30 Aralık 2016 Cuma

BİR ATEŞ VER ATEŞ BÖCEĞİ!

RAHMİ ÖĞDÜL
30.12.2016

Bu yıl da çok bekledik; ömrümüz beklemekle geçiyor. Bir kurtarıcının, kahramanın gelmesini bekliyoruz en çok. Ufka bakıyoruz, beyaz atlı prensi arıyor gözlerimiz. Olmadı, Godot’yu bekliyoruz. Ya da antik Yunan tiyatrosunda olduğu gibi içinden çıkamadığımız, çözemediğimiz bir açmazı çözmesi için sahnenin sağ tarafından mekanik bir düzenekle yukarıdan indirilecek “deus ex machina”yı, yani makine Tanrı’yı. En çok da Prometeus’u bekliyoruz galiba.Tanrılardan ateşi çalarak yeryüzünü aydınlığa kavuşturan kahramanı. Yine gelsin, bizi karanlıktan aydınlığa çıkarsın istiyoruz. Prometeus’un gelip gelmediğinden emin olmadık hiçbir zaman, şimdi de emin değiliz. Sadece elimizden başka bir şey gelmediği için bekliyoruz. Mitolojik öykülere yüklediğimiz her anlam bizi eylemekten alıkoyuyor.

Soru sormayı düşünüyor musunuz?
Mitolojilerin yalancılığına sığınıyoruz en çok. Başkalarının yalancısı olmak hoşumuza gidiyor, kuşaktan kuşağa aktarılan bu öyküler bu zamana kadar kalıcı olmuşlarsa şayet, bir hikmeti olmalı. Öyle sanıyoruz. Kimsenin aklına evrene, yaşadığı koşullara dair soru sormak, yaşadıklarını sorunsallaştırıp sorgulamak gelmiyor. Zor iş soru sormak. Ne gerek var. Binlerce yıldır anlatılan basma kalıp öyküleri yaralarımıza basarak yaşadığımız acıları dindirmeye çalışıyoruz. Olmuyor, dindiremiyoruz artık! Öylesine derin yaralar açılıyor ki basma kalıp öyküler kanamayı durduramıyor. Canımız çok acıyor.

Soru sormadan, hayatı sorunsallaştırmadan, kendi sorularımızı kendimiz formüle etmeden bu acıdan kurtulmamız mümkün değil. Bu zamana kadar bize verilen çoktan seçmeli soruların zaten çoktan belli olan doğru yanıtlarını işaretlemeyi marifet sandık. İktidarın kurduğu soruların doğru yanıtlarını işaretledikçe sırtımızı okşadılar. Yine öyle yapıyorlar. Yanıtları zaten belli olan sorular koyuyorlar önümüze. Hepsi de yukarıdan ve yanlış sorulmuş soru. Mitolojinin binlerce yıldır sorduğu ve basma kalıp yanıtlar verdiği soruları yine bize yutturmaya çalışıyorlar. Kimsenin aklına bu soruları bir kenara bırakıp aşağıdan, kendi sorularını sormak gelmiyor.

Bir çocuk gibi sormalı
Mitolojiden kurtulmak o denli kolay değil. Dünyaya ilk kez bakıyormuş gibi bakmak ve şaşırmak. Ve “evren nedir, nasıl bir toplumda yaşıyoruz, birey nedir, neden bu acıları çekmek zorundayız?” gibi soruları sorabilmek için bir çocuğun gözleriyle bakabilmek gerek yeryüzüne. Ve durmadan sormak: “Bu ne?” Ve bu soruları tirana da yöneltmek: “Kim bu adam?” Bu soruları sorarken, inanın yanıtlarını da birlikte bulacağız. Hayat sorunsallaştırılmayı ve çözülmeyi bekleyen bir yumaktır ve çözeceksek biz çözeceğiz. Kahraman beklemeyin boşuna ya da tünelin ucundaki ışığı.

Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım
Bizler ateş böcekleriyiz. Aydınlatacaksak biz aydınlatacağız yeryüzünü. Ateşin olduğu bir merkez yok artık, ateşi çalacak bir kahraman da. Şimdi ateş her yerde. Ateş ocaklarımıza, can evimize düşmüş. İçimizde için için yanan korlarla dolaşıyoruz. İçin için yanan arzularımızla kederli varlıklar olarak. Kahramanlar çağında değil, küçük insanlar çağındayız. Kendi üzerlerine kapanarak için için yanan varlıkların çağı. İnsanlar içlerinde taşıdıkları ateşin farkındalar, ama yıkıcı ve yakıcı bir ateşin. Bu ateşin yaratıcı bir ateşe dönüşmesi an meselesi. Herakleitos evrenin kurucu ilkesi, arkesi olarak ateşi önerdiğinde ateşi niteliksel olarak ikiye ayırıyordu: Yıkıcı, yok edici ateş ve yaratıcı ateş. Bir Ege türküsü “Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım” derken, yıkıcı ateşi değil, yaratıcı ateşi paylaşmayı öneriyor. Evet, bir odun ateşi gibi kendi üzerine kapanıp küllenmiş, için için yanan, bedenimizi ve ruhumuzu yakan kederli bir ateşsek şimdi, ateşi dışarı taşıdığımızda ve birbirimizle paylaştığımızda bu ateşi neşeli şenlik ateşlerine dönüştürmemiz an meselesi. İçin için değil, dışın dışın yanarak arzularımızı gerçekleştirdiğimizde karanlığı aydınlatarak kendi mekânlarımızı yaratacağız, güneş gibi. 

Gözlerimizin içine baka baka yalan söylüyorlar. Mitlerini dinlemekten ve yalanlarını bize doğrulatmak için kurdukları yanlış soruları yanıtlamaktan bıkmadınız mı hâlâ? Ya da için için yanmaktan? Zaten istedikleri de bu. Bir ateş verin ateş böcekleri, tutuşturalım şu şenlik, özgürlük ateşlerini!

24 Aralık 2016 Cumartesi

3. TEKİL ŞAHISTAN ÖYKÜLER: ÖZGÜR İRADE


RAHMİ ÖĞDÜL
23.12.2016

Özgürlük, birlikte şimdiyi ve burayı tasarlayabilmektir. İnsanların birbirlerine ve doğaya doğrudan dokunarak mekânı ve zamanı kendi kudretlerini, gizil kuvvetlerini açığa çıkaracak şekilde örgütleyebilme gücü. Bu güç ellerinden alınmıştır. İnsanlarla insanların ve insanla doğanın arasına giren iktidar, kendi kurmaca öyküsünü hep üçüncü tekil şahıs olarak anlatacak ve anlattıkça doğrudan ilişkileri dolayımlayıp çarpıtarak kendi zamanını ve mekânını yaratacak. Yaratılan bu mekân ve zaman, tüm güçlerini iktidara devrederek güçsüz bırakılmış, edilgin varlıkların mekânı ve zamanıdır. Birbirleriyle doğrudan konuşmak ve sorunlarını birlikte çözmek yerine, temsili bir iktidar ve bu iktidara uygun temsili bir halk kurgusu içinde sıkışıp kalmışlar. Önlerinde hep aşılmaz bir duvar ya da çözümsüz bir açmaz ve “bu açmazı ancak ben çözerim” diyen bir iktidar. Ve başlarına gelecekleri bekleyen biçare varlıklar. Unutmayın, içine sıkıştırıldığımız ve halk dediğimiz yapı, iktidarın kurgusudur. Yekpare bir bütün değil, aksine çokluğuz, ama iktidar kendini meşrulaştırmak için yekpare bir halk kurgulamak zorunda.

