28 Nisan 2017 Cuma

HAZIR NESNE OLARAK CESET

Berlinde De Bruyckere

Berlinde De Bruyckere

Piero Manzoni
RAHMİ ÖĞDÜL
28.04.2017

Sanat ile gerçeklik arasındaki ayrım silindi. Sanat gündelik nesneleri taklit ediyor, gündelik nesnelerse sanat nesneleri gibi davranıyor. Baudrillard’ın deyişiyle, “transestetik” bir ortamda artık neyin sanat olduğuna dair elimizde hiçbir ölçüt kalmamıştır. Modernleşme, en yüce olan ile en sıradan olanın ayrımsızlaştığı, “kutsal olanın süflileştiği” bir zemin yaratınca sanat da haliyle bu sıradanlaşmadan payına düşeni alacaktı. Modern sanatın, yaşamı soyutlayarak hakikate ulaşma çabası, güncel sanatta gerçekliğin olduğu haliyle kucaklandığı ve estetikleştirildiği bir durumla sonuçlandı. “Sanat genel bir estetikleştirme adı altında bütün gerçekliğe el koymuştur” diyor Baudrillard. Ama bu duruma direnenler vardı. En yabani nesneleri bile evcilleştiren ve el koyduğu gerçekliği ehlileştiren sanat karşısında kimi sanatçılar evcilleştirilmesi mümkün olmayan nesnelerle çıktılar karşımıza. “Abject” kavramı altında sanatın evcilleştirilmesine direnen sanatçılar en rahatsız edici nesneleri bir sanat objesi olarak izleyicinin gözüne soktuklarında evcil imgelerle kurulmuş evcil özneyi yıkacaklarını umdular.

Olan yine bize oldu
Nesneler tehdit edici bakışlarıyla bizi ele geçirebilir ve özne konumumuzu yerle bir edebilirler. Ne yapmalıydık peki? Nesnenin bakışını, Lacan’ın tabiriyle “imge perdesi”nde kıskıvrak yakalayıp evcilleştirmeliydik. İmge perdesi, nesnenin bakışını yakalayıp evcilleştirdiğimiz, nesne ile aramızda duran bir imge düzlemidir. Ve Lacan’a göre bütün tablolar nesnenin bakışını evcilleştirirler. Sanatın bu evcilleştirici etkisini bozmak ve nesneye yitirdiği tehdit edici bakışını iade etmek için evcilleştirilmesi mümkün olmayan nesneler bulundu; dışkı gibi. Duchamp’ın “hazır nesne” denilen sıradan nesneleri sanat eseri mertebesine yükseltme hamlesinden sonra en sıradan nesne, dışkı bile sanatta “hazır nesne” (ready made) olarak yerini alabilirdi artık. Dışkı, Kristeva’nın “Abject” dediği, öznenin kendisini kurarken kurtulmak zorunda olduğu iğrenç bir nesnedir. “Abject”, parlak ve gözeneksiz bir yüzey olarak inşa edilmiş öznenin sınırlarını ihlal ettiğinde tutarlığı bozulur, kimliği tehdit altındadır.

Ama bir de dışkıyı iğrenç, “abject” olarak değil, doğal bir malzeme olarak kullanan sanatçılar da vardır; Juan Miró mesela. Kendisiyle söyleşen Raillard, eskiz kâğıtlarını işaret ederek, “her iki kâğıtta da simetrik biçimde yinelenen bu kahverengi, kıvamlı iki leke de dışkıyı andırıyor” dediğinde Miró, “evet, dışkı zaten” diye karşılık verir. “Burada çalışıyordum, birden kakam geldi, ben de pantolonumu indirip sıçtım yepyeni sarı eskiz kâğıtlarına. Sonra da, pat diye kapattım öteki kartonu bunun üstüne ve öyle bıraktım, sonuçta bu güzel malzeme çıktı ortaya.” Miró hiç de abartmadan dışkılama eylemini sanatına nasıl dahil ettiğini anlatırken herhangi bir kışkırtma amacı gütmemiştir: “Bence bunun en ufak bir provokasyon yanı yok, hani konserve kutularının üstüne ‘Merda de artista’ etiketleri yapıştıran şu İtalyan’ın yaptıklarına hiç benzemiyor” (Düşlerimin Rengi Bu, çev. A. Tümertekin, YKY).

İtalyan sanatçı Piero Manzoni 1961’de, içinde 30 gr dışkı bulunan ve üzerinde “Sanatçının dışkısı” yazan doksan adet konserve kutusu üretmişti, dışkının tahammül edilemez bir nesne olduğunu bilerek ve kışkırtmak için. Bir dışkı olarak sanat yapıtı, sanatçının üretim sürecini anlatıyor. Sanatçı yeryüzünü yemiş yutmuş, sindirmiş ve dışkılamıştır: Dışkı olarak imge. İmge en süfli olana, dışkıya indirgendiğinde sanatın ve sanatçının büyüsünün bozulduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bir kutu “Sanatçının dışkısı” bugün yaklaşık 250 bin avroya satılıyor. Olan yine bize oldu. Sanatın gerçekliği ele geçirmesiyle bizler hazır nesneye, çürümüş bir dışkıya dönüştük. Hal Foster haklı: “Abjection” kültürü, egemen sanat tarihi anlayışına ve öznesine karşı çıkarken, özne olarak “bir işçiyi, bir kadını ya da beyaz olmayan bir insanı değil, cesedi” önermişti (Yeni Kötü Günler, Koç Üniv.) Özne ile nesne ayrımı silindiğinde tarihin öznesi de kaybolmuş ve çürümeye yazgılı bir ceset kalmıştır geriye. Şaşırmamak gerek, çünkü ölüm sever bir kültürde özneler yürüyen cesetlerdir. Zaten egemenler de iktidarlarını özneler değil, cesetler üzerine kurmuyorlar mı?

22 Nisan 2017 Cumartesi

BU MEKÂN KASTEN BOŞ BIRAKILMIŞTIR


Emanuel M Ologeanu

Annemarieke Kloosterhof
RAHMİ ÖĞDÜL
21.04.2017

Boş sayfalar. Kâğıda basılı kitaplardaki boş sayfalar ile PDF formatlı metinlerdeki boş sayfalar farklı duygular yaratıyor insanda. Bir PDF dosyasına göz attığımızda karşılaştığımız boş sayfa bizi tedirgin ediyor olmalı. Acaba sayfa mı yüklenmedi yoksa eksik bir metinle mi karşı karşıyayız? Tedirginliğimizi gidermek istemeleri, boş sayfalara düşülen şu nottan belli: “This page was intentionally left blank”, yani “bu sayfa kasten boş bırakılmıştır”. Aynı metnin basılı halinde bu sayfalar yine boştur ama yayıncı ya da editör bu boş sayfalara herhangi bir not düşme gereği duymamıştır. Elimizde tuttuğumuz, kokladığımız, içine girdiğimiz basılı kitaptaki boşluk ile sörf yaptığımız parlak ekran yüzeyindeki boşluk arasında fark olmalı. Gerçek uzam ile sanal uzam arasındaki fark. Kitaplardaki boş sayfalar okuma yolculuğumuz sırasında yorgun düşmüş zihnimize ve gözlerimize bir mola, yolculuk sırasında karşılaştıklarımızı yeniden düşünme fırsatı sağlarken, ekranda karşılaştığımız boşluklar nedense bir eksiklik duygusu yaratıyor ve tedirgin ediyor bizi. Kasten bırakılmış boşlukların tedirginliği.

Bir denetim ve biçimlendirme alanı olarak sanal uzamdaki boşluk imgelerle, görsellerle, sözcüklerle doldurulmuş, yalıtılmış kutuların düzlemidir ve sanal uzamda ancak dörtgen kutuların içinde varolabilirsiniz. Ekran düzlemindeki her şey, tüm kimlikler dörtgen formundadır çünkü. Aşırı geometrik, iki boyutlu bir düzlem. Facebook bize “Ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda ya da bir şeyler paylaştığımızda kendimizi kutuya sığdırarak ifade ediyor ve kimliklendiriyoruz.


Oysa gerçek uzamın sınırlarını istediğiniz gibi genişletebilirsiniz, kendinizi de; kudretinize bağlı. Var olan her şey boşlukta kendi kudretince hareket eder çünkü. İbnü’l Arabi “Varoluşun kökeni harekettir” derken, Demokritos’un sesi yankılanır sesinde; atomların boşlukta hareket ettiklerini ve birbiriyle çarpışarak yeni dünyalar yaratabileceklerini söyleyen sesi. Ve başka atomlara eklenerek durmadan genişleyen toplumsal bedene dönüşebilirsiniz. Hareket eden sözcüklerin birbiriyle çarpışarak, birbiriyle kaynaşarak oluşturduğu kitabın bedeni de boşluklu bir bedendir ve sözcüklerin birbirine sızdığı sayfalarda yeni anlamlar yankılanır. Ve anlamlar boşluklarda yankılandıkça, tınıları birbirleriyle karışıp çoğalacaklar.

Kamusal mekânın, yaratıcı boşluğun sanal uzama dönüştürüldüğü zamanlardayız. Sanal ortamdaki metinlere “bu sayfa kasten boş bırakılmıştır” notunun düşülmesi gibi, kamusal mekânlara da benzer notlar düşülüyor artık. Adı üzerinde, kamuya ait olması gereken rastlantısal karşılaşmaların mekânı tanımlı ve kasıtlı bir mülke dönüşmüştür. New York’ta bir şirket, binasının önündeki meydanı, “mülkü ve koruması AT&T’ye ait KAMUSAL MEKÂN” olarak ilan etmesi, kamusallığın ve kamusal insanın çöküşünün ilanıdır (bkz Bakan, ‘Şirket’, Ayrıntı). Kamusal mekânlar: Karşılaşmalar ve kaynaşmalarla yeni bağlar ve yeni dünyalar kurabileceğimiz herkese ait boşluklar. Ama giderek sanallaşan bir mekânda, kasıtlı olarak bırakılmış kutuların içine hapsettiler bizi. Kasten boş bırakılan mekânlar, tek tek atomların izlendiği, yapabilecekleri hareketlerin önceden kestirilebildiği kontrol mekânlarıdır. Bugün hiçbirimiz izlendiğimizden en ufak bir kuşkuya kapılmıyoruz. O halde kasten kamusal mekân olarak ayrılmış kutularda değil, aksine kutuların duvarlarında açacağımız çatlaklarda kamusallaşabiliriz ancak.

Kendini tanrısal vasıflarla donatan, tanrısallıktan pay aldığını iddia eden bir iktidar var karşımızda. İncil’deki tanrının vasıflarıyla işleyen bir iktidar: “Omniscient” (her şeyi bilen), “omnipresent” (her yerde bulunan) ve “omnipotent” (her şeye gücü yeten). Yeryüzünü haritalandırıp izlenecek yolları ve mekânları biçimlendiren, her şeyi duyan, gören ve bilen, kadir-i mutlak bir iktidarın gözden kaçırdığı çatlaklar vardır her zaman: Bireyler arasındaki mikro ilişkiler. Kamusallık; tanımlı, kısıtlı ve kasten bırakılmış, bireyleri birbirinden yalıtan boşluklarda değil, bireylerin birbirine dokunabileceği, dokundukça genişleteceği çatlaklarda ortaya çıkacak.

14 Nisan 2017 Cuma

ORİGAMİ YAPALIM MI? KATLAYIP AÇALIM


RAHMİ ÖĞDÜL
14.04.2017

Ortaçağ’ın söz sanatında “in media res”, yani tam ortadan başlanırmış yolculuğa. Yaşam da yolculuğuna tam ortadan başlamıştır; maddenin durmadan kıvrılarak bir kıvrım denizine dönüştürdüğü evrenin tam ortasından, bir kıvrım olarak. Madde sonsuzca kıvrılır ve organlar, inorganik maddenin kendi üzerine kıvrılmasıdır (Deleuze, ‘Kıvrım’, Bağlam). O yüzden yeryüzünün kayaçlarını taşıyoruz içimizde; kalsiyum karbonattan kemiklerimiz var; içimizdeki kayalar, jeolojik tarihin izleri. Bedenimiz, içinden yeryüzünün geçtiği kıvrımlı bir denizdir; kıvrımlı madde denizindeki bir kıvrım. Madde kıvrıldığında sonsuz çeşitlikte form yaratabilir. Her kıvrım kendi üzerine katlandığı gibi katlarını sürekli açandır da. Ve açıldığında, yeni şeylerle, madde, düşünce, duygu ve imgelerle yeniden düzenler kendini ve yeni formlar yaratır.

