28 Aralık 2018 Cuma

FLU OLMANIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Philip Barlow
RAHMİ ÖĞDÜL
28.12.2018
Net olanı seviyoruz en çok. Flu olan rahatsız ediyor. Net olan ile olmayan arasında tercih yaptığımızda net olanda karar kılıyoruz. Net olduğu için şimdide kalmayı tercih edenler var, bu şimdi duvarlarla örülmüş olsa da. Gelecek belirsizdir çünkü. Dört duvar arasındaki tutsaklığımızı, özgürlüğümüze yeğliyoruz. Hücrelerimizi nesnelerle donatarak tutsaklığımızı yuvanın sıcaklığıyla süslüyoruz. İçeriye hapsettiler bizi, evlerde kıstırıldık.

KORKUNUN DIŞA VURUMU

Net olan bir görüntüde nesneler kesin sınırlarla ayrılmıştır. Konturları belli nesnelere ad verip kimliklendirebilir ve aralarındaki ilişkileri de belirleyebilirsiniz. Ama flu olan öyle mi? Nesneler birer gölgeden ibaret ve bırakın kesin sınırlarla ayrılmayı, iç içe geçmişlerdir. Kimin kim olduğunu ayırt edemezsiniz, kimlikli nesneler yerlerini kimliksiz gölgeler topluluğuna bırakmıştır. Bu kimliksizler topluluğu bizi rahatsız ettiği kadar iktidarı da rahatsız eder, hem de çok. Ayırt edemediği, ayırt edemediği ölçüde sınıflandırıp ayrı klasörlerin içine yerleştiremediği, ilişkilerini manipüle edemediği kimliksizler topluluğu iktidar açısından bir kötülük kaynağıdır. Biçimsiz olanı kötü diye tanımlaması, aslında ele geçirip evcilleştiremediğine yönelik duyduğu korkunun dışa vurumu. Çok korkuyor, çok.
Netiz, çok net. Keskin konturlarla ayrılmış bedenlerimiz var ve bedenlerimizin üzerlerinde kolaylıkla ayırt edilecek, kimliklendirilecek her türlü işareti taşıyoruz. Ve iktidar bedenlerin yüzeylerini okuyup derinlerinde neler sakladığını kolaylıkla anlayabileceğini düşünüyor. İktidar fizyonomisttir, bedenlerin dış özelliklere bakarak içlerindeki saklı kişiliği açığa çıkarmakta uzman. 19. yüzyılda bedenleri evrim skalasına göre yargılarken, evrimleşmiş olanları ilkel olanlardan ayırt etmeyi ve sadece evrimleşmiş olanların üremesine izin verecek bir toplum tasarlıyordu. 20. yüzyıla geldiğimizde bu tasarımı gerçekleştiren Nazi Almanyası oldu ve yoz bedenleri ortadan kaldırırken, sadece mükemmel bedenlerden oluşan bir toplum yaratmak için gerekli mühendislik altyapısını kurmuştu ama olmadı. Himmler’in 150 yılda saf Alman ırkı yaratma projesi gerçekleşmedi. Şimdi yine dış özelliklerine bakarak bedenlerin asi mi yoksa uysal mı olduğunu ayırt etmeye çalışacağını sanıyor. Ama yanılıyor, iktidarın işi zor.

BİÇİM ÖZÜ YANSITMIYOR

Dış ile iç arasında bir tutarlılık kurma çabası işe yaramıyor artık. Biçim özü yansıtmıyor. O yüzden biçime bakarak içeride saklananın açığa çıkarılması mümkün değil. 19. yüzyılda dövme, dönemin fizyonomisti Cesare Lombroso tarafından hem ilkelleri hem suçluları ayırt etmede kullanılıyordu. Adolf Loos, Lombroso’nun süs karşıtı argümanlarını mimariye taşımış ve bu argümanları Art Nouveau’nın aşırı süslemeci mimarlığına karşı kullanarak geometrik, süsten arınmış bir mimariyi savunmuştu. Modern olmak, süsten arınmış olmakla eş anlamlıydı. Modern zamanlarda bedenin süslerine, dövmelerine bakarak içindeki yabaniyi kolaylıkla teşhis edebilirdiniz. Ama artık postmodern zamanlardayız. Dövmesiz bir bedenle karşılaşmak zor. Her köşe başında bir döğmeci var ve bedenleri işaretliyor, işler giderek karmaşıklaşıyor.
Karşılaştığınız birinin dövmesine bakıp da içinde bir yabaniyi taşığını düşünürseniz yanılırsınız. Punk’ın yabani doğası salt biçim haline geldiğinde üst sınıf bedenler de punk biçimine büründü. Moda belirsizlik alanı; artık dışına bakarak hangi bedenin uysal, hangisinin asi olduğunu anlayamazsınız. Papua Yeni Ginelilerin dövmeleri kentlilerin bedenlerini ele geçirince kent bir belirsizlik mıntıkasına dönüştü. İktidarın işi zor. Netliğe alışmış gözleri bedenleri tarasa da, içlerinde neler sakladıklarını anlayamıyor, içerisi bulanık. İktidar çaresiz, fotoğrafları flu çıkıyor. Yüzeyde sadece biçimlerin bolluğu var ve bu biçimler içeriye dair hiçbir şey söylemiyor. Ama iktidar bizi içeriye kapattı, yuvalarımıza. Şimdi sokaklar yabanilerini özlüyor, hem de çok.

22 Aralık 2018 Cumartesi

ZAMAN DENİZLERE AÇILAN SOKAKLARDIR

Duy Huynh
RAHMİ ÖĞDÜL
21.12.2018

Caddedeki apartmanın giriş merdivenlerine dizdiği alarmlı saatlerin yanı başında otururken görüyorum onu. İhtiyar adam zamanın akmadığı, saatlerin hep şimdiyi gösterdiği bir çağda zaman ölçerler satıyor. Sattığı saatler analog zamanlardan kalma, oysa dijital zamanlarda yaşıyoruz. Ve tıpkı sattığı saatler gibi bedeni de alarm veriyor: “Zaman geçiyor, yaşlanıyorum!” İhtiyar analog zamanlarda yaşlandı, dijital zamanlarda yaşlanmıyoruz, hep ‘şimdi’nin içindeyiz çünkü.

Dijital zamanlar, parlak yüzeylerin zamanı, karanlık odası, derinliği olmayan. Derinlik geçmiştir. Geçmişi olmayanlar, şimdinin içinde asılı kalanlardır. Geçmişimiz vardı, belleklerimizi kazıdıklarında yitirdik. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz, çünkü gelecek geçmişten gelebilir ancak. İhtiyar adam yeryüzünden geçip giderken elinde tuttuğu analog alarmlı saati gösteriyor: “Zaman geçiyor, ben geçmişim, gelecek sizlersiniz, gelecek gençler”. Gençler geçmişten gelebilir ancak; geçmiş asla geçmiyor, geçmiş henüz gerçekleşmemiş ve gerçekleşmesiyle birlikte mevcut şimdiyi değiştirecek gizil kuvvetleri barındırıyor; tohumlar karanlıkta gelişiyor. Ama geçmişimizi, gençliğimizi kazıyorlar durmadan ve şimdinin içinde tutsak kalıyoruz. Şimdi iktidarın zamanıdır; kendi zamanının geçmesini ister mi hiç? Zamanı kendi mekânlarında donduruyor, belleği olmayan dijital yüzeylerde. 

Ekranlarla avlıyorlar 
Toplu taşıma araçlarındaki ekranlara takılıyor gözüm; sizin de takılmıştır. Yolculuğu bir karşılaşmalar alanı ve rastlantısal karşılaşmalarla, aynı olanın içine gömülmüş farklı olanı açığa çıkarma süreci olarak yaşayabiliriz, ama ekranlarla avlıyorlar bizi. Hepimiz dijital ekranlara takılıyoruz. Uzun zamandan beri ekranlarda perspektif çizimine dair bir video dönüyor. Ve gündelik yaşamın koşuşturması içinde gözü ekranlara takılanlara perspektif eğitimi veriliyor, tuhaf değil mi?

İktidarın bakışımızı eğitmesi hiç de tuhaf değil. Çünkü iktidar eğitilmiş ve evcilleştirilmiş bakışlarla meşrulaştırıyor kendini. Zamanını dijital yüzeylerde dondururken dijital ekranları da bir okula dönüştürmüş. Yoldayken eğitiliyoruz.
Yoldayken yoldan çıkabilir ve ara yollara sapabiliriz ama iktidar açısından hiç de hoş olmazdı bu. Ana yoldan sapmayalım diye, perspektifin çizgisel otoyolunda bakışımızı dosdoğru nasıl süreceğimizi öğretiyorlar. Perspektif, sığ olan iktidarı, derinlikli, üç boyutlu olarak algılamamızı sağlıyor.

Çizgisel perspektif bir yanılsamadır ve bu yanılsamayı hakikate ulaşma yöntemi olarak öğretmelerinde çıkarları olmalı. Çünkü iktidar derinliksiz, geçmişi olmayan, sadece şimdisi olan dijital yüzeylerde bir hakikat olabilir ancak. Perspektif, düz duvarda derinlik yanılsaması yaratan bir teknik. Antik Yunan’da perspektif tiyatro dekorlarında kullanılıyordu. Ve perspektif, yerlerine çivilenmiş seyirciler içindir, dünya seyirlik bir nesne. Yerimizden kalkabilseydik, düz duvarı fark edecektik ama oturduğumuz yerden derinlikli bir manzara görüyoruz. İktidar duvardır. Ve derinlik yanılsamasına aldananlar, ileriye doğru her hamle yaptıklarında kafalarını duvara çarpıyor. Bu ülke durmadan duvara çarpıp kafalarını kanatanlarla dolu, hâlâ akıllanmayanlarla.

İhtiyar bize zamanın geçtiğini gösteriyor ama biz dijital çağın derinliksiz ve geçmişsiz parlak yüzeylerinde iktidarı hakikat diye izliyoruz. İhtiyar şimdinin ve imgesinin çoktan geçtiğini ve seyrettiğimiz imgenin bir art imge olduğunu biliyor. Art imge (after image), uzun süre bir imgeye maruz kalanların, imge ortadan kalktığında onu görmeye devam etmeleridir.

Yerimizden kalkabilseydik imgenin bir yanılsama, duvarın ise gerçek olduğunu fark edebilirdik. Ve yürüyebilseydik, sokakları ve sokakların denizlere açıldığını keşfedebilirdik. Yürüyebilseydik, bastırılmış olan geçmişin gizil kuvvetlerini açığa çıkarabilir ve mevcut olanı değiştirebilirdik. Denizleri kucaklayabilirdik.

14 Aralık 2018 Cuma

İKTİDARINIZI NASIL ALIRDINIZ?


RAHMİ ÖĞDÜL
14.12.2018

Bir ürünü tükettiğimizde, ürünle birlikte üretim ilişkilerini, sömürüyü, eşitsizliği de bünyemize katıyoruz. Her ürün bir bellek gibi, tüm üretim sürecini içinde barındırıyor. Ürüne bağlanıyoruz ve bedensel ve zihinsel kompozisyonumuz değişiyor. “Ne yersen, osun” demişler, doğru. Ürünlere bağlandıkça kapitalist makinenin parçalarına dönüşüyoruz.Küresel markaların hamburgerlerini yemiyoruz sadece, yediğimiz kapitalist sistemdir. Uzmanlar bu tür besinlerden uzak durmamızı tembihliyor ama kapitalizmden uzak durmamızı söyleyen yok. Besinler değil, kapitalizm öldürüyor.

Ürünler, acının, kederin kompakt formları. Herkes biliyor, marka giysilerin üç kuruşa yoksulların kanı ve teriyle dokunduğunu. Herkes biliyor, oturdukları konutun harcının emekçilerin acı dolu hayatlarıyla karıldığını. Herkes biliyor, yedikleri hamburgerlerin katledilen hayvanların acısıyla pişirildiğini. Biliyor da, kimlik gözlerini kör etmiş, tükettikleri marka ürünlerle kendilerini kimlikli bir özne olarak kuracaklarını sanıyorlar ama hepimiz kapitalist montaj hattında monte edilen sıradan parçalarız. Kapitalist ilişkiler bedenimizin yer ve işlevini değiştiriyor ve kendimizi montaj hattında buluyoruz.

Hamburgerciden içeri giriyor ve kasaya yaklaşıp kişisel tercihimizi İngilizce sözcüklerle telaffuz edebilmenin kimliklendirici gücüyle siparişimizi veriyor ve bekliyoruz. Tezgâhın arkasında çalışanların kederleri bedenlerinden okunuyor. Üretim bandındaki bedenler güçsüz. Ama yüzlerinde müşteriyi memnun edici maskeler var. Kimlik kazandığımız yanılsamasına kapılıyoruz, oysa montaj hattında sırasını bekleyen kimliksiz parçalarız, tıpkı tezgâhın arkasında adını sanını bilmediğimiz, tek tip üniforma giydirilerek şirketin kimliğine büründürülmüş yorgun bedenler gibi. Tezgâhın arkasındakilerin yaptıkları tek şey, menüyü müşteriye monte etmek. Montaj hattında parçalar birbirine monte edildiğinde kapitalist makine tıkır tıkır işliyor. Ve biz, üretim bandındaki tüm kederi, sömürüyü, acıyı bünyemize katarken nasıl neşeli ve kudretli bedenler olabiliriz ki? Yunus Emre söylemişti: “Yedikleri yoksul eti, içtikleri kan olmuştur.”

Öğünler komünyon ayinlerini andırıyor. Yediğimiz, İsa’nın bedeni; içtiğimiz, İsa’nın kanıdır. Dinler başlangıçta, paylaştıkça birlikte kudretlenecek toplumsal bir beden kurmayı savunurken, şimdi nedense sadece yoksullar üretim bantlarında çarmıha geriliyor ve hep birlikte yoksulların etini yiyor, kanını içiyoruz. Kapitalizmin bize yedirdiği, kendi bedenlerimizdir. Tükettikçe tükeniyor ve gücümüzü yitiriyoruz. Bize dinden, öte dünyadan, öte dünyadaki zenginliklerden söz edenler güçlerine güç katıyor, semirdikçe semiriyor ama bizler eksiliyoruz. Yitirdiğimiz bedenimizdir, yeryüzüdür. 

Hıristiyanlığı yaymak ve yoksullara acı çekmeyi vaaz etmek üzere Portekiz’den Brezilya’ya gönderilen başpiskopos Sardinha, yerli halk Tupinamba’lar tarafından parçalanıp bir güzel yenmiş. Tupinamba’ların yamyam oldukları söyleniyor. Belki de Tupinamba’lar komünyon ayinini metaforik değil, düz anlamıyla anlamış ve İsa’nın temsilcisi olduğunu söyleyen başpiskoposu düzenledikleri komünyon ayininde yemiş olabilirler. Hıristiyan olmalarında piskoposun sözlerinden çok, damaklarında bıraktığı etin lezzeti etkili olmuş olabilir. “Ne yerseniz, osunuz”. İktidarın söylemlerinden çok, ruhları ve zihinleri biçimlendiren yediklerimizdir. Bizim de yamyam olduğumuz söyleniyor. Hamburgerin damaklarımızda bıraktığı ize tutundukça kendimizi montaj hattındaki parçalar olarak bulduk. Kudretli toplumsal beden parçalanırken gıkımız çıkmadı, çünkü damaklarımızda etin tadı vardı. “İktidarı yedirtmeyiz” demelerine bakmayın, marine ederek yedirtiyorlar ve iktidarı gözü kapalı mideye indiriyoruz. “Yedikleri yoksul eti, içtikleri kandır.” İktidarın dokusunda yoksulların eti ve kanı var. Ve iktidarı yedikçe kendimizi tüketiyoruz. İktidarınızı nasıl alırdınız?

8 Aralık 2018 Cumartesi

DELİREBİLSEYDİK KONUŞABİLİRDİK


Monica Carvalho
RAHMİ ÖĞDÜL
07.12.2018

Dil coğrafyadır, yeryüzüdür. Kimi zaman tropikal bir orman, kimi zaman kıvrımlı dağ yolları. Çölde kumulların yürümesi, kutuplarda buzulların çatlaması, denizin deli dalgaları ya da bir akarsuyun şırıltısı. Beton kentte dil betonlaşmıştır.Sesiniz betona çarpıp geri döner ve her geri döndüğünde yalnızlığınızı çarpar suratınıza. Kupkurudur, ağızların içinde çimentonun tortusu. Bırakın başkalarıyla konuşmayı, kendinizle bile konuşamazsınız, diliniz damağınıza yapışıp kalır. Beton dil, ölüme tapanların, yaşamdan nefret edenlerin dilidir. Hiçbir şeyi yeşertmediği gibi, yeşermiş olanı da soldurur. Konuşanlar, sadece ölümü çoğaltır; konuştuklarında yaşamı değil, hep ölümü çağırırlar. Konuşanlar, yaşayan ölülerdir.

Zombiler her yerde
Yaşayan ölüler, zombiler, popüler kültürün kahramanları, kahramanlarımız. Zombiler, beton kentlerin yürüyen cesetleri. Konuştuklarını sanırlar ama hırıltı çıkarırlar sadece; hırıltıları yaşamı soluksuz bırakır, yaşayanları morartır. Mor, ölümün (mort) ve betonun rengi. Beton yeşile ve yaşamın tüm renklerine düşman. Betonlaşan dil, yeryüzünün alacalı bulacalı etik düzlemi yerine, ahlaktan söz eder durmadan ve ahlakın (moral) moruyla boyar bedenleri. Zombilerin hırıltısı, beton kentlerin, çürümekte olanın sesi. Zombiler her yerde. Ekranlarda hırıldayan onlardır; ağız denilen yüzlerindeki yarıklardan çıkardıkları sesler ölümü bulaştırır. Isırmalarına gerek yok, ekranlarınızı açmanız ve hırıltılarına maruz kalmanız yeterli. Yaşamdan, yaşamın yeşertici kuvvetinden, kudretli bedenlerden söz ettiklerini hiç duydunuz mu? Varsa yoksa savaş ve jeopolitik meseleler. Ölümü pazarlayanların dili. Ve bu seslere maruz kaldıkça çok geçmeden zombiye dönüşebilir ve siz de hırıltı çıkarmaya başlarsınız. Ve ölümü bulaştırırsınız her şeye.

Dilimiz beton gibi
Konuşabilirdik. Betonun hırıltısını, yaşamın çağıltısına dönüştürebilirdik. Ama aramıza ekranlar giriyor ve zombileşiyoruz. Roman Polanski’nin ‘Melekler Düşerken’ (1959) adlı kısa filminden bir sahne. Savaşın ölümcül ortamından kaçıp bir yıkıntıya sığınan iki düşman asker, karşılaşırlar. Her ikisi de tedirgin. Düşman askerlerden biri, elini kaputunun içine sokar, bir şeyler paylaşmaya niyetli. Ama diğeri korkuya kapılır ve tüfeğini doğrultup ateşler. Düşmanı ölmüştür. Ölü düşmanın avucunda iki dal sigara. Ölümcül ortama rağmen, şimdi ve burada yaşamdan, birlikte yaşamaktan, güzel günlerden konuşabilirlerdi, ama olmuyor. Ekrandaki ‘Büyük Birader’ giriyor aramıza ve nasıl oluyorsa birden düşman kesiliyoruz. Konuşabilseydik keşke. Doğrudan, yüz yüze. Tohumun yeşermesinden söz edebilseydik, bir tohum olarak yeryüzünün yeşermesinden. Ve o zaman bakın, nasıl da yeşerecekti dilimiz. Beton çatlayacak ve çatlaklarından taze sürgünler fışkıracaktı. Yeryüzündeki sürgünlerin yuvasına dönüşecekti dünyamız. Ama olmuyor, betonla kaplıyorlar her yeri ve yeşermeye yazgılı tohumlar betona gömülüyor. Dilimiz beton gibi.

Beton altında, tropikal ormanları, çağıldayan akarsuları, deli dalgaları saklıyor. Çokluğun ve bolluğun sesini işitenler var. Biz, beton dilliler, beton yüzeylere çarpıp geri dönen Büyük Birader’in sesini, kendi sesimizi işitiyoruz sadece. Ama çokluğu ve bolluğu işitenler, yeryüzünün diliyle konuşuyor. Onlarla iletişim kuramıyoruz. “Delilerle iletişim kuramıyorsak, konuşmadıkları için değil gereğinden fazla konuştukları, aşırı yüklü bir dille, dünyanın bütün yollarının birbirine karıştığı göstergelerin tropik bolluğu içinde konuştukları için kuramıyoruz.” Ve onların dili, “deli olmanın haşmetli özgürlüğünü gösterir bize” (Foucault, Büyük Yabancı, Metis Yayınları). Betonun dili, iktidar aklının dilidir; çatlatmak gerek. Betonun altında yaşam saklı. Dili delirtebilseydik, yaşamı duyumsayabilirdik. Beton duvarların arasına gömülmek yerine, yeryüzünde Gezi'ntiye çıkabilir, dilimiz yeşerir ve konuşabilirdik.

1 Aralık 2018 Cumartesi

SOYUNMAYI BIRAKIN ARTIK!

Jacques Fabien Gautier d'Agoty

Jacques Fabien Gautier d'Agoty

Jacques Fabien Gautier d'Agoty
RAHMİ ÖĞDÜL
30.11.2018

Mesafelerin kalktığı ve içli dışlı olduğumuz zamanlar. Artık birbirimizden saklımız gizlimiz yok. Hadi biz birbirimizi tanırız da, iktidara ne demeli? İki çift laf etsek, hep aramızda. Her lafın arasına giriyor, ilişkilerimizi dolayımlamakla kalmıyor, üstelik her birimizi en çıplak hâliyle kıskıvrak yakalamaya çalışıyor. Biz de soyunmaya ne de meraklıymışız meğer. Mecburen soyunduğumuz zamanlar vardı. Ama şimdi sosyal medyada gönüllü olarak soyunuyoruz. Soyundukça var olabildiğimiz, çıplaklığın yüceltildiği bir dönemden geçiyoruz. Sosyal medyadaki striptiz şovları, gece kulüplerinde sergilenenleri aratmıyor. Bedensel ve zihinsel örtülerin birer birer atıldığı, yaşamların her anının ulu orta sergilendiği şovların en dikkatli izleyicisi iktidar. Hiçbir gösteriyi kaçırmıyor.

Bir zamanlar mecburen soyunurduk. Muayene sırasında tıp etiğine bağlı hekim karşısında soyunduğumuzda, çıplaklığımızın hekimle aramızda kalacağını bilirdik. Mahrem olanı paylaşmak, sözleşmeye bağlıydı. Biz bedenimizi açacak, hekim de bizim iyi hissetmemizi sağlayacaktı. Karşılaşmalarımızı kendi başımıza örgütleyemediğimizden, bedenimizin doğasıyla uyuşmayan, gücümüzü azaltan ilişkilere giriyor ve kendimizi kötü hissediyorduk. Hekim de bizim adımıza, iyi hissetmemizi sağlayacak ilişkiler örgütlüyordu. Bizler, gerekli dersi almak bir yana, sürekli aynı hataları tekrarlayanlardık. Hekim, ne yememiz, ne tür ilişkiler kurmamız gerektiğine karar verendi. Ve karşısına, tüm niteliklerinden soyunmuş bir töz olarak çıkmalıydık. O da, bir karşılaşmalar alanı olan bu tözü yeniden, doğasına uygun olarak biçimlendirecekti. Biçimlendirilmeye alışmıştık.

Sonra giderek etik rafa kaldırıldı. Ve bedenin içkin doğasının karşılaşmalarını örgütleyen hekimin etiği yerini, aşkın değerlerle iş gören despotun ahlakına bıraktı. Artık ne yememiz, ne tür ilişkiler kurmamız, bedenlerimizi nasıl kullanmamamız gerektiğini despotun yasaları belirliyor. Spinoza’da etik, bedenlerin ilişkilerini örgütleyerek kendilerini biçimlendirebilmesidir. Oysa despot yasalarıyla, bedenlerimizle hiç uyuşmayan aşkın bir hakikati bize zorla giydiriyor. Etik, kurduğumuz ilişkiler aracılığıyla bedenlerimizin kudretini açığa çıkarma ve hep birlikte kudretli bir toplumsal beden kurma sanatıdır. Bedenlerimizin keder ve neşe arasında gelişigüzel savrulması yerine, hangi bedenlerin bedenimizle uyuştuğunu, hangilerinin uyuşmadığını, dolayısıyla hangilerinin bizi kudretlendirdiğini, hangilerinin ise kudretimizi azalttığını keşfetme sanatı. Ve bedenlerin birlikte güçlendiği kudretli toplumsal bir beden, ancak etik bir düzlemde gerçekleşebilir. Ama etik düzlem ve bu düzlemde karşılaşmalarını örgütleyen bedenler, iktidarın işine gelmiyor. O yüzden kendi ilişkilerini örgütleyemeyen kederli bedenlere muhtaç. Ve iktidar, güçsüz bedenler istiyor, teslim olmaya teşne bedenler. Dolayısıyla durmadan aramıza girerek ilişkilerimizi dolayımlayacak ve bir bedenin nelere muktedir olduğunun öğrenilmesini engelleyecektir. Despotun idaresindeki her beden engellenmiştir.

Engelli ve en yalın hâlinde olan, çırılçıplak bir beden. İlişkilerimiz dolayımlandı önce ve aramızı bozdular; yapayalnız ve ilişkisiz kaldık. İlişkilerinden arındırılmış bir beden anatomik bir bedendir, anatomi atlaslarında rastlayacağınız türden. Sonra, “Aç, aç!” sloganları eşliğinde bedenler soyunmaya başladı. Niteliklerinden arındırılmış, çıplak töz olarak bir bedeni biçimlendirmek kolaydır. Sosyal medya, anatomi atlaslarını andırıyor. Derisi yüzülmüş, altındaki kasları gösteren bedenler; kan damarlarını, sinir ağlarını, iç organlarını sergileyen bedenler. Ve tabi ki beyinlerini de. Tüm kıvrımları açılmış bir beden, fethedilmiş bir bedendir, iktidarın mülkü, bir proje alanı. Ve aynı zaman ahlaklı bir beden. Çünkü kendini gerçekleştireceği, kudretini açığa çıkaracağı etik düzlemin kıvrımlarından yoksun kalmıştır.

25 Kasım 2018 Pazar

BALTALAR, AĞAÇLAR VE ORMAN

Alexandra Dillon

Vladimir Kush

Fascio
RAHMİ ÖĞDÜL
23.11.2018

“Görünür manzaranın görünmez başka manzaraları gizlediğinin tamamen farkına vardığımızda kendimizi bir ormanın içinde hissederiz” (José Ortega Y Gasset, Quijote Üzerine Düşünceler, YKY). Ormanın içindeyiz. Görünen manzara, bildik manzaradır. Önde ağaçlar. Manzaraya baktığımızda, ağaçların yanı başında baltayı görüyoruz ve ağaçların arasında koyu ve derin bir karanlık, orman.

Balta, ağaçları buduyor. Henüz filizlenmiş taze düşünceleri, uzamın içine yayılarak gövdesinin mekânını genişleten dalları kesiyor önce. Ve biraz dikkatlice bakınca, balta sapının, başka sopalarla güçlendirildiğini fark ediyoruz; bu tür baltalara ‘fascio’ deniyor, Batı tarihinden biliyoruz. ‘Fascio’nun manzarayı kapladığı zamanlar, faşizmin zamanlarıdır; Mussolini bir ‘fascio’ydu mesela. Ağaçlar, gizil kuvvetleri, manzarayı değiştirecek olanları saklıyor. Alman atasözü: “Ağaçlar ormanı görmemize müsaade etmiyor.”

Balta Boşuna Çabaladığını Biliyor
Balta ağaçları buduyor, fakat orman, balta girmemiş olandır. Ve balta asla ormana giremeyecek. Balta, ormandan korkuyor ve elinden gelen tek şey karşısına çıkan ağaçları budamak. Derin ve koyu bir karanlık olarak orman ağaçların arasında. Orman, baltanın kâbusu olmaya devam edecek. Balta korkuyor, ağaçlara saldırmasından belli. Orman hep daha derine kaçıyor. “Orman daima bulunduğumuz yerin biraz ötesindedir. Bulunduğumuz yerden az önce ayrılmıştır ve geriye sadece taze izi kalmıştır” (Gasset). Balta, ormana asla ulaşamayacak. Yeryüzündeki tüm ağaçları budasa da orman yaşayamaya devam edecek, gölgeli kuytularda, içimizin kıvrımlarında. Balta boşuna çabaladığını biliyor, ama korkuyor, korktukça saldırıyor.

Şimdilik görünen manzara bu. Manzaranın değişmesini istemiyor olabilir miyiz? Yoksa sizde mi ormandan korkuyorsunuz? Orman tedirgin edicidir. Manzaranın değişmesi için ağaçların arasına, derin ve koyu karanlığa yürümeniz gerekecek. “Ama şimdi kim yürüyecek?” diyebiliriz, rahat ve güvenli koltuklarımızda oturmak ve manzarada olup bitenleri izlemek varken. Alıştık, alıştırıldık, izleyici koltuklarına. Dünya, rahat koltuklarımızdan izlediğimiz bir sahne. Her gün baltanın başrolde olduğu hep aynı oyunu izlemekten usanmadınız mı? Yoksa Aristotelesci bir ‘katarsis’ mi yaşıyorsunuz? Seyrettikçe arınıyor musunuz? Olabilir. Baltayla özdeşleşmek için yeterince donanımımız var. Hepimiz küçük baltalar olarak donatılmadık mı? Balta, budadıkça tüm ağaçları kendisine benzetiyor. Balta, budanmış ağaçları seviyor, dümdüz, çıkıntısı, pürüzü olmayan ağaçları. Bizden farklı olanların pürüzlerini gidermedik mi? Atasözü: “Balta değmedik ağaç olmaz.” Manzara birden değişiyor, artık ön planda ağaçları değil, birbirine tıpatıp benzeyen baltaları görüyoruz. Ağaçlar baltaya dönüşmüş. Baltalar, ormanı görmemize müsaade etmiyor.

