pink Floyd’un “Brain Damage” parçası çınlıyor kulaklarımda: “The lunatic is on the grass.” Kaçık, çılgın, deli, ne derseniz deyin, çayırda duruyor; ya da kumsalda. Dalgaların durmadan çakılların kompozisyonunu değiştirdiği kumsaldayım ve üstelik dolunayın dalgaları. Kinikler de kaçıklardı, doğaya kaçmadan kentin içinde kalarak, kentin yapay ritimleri yerine doğanın ritimleriyle dalgalandırıyorlardı bedenlerini.

Kentlerin ritminde doğanın ritimlerine yer yok artık, çünkü tamamen aklın alanı; doğanın ritimlerini hayatımızdan çıkaralı çok oldu. “Luna”, Latince ay, "lunatik" de aya ait demek, yani kaçık; kentin ritmine değil de ayın ritmine yakalanmış. O halde kentin dışına, doğaya, çayıra sürülmeli hemen. Ay ile ilgili tüm anlatılar, doğanın bedenlerimizi ele geçirmesiyle ilgili. Yeryüzünün sularını etkilemesi gibi bedenin sularını da dalgalandırıyor; kurt adama dönüşmemiz an meselesi, ah şu hayvan-oluşlar! Türkçede ayın ritmine yakalanmış, ay çarpmış bedenlere “aysar” deniliyor. Ve “aysamak”: Kapatıldığımız hapishane kimliklerden kaçmak, kaçıklaşmak. Aklın ve kentin insan ile hayvan, erkek ile kadın, akıl ile beden arasına yerleştirdiği sınırlar; etnik, cinsel ve dinsel karşıtlıklar. Dolunayın dalgaları tüm sınırları bulanıklaştırıyor. Dalgaların ritmiyle dans etmeye başlıyorum. “Ve müziği işitemeyenler, dans edenleri gördüklerinde deli olduklarını düşündüler” demişti Nietzsche. Evreni kat edip yeryüzünün sınırlarını aşan, aşındıran dalgaların müziği. Doğanın ritmi içeriye girmesin diye kentlerin duvarlarını yalıtmışlar, içeride sadece makinelerin sesi. Her şeye rağmen doğanın ritmini işitip de makinelerin gürültüsünden kaçanlar ve dans edenler var ve biz onlara kaçık diyoruz.

Marinetti’nin kaleme aldığı 1909 tarihli Fütürist manifesto aya savaş açmıştı: “Ay ışığını öldürelim!” Ay ışığını öldürebileceklerini ve faşizmin araçsal aklına teslim olacağımızı sandılar. Ama “aysayan”, yani kaçık olan hâlâ kafamızın içinde, öldüremediler: “The lunatic is in my head”, Pink Floyd söylüyor. Ve ayın, doğanın ritmini hissedenler, asla satranç tahtasına adım atmadılar. Faşizm, kalıba soktuğu bedenleri, araçsal aklın satranç tahtasına yerleştirdiğinde, artık oyun bizler ile onlar arasında değil, onlar ile onlar arasında geçiyor demektir; bize de piyon, at, fil, kale gibi adlar takacaklar. Piyon olmayanları köyün delisi olarak görebilirsiniz hâlâ. Caddebostan’da caddeden lüks otomobilleriyle geçenlerin arkasından bağıran mahallenin delisi mesela; tüketim toplumu rasyonelliğinde düşünme yetilerini yitirmişlere sesleniyor: “Pahalı tabutlara biniyorsunuz!” Ayın ritmine yakalanmış kaçık baktığında, yaşadıklarını sananları tabutlar içindeki ölüler olarak görebiliyor.

İktidar ayın etkisini, ritmini her yerden silmeye çalışıyor. İngiliz yargısındaki “Lunacy Act (Aysama Yasası)” 1930’da “Akıl Hastalığı Yasası”, “Lunatic” deyimi de “akıl hastası” olarak değiştirildi. Ve yüzyılın başında, 1903’de ilk lunapark Amerika’da Coney Island’da açıldı. Aydan, “lunatik” olandan geriye, kala kala “lunapark”, yani "ay parkı" kalmıştır; tıpkı kapitalizmin çalışma yasası karşısında yaşamı tatile dönüştürme düşüncesinden geriye, paket turlu, her şey dâhilli rasyonel tatilin kalması gibi. Lunaparkta, tasarlanmış, rasyonel, yapay çılgınlık ortamında, makinelerle kurtlarınızı dökebilirsiniz, gün ışıyınca da bir mega-makine olan kentte yine makinelerin ritmine ayak uydurmak zorundasınız. Bu kısır döngüyü ayın ritmini duyumsayan bir kaçık bozabilir ancak. Ve Van Gogh akıllı uslu adamlara soruyor: “Yaşam başka nasıl olacaktı ki, bir şey yapmaya cesaretiniz yoksa?” Ay hâlâ orada duruyor ve biz bir şey yapmıyoruz. Tuhaf, çok tuhaf gerçekten…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder