30 Ağustos 2017 Çarşamba

ÖLÜLER EVİNDE DELİK KORKUSU

Fotoğraf: Rahmi Öğdül
RAHMİ ÖĞDÜL
25.08.2017

Dışarısı çok sıcak. Dışarısı çok kirli. Dışarısı çok gürültülü. Dışarıda yabancılar var. Dışarıda dış mihraklar. Tüm olumsuzluklar dışarıda. İçerisi öyle mi? Dışarının tam karşıtı. İçeride her iklim sıcaklığını ayarladığımız klima var. İçerisi çok temiz. İçerisi sessiz. İçeride sen, ben, bizim oğlan. İçeride iç mihraklar. Dışarısı kaos, içerisi kozmos. Dışarısı rastlantıların alanı, içeride saat gibi işleyen bir düzen var. Dışarıdakiler içeridekilerin huzurunu, mutluluğunu kıskanıyorlar.

İçeri ve dışarıya dair anlatılar karşıtlıklar üzerine kurulu. İçeriye hep olumlu, dışarıya hep olumsuz anlamlar yüklüyoruz. İçeri ve dışarısı ayrımında düzen takıntılı bir kişinin dışarıya takındığı düşmanca tavrı görüyoruz. Peki içerisi ya da dışarısı anlatıldığı gibi mi? Hiç içerinin boğucu havasında nefessiz kalıp dışarıya, açık havaya çıkmak arzusu hissetmediniz mi? Her şeyin tıkır tıkır işlediğine göre dışarı çıkmak arzusu da neyin nesi? Yoksa dışarısı bize anlatıldığı gibi değil mi? Kim kuruyor bu içeri ve dışarı kurmacasını? İçerideki hep aynının dönüp durduğu boğucu düzen de neyin nesi? Bu düzen kimin düzeni? Saat gibi tıkır tıkır işleyen bir düzen kurmak isteyenin kim olduğu, saatin guguğundan belli; baksanıza her saat başı nasıl da ötüyor.

Tüm olumsuzluklar dışarıda olduğuna göre tedbiri elden bırakmamalı, sızabilir ve içerideki saati bozabilirler. Sınıra daha yüksek duvarlar örmek gerek, pürüzsüz duvarlar. Duvarlar hiçbir gözenek barındırmamalı; en küçük gözenekten, iğne deliğinden bile sızabiliyorlarmış içeri. Yüzeylerdeki delikler, gözenekler korkutuyor içeridekileri; deliksiz, gözeneksiz parlak yüzeyleri, duvarları sevenlerin çoğaldığı bir çağda yaşıyoruz; deliklerden korkanlar var. 2005’te internetteki bir tartışma platformuna katılanlar bu delik korkusuna bir ad verdiler: Tripofobi (Trypophobia). Yun. ‘tripa’, delik, oyuk anlamına geliyor; tripofobi, delik korkusu. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Tanı ve İstatistik El Kitabı’nda bir tanı olarak yer almamasına ve bilimsel literatürde kabul görmemesine karşın bu korku, internet bloglarında ve forumlarında tartışılanlara bakılırsa binlerce insanı ilgilendiriyor. Evrimsel nedenleri de olabilir; yeryüzünden kaçıp sığındığımız mağara duvarlarındaki deliklerler zehirli böcekleri ve yılanları barındırabilir. Ama pürüzsüz, parlak yüzeylere tapınma çağımızın semptomu. Dışarının korkunç kuvvetlerinden bizi ayıran steril, pırıl pırıl duvarlar.

Taştan, betondan duvarlar yetmeyebilir, sesten duvarlar da örmeli. Balililer ölünün başında hiç ara vermeden birkaç gün boyunca öyküler okurlarmış. Ölümü izleyen hassas günlerde, iblisler ölünün ruhunu ele geçirmesin diye. Ve birbirlerine okudukları öykülerle sesten duvarlar örer ve öyküler birbiri üzerine kıvrıldıkça, merkezinde ölünün yer aldığı, sesten bir labirent inşa ederlermiş. İblisler köşeleri dönemedikleri için ses duvarlarına çarpacak ve ölüye ulaşamayacaklar. Dışarıya sürdüğümüz yaşamın içeri girmesini önlemek için biz de içeride televizyonun, müziğin sesini açarak ya da durmadan konuşarak sesten duvarlar örüyoruz. Ruhumuzu, bedenimizi, zihnimizi yaşamın kuvvetleri ele geçirmesin diye. Sonra da yaşadığımızı iddia edebiliyoruz ve düşündüğümüzü; oysa yaşamak dışarı ile diyalog kurabilmektir; dışarısı ile içerisi arasında bedenimizle, sözcüklerle, imgelerle, kavramlarla mekik dokumak. Mekik dokumadan düşünemezsiniz. Dışarıyla korkutulup içeri kapatılanlar, zihnen ve bedenen ölmüşlerdir. Ancak açık hava diriltebilir. Dışarı açılmanın bir yolu olmalı.

Marcel Proust’a göre “ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabiliriz”. Biz, içeridekiler açılamıyoruz, açıklıktan, delikten korkuyoruz çünkü; algılarımız tek dünyaya kilitli. Ve ekliyor Proust: “sanat sayesinde, sadece bir tek dünya, kendi dünyamızı değil, çeşitli dünyalar görürüz.” Tek bir dünyanın olmadığını, ne kadar canlı türü varsa o kadar dünya olduğunu hayvan davranış bilimci Uexküll de söylüyor. Ama bir tür olarak insan algılarını açabilir ve başka dünyalara açılabilir; tenimiz gözenekli. “İnsandaki en derin şey deridir” diyor Paul Valéry. Ama derimizi de parlak, pürüzsüz, gözeneksiz bir yüzeye dönüştürdük; dışarıya, farklı olana açılmaktan korkuyoruz çünkü. Yaşam korkusu!

18 Ağustos 2017 Cuma

GÖRMEME BİÇİMLERİ

Henri Michaux

Henri Michaux

RAHMİ ÖĞDÜL
18.08.2017

Görmemenin pek çok biçimi olabilir; görmezden gelme ya da bakıp da görememe gibi. Görmezden gelme sıkça başvurduğumuz bir tavır. Eşitsizliğin, adaletsizliğin, acıların yaygın olduğu bir toplumda hayatı sürdürebilmenin, hayatta kalmanın görmezden gelmeye bağlı olduğunu düşünebilirsiniz. O kadar çok acı vardır ki tüm bu acıların duygusal yükünü kaldıramayacağınıza göre kayıtsız kalmaktan başka bir çare bulamayabilirsiniz. Başkalarının acıları yanı başınızdan geçse bile, görmezden gelebilirsiniz. Şiddete uğrayan biriyle karşılaştığınızda, “aman, bana bulaşmasınlar” deyip hemen sıvışabilirsiniz. Büyük kentlerde herkesin birbirine yabancı olduğu ve yabancıların başına ne gelirse gelsin bizi ilgilendirmediğine dair düşünce, bir hayatta kalma stratejisi olabilir. “Kim bilir ne haltlar karıştırmış da başına bunlar gelmiş” diyebilirsiniz. Ve “iyi ki benim başıma gelmedi” diye içten içe sevinebilir ve sessiz kalabilirsiniz. Bu kayıtsızlığın, görmezden gelmenin sessizliği, kuzuların sessizliğidir. Kapatıldıkları hücrelerde kasabı beklerken, olup bitenleri dikizleyenlerin sessizliği.

Çok yakın geçmişte, kentlerde mahalle denilen komşuluk ve dayanışma ağları, birbirini gören, sevincini ve acısını paylaşan insanlardan oluşurdu. Kentsel dönüşümle birlikte toplumsal dayanışma ağları parçalanınca toplu konut hücrelerine kapatıldık ve çelik kapıların gözetleme deliklerinden merdiven boşluklarını dikizliyoruz şimdi ve yandaki hücreye kapatılanların başına gelenlere sessiz kalabiliyoruz. Görüyoruz ama görmezden geliyoruz. Görmezden gelmek, görünmez olmaktır. Başkalarının bizi görmediğini düşünmek. Ama görünmez olmak, aynı şekilde haksızlığa, şiddete maruz kaldığınızda başkalarının da sizi görmemesi, çığlıklarınıza sessiz kalmasıdır. Bir karabasan gibi. Hani yatağımızda, uyku ile uyanıklık arasında gördüğümüz, bağırsanız da yanınızdakine sesinizi duyuramadığınız kâbuslar var ya, işte öyle. Görmezden gelmek, birbirimizi kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz bırakmaktır. Sorunları hep başkalarının sorunları, acıları hep başkalarının acıları olarak görmek. Kapatıldığımız kör kuyularda hayatımızı sorunsallaştırmadan, sorunları başkalarının üzerine yıkarak kendi distopyamızı inşa ediyoruz.

Bir başka görmeme biçimi ise baktığımız halde görememizdir. Gördüğünüzü, üstelik kurallara uygun gördüğünüzü iddia edebilirsiniz. Ama bize tek doğru görme biçimi olarak öğretilen çizgisel perspektifin yarattığı yanılsama, yanıltıyor bizi. Yanılsama diyorum, çünkü antik Yunanlılar perspektifi tiyatro dekorunda kullandıklarında ve seyirci koltuklarından sahneye baktıklarında yaratılan derinliğin bir yanılsama olduğunu biliyorlardı. Ve biz bu yanılsamayı tek doğru görme biçimi olarak benimsediğimizde ve kendimizi bu görme biçimiyle inşa ettiğimizde, yeryüzünü bir tiyatro dekoruna, kendimizi de seyirciye dönüştürdük. Sahte derinlik, yeryüzünden uzaklaştırdı bizi. Çizgisel perspektifin düzlemi, her şeyin birbiriyle orantılı olarak sayısallaştırıldığı ölçü mekânıdır. Ölçülemez olanı, ölçüye sığmayanı, ölçüden kaçanı perspektife sığdıramazsınız. Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” demesi üzerinden asırlar geçti ve ölçü sopasına dönüştük. Sahte derinlikle sığlaştık ve sığlığımızla yeryüzünü ve başkalarını ölçer ve yargılar olduk. Oysa insan ölçüden kaçan, kabına sığmayandır.

Mesafe bir derinlik yanılsamasıdır; baktığımızda seyirlik resimler yaratıyor ve kendimizi çerçevenin dışına yerleştiriyoruz. Çizgisel perspektifin geometrik konisi de bir kuyudur. Yeryüzüne bulaşmadan, sadece ölçmeyi ve yargılamayı isteyenlerin kuyusu. Oysa sorunların, acıların bir yumak gibi birbirine dolandığı aynı yüzeyi paylaşıyoruz. Ve her seferinde nasıl beceriyorsak bir derinlik yanılsaması yaratıp sorunlardan sıyrılmayı beceriyor ve seyirci konumuna geçebiliyoruz. Çizgisel perspektif, yeryüzünün teatral bir temsilidir, biz de bu temsili koltuklarımızdan izleyen seyirciler; sahnelenen oyunları edilgin bir şekilde izlemekle yetiniyoruz. Ve bizim bu sahnede göremediğimiz, ölçülemez olandır, yani kendimiz, yani insan. İnsan her şeyin ölçüsüdür ama aynı zamanda insan ölçüye sığmayandır da. Ve ölçüye sığmayan, yaşamdır aslında. Sahnelenen oyunda yaşamı göremiyoruz.

11 Ağustos 2017 Cuma

CANAVARLAR VE ÖLÜ TAKLİDİ YAPANLAR

RAHMİ ÖĞDÜL
11.08.2017

Hep aynı numara. Kendisini erişilmez bir yüksekliğe yerleştirdiğini düşünenler, erişilebilir ve yerlerinden edilebilir olduklarını anladıklarında ve yükselen toplumsal hareketi bir tehdit olarak algıladıklarında, bir araya gelen toplumun farklı kesimleri arasındaki anlaşma zeminini çökertmek ve aralarına nifak tohumları ekmek için kadim bir örneği yineliyor ve hep aynı oyunu koyuyorlar sahneye. Mitolojinin ebedi döngüsü yineleniyor durmadan. Ve biz belleksizler, belleğini yitirenler, her seferinde aynı tuzağa düşüyoruz. Yinelenen mit, Babil Kulesi mitidir. Tanrıya ulaşmak için bir kule inşa etmeye karar veren ve aynı dili konuşan halkı, farklı diller konuşan gruplar halinde ayrıştırarak ortak anlaşma zeminini çökertme ve çatışmalı bir ortam yaratma stratejisi; tanrı-kralların hep kullanageldikleri ve her zaman işe yarayan meşhur numara. Bu ebedi döngüyü bir yerinden kırmazsak, bizi birbirimize kırdıracaklar ve sonra da “insan insanın kurdudur” diyecek ve haklı çıkacaklar. Ve tanrı-kral, kendisini yerleştirdiği yükseklikten, biz aşağıdakilerin birbirini yemesini bir tiyatro oyunu izler gibi izleyecek. Ve hep aynının dönüp durduğu kısır döngünün içine kapatılmış, ne olup bittiğinin farkına varamayan ve farklı olanı açığa çıkaramayan teatral yaşamlar süreceğiz. Olup bitenleri fark edip farkı açığa çıkaranları, sahnelenen oyunu bozanları derdest edip dışarı atacak, sonra da canavar olarak adlandıracağız.

Oysa canavar, canı olandır. Çanakkale, Ayvacık’ın bir köyünde karşılaştığım, omuzunda tüfek taşıyan yaşlı adama nereye gittiğini sorduğumda, “koyun ağılına” diye yanıtladı; “peki tüfek?” dedim, “canavar için” dedi. Koyunlara canavar saldırıyormuş. Kurda canavar diyorlar bu yörede. Canavar sözcüğünün etimolojisine baktığımızda Farsça, canı olan tüm yaratıkları, hayvanları kapsayan “canvar” sözcüğünden türediğini göreceğiz. Canı olanlar dışarı sürüldüğüne göre, biz içeride kalanlar ölmüşüz demektir. Ya da ölü taklidi yapıyoruz. Tüm yerleşik kültürlerde canavar kavramıyla karşılaşmamız boşuna değil. Canı olanlardan, doğanın kudretini bedenlerinde hissedenlerden canavarlar yaratıyoruz. Ve tüm kültürlerdeki canavar imgesi, canı olan yaratıklara ait farklı parçaların biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş kolaj bir imgedir; çokluğun imgesi. Canı olan, durmadan doğuran doğanın hesaplanamaz çokluğu. Hep aynı olanın, 'bir'in durmadan geri döndüğü kentin içinde farkı, çokluğu açığa çıkaran duyumsayan bedenleri canavarlaştırıp kentin dışına sürüyoruz. Ve evcilleştirilmeyen, aynılaştırılmaya direnen doğamızı, 'polis'in, yani kentin dışına sürdüğümüze göre içerisi 'nekropolis'tir, yani ölüler kenti. Ölüm severlerin, ölü taklidi yapanların kenti.

Canavar, yani canı var. Canavar, duyumsayandır ve bedeninin tüm yüzeyiyle yeryüzünü iliklerine dek hisseden. Duyumsayan, ölü taklidi yapanlardan farklı olarak, aynının kısır döngüsüne rağmen farkı, farklı olanı fark eden ve farkı duyumsayarak farklılaşandır. Farklı olana tahammül edemeyişimiz, canlı olanı canavarlaştırmamızdan belli. Anlam dünyamız bile yaşama dokunmayan cansız kavramlardan oluşuyor. Antropolog Geertz’in dediği gibi, “insan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Ölü kavramlarla örüyoruz anlam ağlarımızı; algılarımızı genişletecek, yaşamın kudretini duyumsatan, farkı açığa çıkaran canlı kavramlara da tahammülümüz yok. Ve anlam dünyamız bir natürmorttur, yani ölü doğa. Canı olanlar, canavarlar dışarı sürülmeli; toplumsal natürmordu canlandırabilirler çünkü. Canı olanlar korkutuyor en çok; ölü taklidi yapanlara dokunmuyorlar.

Yaşam mücadelesi veren Nuriye ve Semih’e destek için Kadıköy’de gerçekleştirilen eylem sırasında heykel taklidi yapan performans sanatçısına dokunmamaları, canlı olanlara ise çok başlı bir canavar gibi davranmaları manidardır. Canı olanların, yaşamı savunanların canavarlaştırıldığı bir toplumda canavarlar güzeldir. Sürrealist Alfred Jarry’i de çok severdi canavarları: “Canavarı uyumsuz öğelerin bileşimi olarak tanımlamak adet olmuştur… Ben kendine özgü, tükenmez her güzelliği canavar olarak tanımlarım.” Canavarlar, tükenmez yaşam kaynakları.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

GÖLGESİNE SIĞINACAK AĞACIMIZ OLACAK

Roelandt Jacobsz Savery, The Garden of Eden

Yaşlı Pieter Bruegel, "Körler Körlere Yol Gösteriyor", 1568
RAHMİ ÖĞDÜL
04.08.2017

Yüzümü güneşe dönüyorum. Yoğun ışık kör ediyor gözlerimi. Artık göremiyorum. Oysa ışık altında gerçekliği tüm çıplaklığıyla görebileceğimizi söylemişlerdi. Aydınlanacak ve mağaranın karanlığından kurtulacaktık. Işığın yoğunluğunu ne denli çoğaltırsak, şeyler niteliklerini o denli göstereceklerdi bize; ama olmadı, körleştik ve köleleştik. Tuhaf değil mi? Ve aydınlıkta körleşen gözlerimiz hiçbir şey göremiyor şimdi. Söylenenlere ve tasvir edilenlere körü körüne inanıyoruz. Tanrı “ışık olsun” diye buyurmuş ve yeryüzü aydınlanmıştı. Daha fazla ışık istedi birileri ve gecenin karanlığını elektrik ışığıyla gündüze çevirdiler; gün gibi ortadayız. Gördüğümüzü sanıyoruz hâlâ, ama gördüğümüz, zihnimizi ele geçirenlerin bize gösterdikleridir. Ve gösterdikleri, yeryüzü değil, paranın yüzü. Sonra da her şeyi tüm çıplaklığıyla gördüğümüzü iddia ediyor, akıl yürütüyor ve çıkarımlar yapıyoruz. Kör edici ışık altında körler körlere yol gösteriyor.

Ve bu kör edici ışıktan kaçacağımız, gölgesine sığınabileceğimiz ağacımız bile yok. Çırılçıplak yakalandık. Ve bu yoğun ışık altında iktidar bizi çırılçıplak görebilirken biz iktidara bakamıyoruz bile. Başlarımız öne eğik. Kim “kral çıplak” diyorsa, kendini aldatıyor. Çıplak olan bizleriz. Ve kral bizi çırılçıplak yakalamak istiyor her seferinde, tüm potansiyelimizi ele geçirmek. Yüzümüzde paranın çıplak yüzü; potansiyelimiz. Ve para gibi durmadan yerimizden yurdumuzdan ediliyor ve para gibi elden ele dolaşıyoruz. Biriktirilecek ve yeri geldiğinde savaşlarda, kıyımlarda harcanacak insan kaynakları. Harcanmıyoruz sadece, birbirimizi de harcıyoruz. Herkesin birbirini harcamasının norm olduğu dünyada “neden felaketler yaşanıyor?” diye soruyoruz bir de. Elbette harcayan, harcanacaktır.

Kral bakışlarını yeryüzüne yönelttiğinde yeryüzü de paranın yüzüne dönüşüyor. Yüzümüzde kralın bakışları; yeryüzünü harcıyoruz. Yeryüzünde yaşanan onca felaket paranın yüzünden değil mi? Hiçbir şekilde soyutlanıp genellikler halinde birbirinin yerine geçemeyecek doğanın biricik, eşsiz unsurları, soyutlandıkça paraya dönüşüyor. Çünkü para her şeyin yerine geçebiliyor. Her türlü sınıflandırmadan kaçan yeryüzünün tekil varoluşları, sınıflandırmanın kıskacına yakalanıp genellemeler halinde aynılaştırıldıklarında ve sonunda her şeyin tıpatıp aynısı olan paraya çevrildiklerinde, geriye paradan başka bir şey kalmamıştır. Ve hâlâ sınıflandırılamayanlar, genelleştirmenin kıskacından kaçanlar, paraya dönüşmeye direnenler var. Direnenler oldukça, yeryüzü paranın yüzü oluncaya kadar yıkım faaliyetlerini sürdürmeye kararlı kralın uykuları kaçacak. Gecenin karanlığı uyutmaz çünkü. Yeryüzünün henüz fethedilmemiş bir karanlık yüzü vardır hâlâ. Ve bu karanlık ele geçirilemeyen direngen kuvvetleri barındırır içinde. Karanlık, henüz yüzeye çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut şeyler düzenini dönüştürecek gizil kuvvetler alanı. Kör edici ışığın altında yitirdiğimiz koyu gölgelerimizin karanlığı. Ve geceyi aydınlatsalar da kuytu köşelerde gölgeler dolaşıyor. Fark edeceksiniz.

“Gölge, fark edildiğinde yenilenme kaynağıdır; yeni ve üretken dürtüler, egonun yerleşik değerlerinden ortaya çıkamaz. Yaşamlarımızda, steril ve içinden çıkılamaz bir dönem olduğunda karanlığa bakmalıyız” diyor Carl Jung. Yerleşik düzenin değişmesini istemeyenler, güneşin kör edici ışınlarına güveniyorlar. İncil’de “Olmuş olan yine olacak. Güneşin altında yeni bir şey yok” diye yazıyor. Güneşin altında hiçbir şey değişmiyorsa, geceye, gölgeye, karanlığa bakmalı. Güneşin kör ettiği gözlerimizi gecenin karanlığında dinlendirsek, bakın, nasıl da yeni yaşam pencereleri açılacak tenimizde. Ve neler olup bittiğini, nasıl kısır bir döngüye kapatıldığımızı ve tüm potansiyelimizi ele geçirdiklerini iddia etseler de gizil güçlere ulaşamadıklarını ve bir karar anında bu gizil güçlere ulaşabileceğimizi göreceğiz. Milyonlarca gözle bakacağız yeryüzüne. “Gecenin içimizde açtığı/sonsuz gözler/çok daha uzağı görebiliyorlar” (Novalis, Geceye Övgüler). Ve o zaman gölgeli ağaçlarımız ve kudretli bedenlerimiz olacak ve gölgelerde yeryüzünün hesaplanamaz çokluğu. Birlikte direneceğiz.