Özgür irade olmadan bu kurgusal halk yaratılamazdı elbette. Ama buradaki özgürlük kavramı, kendini meşrulaştırmak için iktidar tarafından bahşedilmiştir. Nietzsche, özgür irade için “teologların insanları sorumlu tutmak ve kendilerine bağımlı kılmak için uydurdukları en sahtekâr oyun” diyor (“Neden Bu Kadar Akıllıyım?”, çev. S. Cemgil, Zeplin). Doğru söylüyor. Kendi imgelemindeki bir halkı icat etmek için önce bireylere seçme özgürlüğü vermek gerekiyor tabi ki. Ama bu kurguda, çoktan seçmeli bir sınava giren ve özgür iradeleriyle şıklardan birini işaretleyerek tüm iradelerini iktidara devredecek bireyler vardır sadece. Özgürlük, iradeyi iktidara devretmek içindir. Ve devredilen iradelerle birlikte artık iktidar halkın iradesini, milli iradeyi temsil ettiğini iddia edecek. Ne büyük kurnazlık ama. Bireyleri iradesiz ve güçsüz bırakmak üzere tasarlanmış bir kurmaca. Özgür irade el çabukluğuyla milli iradeye dönüştüğünde iktidar kendine bir halk yaratmak için kolları sıvayacak ve bir balmumu kitlesi olarak gördüğü halkı kendi imgelemine göre biçimlendirecektir. Akılsız bir kitlenin aklına dönüşmüştür artık, halk adına karar verip uygulayabilir. Ama bu akıl, toplumsal bedeni oluşturan ve tekil düşünüşlerle başka tekil düşünüşleri diyaloğa çağıran, tetikleyen çokluğun aleyhine çalışacaktır. Çünkü fark ve çokluk ‘bir’e indirgenir ve hep aynının dönüp durduğu kısır döngü içinde öğütülen çokluktan geriye sadece iktidarın halk dediği bir balmumu kitlesi kalmıştır; bir kurgu olarak halk.

Bir kez daha özgürlük iktidar tarafında bahşedilir, ama bu kez sadece yargılamak ve cezalandırmak için. Balmumu kalıptan kurtulmak istediğimizde, bunu özgür irademizle yapmış olduğumuzu var sayarak yargılayıp cezalandırmak için. Nietzsche diyor ki: “İrade kavramı özünde cezalandırma, yani suçlu bulma isteğiyle birlikte tasarlanmıştır… İnsanlar özgür olarak düşünülmüştür, bu sayede de suçlu bulunmak üzere yargılanabilir ve cezalandırılabilir olmuşlardır.” Burada özgürlük kavramı tersine çevrilmiş ve özgür irade adı altında bedenleri yakalama aygıtına dönüşmüştür. Ne tuhaf, özgür irademle seçtiğim iktidar, dayatılan sınırları özgür irademle ihlal etiğim için beni cezalandırabiliyor. Ve özgür iradelerimizle kendi hapishanelerimizi yaratıyoruz. Kapatılma özgürlüğü. Sanatçı da yine özgür iradesiyle bir işkence düzeneği tasarlamış olabilir. Ama özgür iradesiyle tasarladığı düzeneğe ilk kapatılan da sanatçı olacaktır.

Eski bir öykü ve bir çok versiyonu olabilir; en çarpıcı öğelerini bir araya getirip özetleyelim. Tiranın gözüne girmek isteyen sanatçı bir işkence aleti yapar: Mahkûmun içine hapsedileceği ve büyük bir ateşin üzerine yerleştirilecek pirinç bir boğa. Pirinç boğa korlaşınca kurban çığlıklar atmaya başlayacak ve bağırmaları da bir boğanın böğürmesini andıracakmış. Peki, ne yapmış Tiran? İlk olarak bu aleti sanatçının üzerinde denemiş ve sanatçının böğürtülerini dinlemiş. Acaba diyorum, özgür irademizle yarattığımız ve kapatıldığımız pirinç boğadan çıkabilecek miyiz?

16 Aralık 2016 Cuma

KENDİNİZİ "BİR" Mİ SANIYORSUNUZ? SIFIRSINIZ!


RAHMİ ÖĞDÜL
16.12.2016

Kendimize “bir” diyoruz, yani birey; bireyin İngilizcesi, ‘individual’, sözcük anlamıyla ‘bölünmez’ (in-dividual). Hatta atom bile diyebilirsiniz, çünkü hepsi aynı kapıya çıkıyor. Kendinizi “bir” ve bölünmez olarak adlandırdığınızda Parmenides’in, küre şeklinde tanımladığı ve “bir” dediği varlıksınız artık ve tüm değişim, dönüşüm, çokluk, yani oluş “bir”in dışına, yanılsamalar alanına sürülmüştür, yani boşluğun, sıfırın alanına. Oluş, yanılsama olarak sıfırlanınca geriye, değişmeyen ve hep aynı kalan “bir” ya da birey olmaktan başka bir seçeneğimiz kalmamıştır. Ama kendi üzerine kapanarak yaşamla bağlarını koparan “bir”in ne geçmişi ne de geleceği var. Dondurulmuş şimdinin içinde dikilip durmaktan başka bir işe yaramaz.

Çatışmanın tarihi
Sıfırı olmayan “bir”, yaşamla bağları kesilmiş ölü bir çubuktur. Bakmayın siz onun dik durduğuna, dondurulduğu içindir. Yaşamın sıcaklığı buzlarını çözünce çok geçmeden eğilip bükülecek. Sıfır dediğimiz, varlığın içine yerleştiği ve yaşamın kuvvetlerini içeren boşluktur. Ve boşluğu olmayanın varlığı da olmaz. Herakleitos’un yaşamı olumlayan oluş felsefesi ve ardından gelen Parmenides’in boşluğu ve çokluğu reddeden varlık felsefesiyle birlikte felsefe, oluş ile varlık arasındaki gerilim hattına yerleştirilmiştir. Bir bakıma felsefe tarihi, bir ile sıfırın, yani varlık ile oluş arasındaki çatışmanın tarihidir.

Sadece felsefenin değil, sanatın da meselesidir sıfır ya da boşluk. Demokritos’un varlık ile hiçlik ya da atom ile boşluk arasında kurduğu bağlantı tuvale taşındığında, tuvalin yüzeyini tıka basa dolduranların boşluk korkusu ile tuvalini boşaltanların boşluk sevgisi arasındaki çatışma, sanatın da meselesidir artık. “Çinli ressamın dediği gibi, bir tuval atların sıçrayabileceği yeterli boşluğu saklıyorsa bir sanat yapıtıdır” (Deleuze ve Guattari, Felsefe Nedir?). Atlar sıçrayabilmeli, atomlar da, “bir”ler, bireyler de. Ve sıçradıkça başka atomlarla çarpışarak yeni dünyalar kuracak, yaşamlarını bir sanat yapıtına dönüştürecekler. Şimdiki haliyle varlık bırakın sıçramayı, kımıldayamaz bile, yere çivilenmiştir, hareket ve değişim sadece bir yanılsamadan ibarettir. O halde “bir” olduğunuzu iddia ediyorsanız siz eyleyen değil, yeryüzünü bir tiyatro sahnesi gibi izleyensiniz, koltuklarına çivilenmiş mahkûmlar. Platon’un mağara meselindeki tutsaklar gibi. Olup bitenleri mağaranızda izliyor ve “güvendeyim” diye Facebook’ta paylaşımlarda bulunuyorsunuz. Ancak ölüler güvende olur. Eğer sıçrayamıyorsanız siz zaten ölmüşsünüz demektir.

Bedenler mezarlara hapsoldu
Kamusal alanın boşluklarında yürüyen, sıçrayarak başka atomlarla buluşma ve yeni dünyalar yaratma ihtimali olan varlıklar, yani yayalar ortadan kalkacak. Ray Bradbury yayanın en son MS 2052 yılında görüleceğini ön görüyor. “Son Yaya” adlı öyküsünün kahramanı Leonard Mead’in en çok sevdiği gece yarısına kadar kentin kaldırımlarında yürümektir ama ondan başka yürüyen yoktur kentte, yapayalnızdır. “Yolunun üzerinde karanlık pencereli kulübeler, evler görürdü; bunun da pencerelerin ardında titrek ateşböceği pırıltılarının belirdiği bir mezarlıkta yürümekten pek farkı yoktu.” Kent, yani ‘polis’ bir ‘nekropolis’e, yani mezarlığa dönüşecek. Mezarların içinden, televizyonların ölü ışıkları yansıyacak dışarı sadece. Ve ölüler bu dünyaya değil, öte dünyaya ait görüntülerle oyalanırken, yüzeydeki mezarlığa rağmen yaşam altta, derinlerde akışını sürdürecek. Bedenlerin içinde de. Yüzeydeki kanı çekilmiş ölü derilerin altında, kılcal damarlarımızda akan kan, yeryüzünün yeraltı nehirleriyle bağlantılıdır, duyumsamıyoruz. Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısını kesmek için bedenleri mezarlara kapattılar.