Beden bir kıvrımdır, durmadan açılan ve kapanan; tamamen kapandığında termodinamiğin ikinci yasası girer devreye ve entropisi artacaktır; entropisi arttığında düzensizleşir ve çöker. Kederli duygularla kendi üzerine kapanan bir beden dışarıyı, güneşi, rüzgârı, denizi ve ufku yitirmiş demektir. Ve iktidar, cezalandırma yöntemi olarak bizi hücreye kapatır, dışarıdan yoksun bırakılmış beden hızla çöksün diye. Sadece asi bedenleri kapatmıyor, kendine bir tebaa yaratmak için tüm bedenleri kapatıp kederli varlıklara dönüştürmek zorunda. Çünkü Spinoza’dan biliyoruz, despot ya da rahip kederli varlıklar olmadan yapamazlar; keder, kudretin azalması. O halde hep ortada kalalım, her yöne kıvrılan kıvrımların arasında, kudretli. Yeryüzünün kıvrımlı neşesi despotu hiç takar mı?

Ve Ortaçağ’da olduğu gibi biz de ortadan başlayalım söze. Kıvrılarak her yöne dallanıp budaklanan yaşamın tam ortasından. Kıvrım denizinde küçük bir kıvrımsak, yeryüzünün kıvrımları arasında bir kıvrım, o zaman kıvrımdan başlamalı. Sözümüz de bir kıvrımdır, evrenden bir şeyler saklar içinde. Sonra da açıverir kendini, doğa gibi. “Japon bir filozof, maddenin bilimi ‘origami’yi model alıyor, derdi, yani kâğıt katlama sanatını” (Deleuze). Sözcükler anlamları katlayan origamilerdir; katlanıp açılan kağıtlar; kendi üzerine kıvrılmış doğa. Fark, kıvrımlarda saklı. Her sözün, her cümlenin yüzeysel bir anlamı olabileceği gibi bir de kıvrımlarında gizlediği ve kıvrımlarını açtıkça keşfedeceğimiz gizil anlamları var. Ve sözler de tıpkı tomurcukların kıvrımlarını açıp çiçeğe dönüşmesi gibi baharı bekler. Güneşin ateşi kıvrımlara düştüğünde, bunca zamandır bizden gizleneni yaprak yaprak açacaklar: Yaşam sevinci. Sözcükler açıldığında polenleriyle sevinci ve neşeyi bulaştıracaklar her yere, umudu da.

Ama umudun, neşenin, sözün açığa çıkması, kıvrımın kendisini açması, tomurcukların çiçeklenmesi en çok despotu rahatsız eder. Elinden gelse baharı da yasaklayacak, güneşi de. Sadece yapay aydınlatmayla sahte baharlar yaşatacak bize. Dışarıyı yitireli çok oldu. Dışarıda nelerin olup bittiğini, dışarıya çıkmadan rahat koltuklarımızdan öğrenebiliyoruz şimdi. Dışarıya çıkmadan iklimin en güzelini AVM’lerde yaşıyoruz. Vitrinlerde, ekranlarda açan yapay çiçeklerle, metalarla oyalanıyoruz. Dışarıyı iptal edebileceklerini düşündüler. İktidar; mekânını, kıvrımı olmayan parlak bir iç yüzey olarak kurmuştur, parlak yüzeydeki sinekler gibi, bizi kolayca avlamak için.

Oysa doğa bir origami ustasıdır. İktidarın parlak yüzeylerde dondurduğu zamanı ve mekânı durmadan katlayıp açandır ve biz bunu bazen doğal felaket olarak deneyimliyoruz, bazen de toplumsal. Ama doğanın varoluş tarzı bu; yüzeyleri bir kâğıt gibi katlayıp açmak. Ve bizler, yeryüzünün kıvrımları, doğanın isyanlarını taşıyoruz içimizde. Güneşin, denizin, toprağın, rüzgârın kıvrımlarını. Doğanın isyanları jeolojinin kıvrımlarına, taşlara ve kemiklerimize yazılmıştır. Stoacı Kleanthes tablet alacak parası olmadığı için sığırların leğen kemiklerine yazarmış düşüncelerini. Doğa da yoksul bir düşünürdür, kemiklere, taşlara, kıvrımlara yazmıştır isyanlarını. Jeolojik katmanlar doğanın isyanlarıyla dolu. Söz de kıvrımlarda saklı. Ve güneşin ateşi kıvrımları açınca, söz kıvrıldığı yerden açığa çıkacak. Ve işte o zaman yine tam ortadan başlayacağız yolculuğa.

7 Nisan 2017 Cuma

BANA ÖYLE BAKMA YA DA BAK!

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
07.04.2017

Yerin yüzü, dikmiş gözlerini bize bakıyor. Yeryüzünün milyarlarca gözü var. Dağların, taşların, bulutların gözleri; bitkiler ve hayvanların; mikroorganizmaları da ekleyin; gözleri saymakla tüketemezsiniz. Bakışları tehdit edici. Kendimizi tutarlı özneler olarak kurmaya çalışsak da bakışları bizi yerimizden ediyor, kabuğumuzu kırıyor, tutarımızı bozuyor, yekûnumuzu eksiltiyor. Hep yeniden kurmak zorunda kalıyoruz kendimizi.

Nesnelerin delici bakışları var. Lacan’ın “bakış” derken kastettiği de, nesnelerin bize bakmasıdır zaten. Gençliğinde Normandiya kıyılarında, bir balıkçı teknesinde konserve kutusunun tehdit edici bakışıyla karşılaşmıştı. Nesnelerin kem bakışı öylesine güçlüdür ki elimizi çabuk tutmazsak bizi ele geçirebilir, hatta öldürebilir bile. “Kem göz büyülenmedir, hayatı durdurma ve kelimenin tam anlamıyla hayatı öldürme gücüne sahip olan budur.” Medusa’nın taşa dönüştüren bakışı. Ve öznenin nesneye bakması ile nesnenin özneye bakışı arasındaki çatışmayı özne lehine sona erdirmek için bir evcilleştirme yüzeyi, “imge perdesi”ni icat ettik. Hızlı davranıp nesneyi imge perdesinde kıskıvrak yakalayamazsak, nesnenin bakışı yakalayacak bizi. Özne ile nesne arasına yerleştirilen imge perdesinin işlevi, geçici de olsa bakışı evcilleştirmektir (bkz Hal Foster, ‘Yeni Kötü Günler’, çev. Ferit Burak Aydar, Koç Üniversitesi).

İçeri aldığımız imgeler
Yeryüzünün bakışından korunmak için imge perdesiyle çevirdik etrafımızı ve sadece, bu perdede evcilleştirdiğimiz imgeleri aldık içeri. Yeryüzünün yabani bakışını çaldık ve bir süse, imgelerin sıradan dünyasında herhangi bir imgeye dönüştürdük; yetmedi, kültürel ve toplumsal olarak kodladık, sınıflandırdık. Ve süreç devam ediyor: yeryüzünü, nesneleri resmedip fotoğraflıyor, katalogluyoruz durmadan. Sanat ürünleri de nesnelerin kem bakışından korunmak için ürettiğimiz birer imge perdesidir, tablolar mesela. Kem bakışlar kabuğumuzu çatlatmasın diye duvarları tablolarla, nazar boncuklarıyla donattık. Lacan demişti: “Bazı tablolar birer göz aldatmacası iken, bütün tablolar bakışı ehlileştirmeyi amaçlar.” Ve imge perdesiyle çevrili korunaklı, tutarlı evcimen özneler dünyası yarattık. Zaman zaman tehdit edici bakışlar perdeyi aşıp bize ulaşmaya çalışsa da hemen bertaraf ediyoruz. Ve evcil imgelerden hiyerarşik babil kuleleri örüyoruz, kendimizi yerleştirdiğimiz. Evcilleştirilmiş bakışlar arasında tutarlı özneler olarak, elimizi kolumuzu sallayarak dolaşabiliyoruz.

Tüm engellemelere rağmen yabani bakışlar içeriye sızabiliyor ve bizi tuzağa düşürebiliyor bazen: Yoksulların, ezilenlerin, mültecilerin bakışları. Aman! Elimizi çabuk tutalım; daha fazla fotoğraf, daha fazla tablo üretelim; yabani bakışlar mutlaka evcilleştirilmeli. Üretilen her imge sadece ve sadece bakıştan korunmaya yarıyor bizi. “Aylan bebek”in kumsalda cansız yatan, içimize işleyen bakışının her ortamda evcilleştirilmesi gibi. Ya da aramızda “Les fauves”, yabani hayvanlar peydah oluyor bazen, Henri Matisse’in dahil olduğu sanat akımı. Ya da 70’lerin punk’ları gibi. Punk grubu Sex Pistols’ın konserlerini hatırlayalım: Ortaya koydukları performans, öznenin evcilleştirici imge perdesi kurmasına izin vermeyen ve sadece bakışıyla değil, davranışıyla da özne konumunu yerle bir eden bir performanstı. Seyirci konumunda, nesnesini evcilleştirmeyi düşünen özneler, özne konumlarını yitirmekle kalmıyor, nesne ile özne ayrımının silindiği bir kavganın ortasında buluyorlardı kendilerini.

İktidarın kolay lokmaları
Sonra ne mi oldu? En yabani olanı, imgeye dönüştürüp evcilleştirdik ve sonra da yabanilerin evcilleştirilmiş imgeleri, “post”ları çıktı ortaya. Yabani bakış imge perdesinden süzülüp içeriye, merkeze alındığında modaya dönüşmüştür çoktan, yıkıcılığından arındırılmış tüketim imgeleri. Şimdi “post-punk”lar var, punk’ın yumuşatılmış, nezihleştirilmiş, tüketime hazır, evcil imgeleri; kolaylıkla sindirebilirsiniz. Ya peki bizler? Bizler de iktidarın imge perdesinde birer evcil imgeye dönüştürülmedik mi? İktidar için kolay lokmalara. Bir oturuşta mideye indirebileceği hazmı kolay işlenmiş besinlere. Ama şimdi, en yabani bakışımızı takınmanın ve dimdik iktidara bakmanın zamanı. Aklıma Nietzsche’nin “hayır” diyen aslanı geliyor.

1 Nisan 2017 Cumartesi

AVANGART DEĞİL, BADİGART ARANIYOR

Antony Gormley

Fotoğraf: Rahmi Öğdül

RAHMİ ÖĞDÜL
31.03.2017

Her yerde yıkım var ve her yerde ölüm. “Terörün ve kaosun mimarları” iş başında. Yıkımdan besleniyorlar sadece ve varoluşları yıkıma bağlı. Yeryüzünü, bedenleri iliklerine dek sömürüyorlar, posalarını çıkarana dek. Nükleer santrallar gibi: önce toplumu atomlarına ayrıştırıyorlar, sonra da atomları çekirdeklerine ve parçalıyorlar; açığa çıkan enerjiyle semirdikçe semirdiler. Her yerde yıkım araçları, her yerde buldozerler.