Yoksunuz aslında
Siz “bir”siniz, bireysiniz evet, yeryüzü ve kuvvetleriyle ilişkiniz kesildiği için; sizin sıfırınız yok. Ama sıfırı olmayanın “bir”i, boşluğu olmayanın varlığı da olmaz; yoksunuz aslında. Boşluk; Taocuların dediği gibi, “on bin varlığı”, yani çokluğu bağrında taşıyandır. Ne çıkacaksa, “bir”lerin “bir”lere dokunacağı, karışacağı boşluktan çıkacak. Şimdi mezarlarda kıstırıldık; dışarıda, boşlukta “on bin varlık”, yani çokluk, yani oluş. Uğultusunu duymuyor musunuz?

10 Aralık 2016 Cumartesi

KATIRLAR, PERDELER, YARALAR VE KANATLAR

Yılmaz Bulut

Sevinç Altan

Sevinç Altan
RAHMİ ÖĞDÜL
09.12.2016

Duyum yüklü bir nesneyle çok sık karşılaşmayız. Sanatın formlarından bahsediyorum; öyküsünü bilmeseniz de böyle bir formla karşılaştığınızda tepeden tırnağa duyum kesilirsiniz. “Sanat yapıtı bir duyumlar kitlesidir” diyor Deleuze ve Guattari, ‘Felsefe Nedir?’de. Artist 2016, ‘Umulmadık Topraklar’da sergilenen, genç sanatçı Yılmaz Bulut’un katırı da sizi hemen yakalayan bir duyumlar kitlesidir. İnşaat telinden ördüğü katırın yuvarlak karnı sizi içine çekiveriyor hemen. Dünyanın yükünü sırtında taşıyan bu melez ve kısır yük hayvanının kaderini bilmeseniz de, sadece bir form olarak bu katırla karşılaştığınız an, içinde sakladığı duyumlara yakalanacaksınız. Ve yerde yatan bu katırın bir katır ölüsü olduğunu, Roboski’de katledilen katırlardan biri olabileceğini düşündüğünüzde formun size ilettiği duyum katmerlenerek sizi daha da derinlere çekecek ve artık kaçamayacaksınız. En yalın malzemeden, inşaatın yükünü taşıyan kara telden yapılmış, dünyanın yükünü sırtında taşıyan bir katır formuyla karşılaştığınızda ve bu katırın köylülerin sınır ticareti yaparken kullandıkları katırlardan biri olabileceğini düşündüğünüzde ilk aklınıza gelebilecek, sınırları aşan ve yük taşıyan bir bedendir. Artık bu hayvan sizi ele geçirecek ve bir hayvan-oluş yaşayacaksınız. Yerde yatan, sınırları aşmaya teşne ve dünyanın yükünü taşıyan sizin bedeninizdir çünkü. Bakışın sizi de yere serebileceğini hissedersiniz.

Perdenin ardı
Bakış yaralar. Keskin bakışlar, keskin nişancılar gibi en mahrem yerimizden, can evimizden yaralar bizi ve öldürebilir de. O yüzden örtülerin altında kurarız evimizi ve can evimizi, bakışlardan korunmak için. Pencereler, dünyaya açılan gözlerdir. Gözlere gündüzleri tül, geceleriyse kalın perdeler iner; mahremin korunaklı ortamında hayatlar kımıl kımıl devinirken sokağın yabancı gözleri içeri sızmasın diye. Tüller, mahremi ve mahremin gözünü görünmez kılacaktır. Kalın perdelerse kördür; kendi üzerlerine kapanmışlar; ne görür ne de görünürler. Perdeler, kem gözleri perdeler ve perdelerin altında hayatlar vardır.

Sevinç Altan, “Perde” sergisinde gündelik hayatın sıradan nesnelerini yeniden üretirken, perdeler bir duyumlar kitlesine dönüşmüşler. Deleuze ve Guattari, “sanat saklar ve dünya üzerinde kendini saklayan tek şeydir” diye yazmışlardır, tabi ki duyumlardır sakladıkları. Ve bir sanat yapıtı olarak perdeler sadece duyumları saklamaz, yaşamı da saklar. Çünkü savaş zamanı hayatta kalabiliyorsak, perdelerdendir; kötünün bakışı, gez-göz-arpacıktır artık; bakar, yaralar ve öldürür. Keskin nişancının delici bakışından, mermilerinden korunmak için sokaklara gerilen örtüler, çarşaflar, battaniyeler, yatak örtüleri, perdeler hayatın neşesine öykünerek çiçeklerle donatılmıştır. Her örtü, katmanlı hayatın bir arayüzeyi gibi ve örtülerin altında yaşam örüntüleri. Delik deşik edilen hayatların arayüzeyleri olarak perdeler, savaşlardan kalma izler taşır. Kem bakışların açtığı deliklerle delik deşik olmuş çiçek desenli perdelerin altındaki, en derindeki akış, yani yaşam yara almadan deli ve neşeli akışını ve direnişini sürdürür oysa.

Umudu ve yaşamı yaralardan tanırız
Ten de bir perdedir ve tende açılan yaralar, yeryüzünün ezilenlerini birbirine bağlar. Ve hayatta kalanlar yaralarından tanılayacaklardır birbirlerini. Fransız Devrimi sırasında örgütlenen terzi kalfaları kimlik kartı olarak birbirlerine yaralarını göstermişlerdi, iğnelerle delik deşik olmuş parmak uçlarını. Yaralananları, yaraları birbirine bağlar. Ve terziler, yaralarını birbirine ekleyerek yaşamın coşkusundan direniş dikerler kendilerine. Ve Sevinç Altan da yaralı perdeler diken bir terzidir. Umudu ve yaşamı, yaralardan tanırız. Altan’ın tül perdelerin hafifliğinde yarattığı kelebek lekeleri. Kelebek de yaralarından doğmuştur: Yumurta, tırtıl, pupa ve kelebek. Her form değiştirme bir yaralanmadır ve kelebek, yeniden doğar yarasından. Kanatlar, uçmaya yarayan yaralardır. Katırlar da uçabilir. Yeter ki kanatlansınlar. Özgürlük, yaraların kanat çırpışıyla gelecek. Kasırga dediğimiz, bir kelebeğin kanat çırpması değil mi?

Not: Sevinç Altan’ın ‘Perde’ sergisini, 10 Ocak 2017’ye kadar Faik Paşa Yokuşu, No.5, Çukurcuma, Beyoğlu adresindeki binada izleyebilirsiniz.

3 Aralık 2016 Cumartesi

BUZLU CAM BİZİ ÇAĞIRIYOR


RAHMİ ÖĞDÜL
02.12.2016

Nesnelere buzlu camın arkasından bakmışsınızdır mutlaka. Ne görmüştünüz? Sınırları bulanıklaşan ve uzamın içinde titreşerek çoğalan nesneler. Çıplak bakış mı yoksa buzlu cam mı? Hangisi bize gerçeği gösteriyor? Çıplak gözle göremediklerimiz o kadar çok ki. Göz merkezli bir kültürde göremediklerimiz kültüre dahil değildir. Varsa yoksa çıplak gözle görebildiğimiz, birbirinden ayrı duran, nitelikleri ve konturlarıyla kimliklerini tespit edebildiğimiz, tanıyıp adlandırdığımız ve sınıflandırdığımız nesneler. Sınırları bulanıklaşan nesnelerin uzay içinde titreşerek yayıldıkları ve başka nesnelerle ilişki kurdukları gerçeğini çıplak göz saklarken, görmenin önünde bir engel olarak düşündüğümüz buzlu cam titreşen nesneleri görünür kılabiliyor.

Albert Einstein, 1948 tarihli ‘Atom Fiziği’ başlıklı filmde madde ve enerji hakkında söyledikleri nesnelere bakışımızdaki kırılmayı temsil ediyordu: “Kütle ve enerji, aynı şeyin farklı dışavurumlarından başka bir şey değildir.” Nesneler sadece kendilerini kütle olarak dışa vurmuyorlar, yoğunlaşmış enerji paketleri olarak titreşimler halinde de yayılıyorlar uzamda. Bedenler de öyle. Bedenleri konturlarının içine kapatıp cüsseleri kadar yer kaplamalarına çalışsalar da bedenler enerjiye dönüştüklerinde, kaos kuramının meşhur kanat çırpan kelebek örneğindeki gibi, dünyanın öbür ucunda bir kasırgaya yol açabiliyorlar.