Yıkımdan beslenmek
1960’larda avangartlar da fırçalarını terk ettiklerinde buldozerlere sarılmış ve doğanın içinde, araziye biçim vererek yapıtlar üretmişlerdi. Arazi sanatçısı Robert Smithson da fırça yerine buldozer kullananlardan. Buldozerler, her yerdeler; yıkımın araçları. Evleri yıkılıyor insanların başlarına; toplumsal ve doğal bağlar, ağlar parçalanıyor; yürekler paramparça. Yıkıntılar arasında dolaşıyoruz; yüzler harabeye dönmüş. Yıkımın mimarlarıysa sırtlarını Picasso’nun avangart mottosuna dayamış, yüreğimize su serpiyorlar: “Her yaratıcı hareket, öncesinde bir yıkımla başlar.” Yıkım hiç biter mi? Yıkımdan besleniyorlar. Ve hâlâ sanatta avangarttan medet umanlara şaşıyorum. En avangardın iktidar olduğu bir dönemde sanatçı avangart yıkımı savunabilir mi? Fenerbahçe’deki bir inşaat şirketinin, Picasso’nun mottosunu aşırdığını daha önce de yazmıştım. Araziyi çevirdiği tahta perdenin üzerine bu sloganı yerleştirmiş, altında da sanatçının imzası. Ve fotoğraflayıp yazıda kullandıktan sonra Facebook’taki bazı devrimci sitelerin bu fotoğrafı yazıdan bağımsız olarak kullandıklarını gördüm. Ve inşaat şirketinin bu avangart mottosunu beğenen ve paylaşan devrimciler vardı. Kapitalizmin tersten bir “détournement” gerçekleştirdiğini fark edemediler. Sitüasyonistlerin egemen kapitalist kültürel kodları tersine çevirme, saptırma yöntemini şimdi iktidar avangartlara uyguluyor ve “terörün ve kaosun mimarları”nın tuzağına düşüyoruz.

Parlak yüzeyli nesneler üretmek
Düştüğümüz durumu tanımlayan, yine bir avangart olmuştur, Marcel Duchamp: “Yeni-Dadacılar benim hazır-nesnelerimde güzellik buluyorlar! Pisuarı ve şişeliği meydan okumak için suratlarına fırlatmıştım, oysa onlar estetik açıdan övüyorlar bunları.” Yıkımdan beslenen hazır-yapım TOKİ konutlarını estetik açıdan övüyoruz şimdi. Duchamp’ın ardından gelen avangartlar, hazır-nesneleri bir tür nesne fetişizmine vardırmış ve bıkkınlık veren nesne enstalasyonu, enflasyonuna yol açmışlardır. İktidar da parlak yüzeyli nesnelerle oyalıyor bizi. Bir zamanların “eksik olan halkı çağıran” sanat anlayışı yerini, mevcut halk için üretilen sanata bıraktığında, mevcut nesneleri yeniden üretmeye koyulan sanatçı da içini yitirmiş ve bir yüzeye dönüşmüştür. Bugün sanatçının, dış dünyayı içine alarak demleyecek ve buradan kendi yapıtını üretecek bir içi, karanlık odası var mı? Herkes gibi imge bombardımanı, yıkım altında yaşayan sanatçı, yine herkes gibi bu imgeleri içine almama, parlak yüzeyinden kaydırma stratejisi geliştirerek sadece parlak yüzeyli nesneler üretmekle yetiniyor ve her ne kadar eleştirel gözükse de mevcut nesneler düzenine yeni nesneler ekliyor sadece. En eleştirel, yıkıcı hâli bile iktidarın yıkım projesiyle birlikte işliyor ve yeni rantlar üretmek üzere yıkımı merkeze taşıyan iktidar gibi avangart da yıkıma, kendini merkeze taşıyacak bir araç olarak bakıyor.

Sanat eleştirmeni Hal Foster, eski avangart fikrine bağlı kalsa da bu kavramı yeniden tanımlamak ve güncellemek gereği duymuş: “Verili düzende zaten var olan çatlakların izini sürme, bunlara daha da baskı bindirme, hatta bunları bir şekilde harekete geçirme” (‘Yeni Kötü Günler’, Koç Üniversitesi). Oysa yıkım yerine, çatlaklardaki, boşluklardaki özgürleştirici momentlerin izini sürene hâlâ avangart denilebilir mi? Bizim artık yıkıcı avangartlara, öncülere değil, hep arada duran örücülere ihtiyacımız var; Paul Klee’nin dediği gibi, “henüz eksik olan bir halkı çağıran”lara, delikleri örenlere; çatlaklara yerleşip özgürlükçü ilişkiler ağı örecek sanatçılara; bedenleri koruyup kollayacak ve çoğaltacak, kudretlendirecek, aralarındaki bağları pekiştirecek, çatlaklarda yeşeren özgürlük mekânlarını savunacak ‘bodyguard’lara. Yıkım çağında bedenleri koruyup kollamak gerekiyor.