Einstein da bize hak veriyor
Ne tuhaf, kendimizi bir kütle olarak tanımlamak hoşumuza gidiyor ama bu kütlenin formunu yitirerek enerjiye dönüşebileceğini ve yeryüzünü boydan boya geçerek başka bedenlerle titreşime geçebileceğini düşünemiyoruz bile. Einstein da bize hak veriyor: “Vasat akıl için oldukça yabancı bir kavram.” Formumuz bozuluyor çünkü. Aynanın ya da fotoğraf makinelerinin karşısında takındığımız pozlarla yaşamın içinde de var olabileceğimizi sanıyoruz. Ama yaşamın içinde hareket ettikçe formdan forma geçtiğimizi bize dışarıdan bakanlar görebiliyor ancak. O halde çıplak bakış, hem nesnelere hem de kendi bedenimize dair yanlış bilgiler içerebiliyor.

Kütle yerçekimine yenik düşerken enerji, bir akış olarak yeryüzünü ve evreni boydan boya katedebilir. Yerçekimi, siyasal iktidarın da en sevdiği çekimdir. “Milli ve yerli” nitelemesiyle ulusal sınırlar içine kapatılmak istenen bedenler, toplumsal yasalarla pekiştirilmiş yerçekimi yasasına boyun eğdirileceklerdir. Yerçekiminden kurtulmaya çalışan Sovyet Konstrüktivistlerin biçimleri de, iktidarın toplumsal yerçekimine yenik düşmüş ve Stalin tarafından tekrar yere çivilenmişlerdi. Tatlin’in uçan bisikleti, Rodchenko’nun havalanan figürlerden oluşan kolajları, sabitliği temsil eden ev yaşamına saldıran Mayakovski’nin şiirleri ve yerden kurtulup, adeta havalanan Konstrüktivist mimari. Sitüasyonistleri, özellikle de Constant’ın projesini anmadan geçmeyelim; psiko-coğrafyanın ütopist bir kent projesi olan Yeni Babil’in mimarisinin de yerle ilişkisi kesilmiştir.

Çıplak göz yalıtıyor
Bir zamanlar “eksik olan halkı” çağıran ya da icat etmeye çalışan sanat şimdi yerini, yerçekiminin değerlerine, mevcut olana, tüm önyargıları, kara töreleriyle geçmişin karanlık örtüsünü günümüze taşıyan, “milli ve yerli” mevcut halka yönelik sanat anlayışına bırakmak üzere. Yeter ki sergimize insanlar gelsin ve hoşça vakit geçirsinler diye sergi alanını lunaparkın ya da mahalle aralarındaki oyun parklarının bildik nesneleriyle, klişelerle doldurmayı bile ciddi ciddi düşünebiliyorlar. Geleceğe dair umutlar tükenince giderek daha fazla gömülüyoruz yerin içine ve mevcut şeyler düzenine.

Çünkü çıplak gözle bakıyoruz, çıplak göz yalıtıyor. Titreşen bedenleriyle “henüz eksik olan halk” buzlu camın ardında bizi bekliyor; titreşen ve birbirine dokunarak, yeni karşılaşmalar, buluşmalarla yeni olanı ortaya çıkaracak kudretli bir halk. Sanat da buzlu camdır. Deleuze, Paul Klee’ye atıfta bulunarak, “Sanat, henüz eksik bir halkı bekleyen, çağıran şeydir” diye yazdığında (www.korotonomedya.net) iktidar tarafından önyargılar ve klişelerle kirletilmiş çıplak bakışa değil, sanatın gösterdiklerine güvenmemizi istiyordu. Çıplak bakışın yalıtıp ayrıştırdığını sanat ilişkilendiriyor, buzlu cam gibi. Henüz eksik olan halk buzlu camın ardında; bizi çağırıyor.