Pürüzlü, kıvrımlı yapısıyla karanlık orman; önünde baltalar. O da ne? Balta kıtaları ormanın içlerine ilerliyor: “Baltalar elimizde/upuzun ip belimizde/Biz gideriz ormana/Hey ormana.” İlerliyoruz ve önümüze çıkan ağaçlara, bizden farklı olanlara sağlı sollu vuruyoruz: “Ağacın yanında dur/Baltayı sağından vur/Bir de sol taraftan/Vur kuvvetli.” Biz vurdukça neşeli bedenler kederli varlıklara dönüşüyor, için için yanacak odunlara. Ve neşeli oluşlar kederli varlıklara dönüştükçe, rahat koltuklarımızda zevkten dört köşe oluyoruz: “Kışın odun yanınca/Alevler parlayınca/Şarkı söyler oynarız/Hey oynarız.” Şimdi hep birlikte söyleyelim baltaların şarkısını. Ve hep beraber eğilelim büyük baltanın, ‘fascio’nun önünde. Ama orman asla yok edilemeyecek. Çünkü orman içimizin kuytularında. Atasözü: “Ağaca balta vurmuşlar, ‘sapı bedenimden’ demiş.” Her balta sapı, bir zamanlar ağaçtı, hatırlayın. Ve orman, firari ağaçlarla doludur; henüz görünmez olan gizil kuvvetlerle. Görünür olduklarında manzara değişecek. Orman yürüdüğünde iklim de değişecek, özgürlük gelecek.

18 Kasım 2018 Pazar

YÜKSELMİYORUZ, DÜŞÜYORUZ!

Ken Vrana
RAHMİ ÖĞDÜL
16.11.2018

İktidar bize tepeden bakıyor, ama sokakta, tam da yeryüzünde olduğunuz bir anda, çaktırmadan aranıza girebilir ve hiç fark ettirmeden bulaşabilir size. Hiyerarşik bir tabakalaşmaya göre biçimlendirildiğimiz bir dünyada, her türlü biçimin göklerden geleceğine dair bir beklenti var. Ama iktidar yatay düzlemde, tüm ilişkilerin arasına sızarak iş görüyor. Aralarda kendini yeniden üreterek biçimlendiriyor bizi. Gustav Landauer çok haklı: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilinti; insanların birbirine davranışlarının bir tarzı.” İktidar tepeden duruyor, ama onu yukarıda değil, aralarda, kurduğumuz ilişkilerde aramalıyız. Mesela bir kafede dostlarınızla birlikte oturuyorsunuz. Ve dünyanın başka türlü olabileceğine dair birlikte düşünmeye başlıyorsunuz. 

Kazı kazan!
Kapitalist bir distopya yerine, yüz yüze ilişkilerle birlikte kurabileceğimiz, emeğimizle biçimlendireceğimiz bir dünyada yaşamaktan söz ederken, birden masanıza milli piyangocu yaklaşıyor ve o sihirli sözcükleri fısıldıyor kulağınıza: “Kazı kazan!” Yorulmuşsunuz belki, konudan uzaklaşıp gündelik hayata katılmak istemiş olabilirsiniz ve piyangocunun çağrısı da cazip gelmiş olabilir. Ya da zorunluluklar dünyasından rastlantının dünyasına kaçmak istemiş de olabilirsiniz. Ve kazanmak için kazımaya başlıyorsunuz. Peki neleri kazıyorsunuz acaba?

Kesinlikle kazıdığımız ve kazıyarak sildiğimiz belleğimizdir, kazandığımız ise yalnızlık. Kazımak, kapitalizmin işidir. Bellekleri, doğal ve toplumsal yatay ağları, toplumsal dayanışmayı kazıdıkça kazanıyor ve üstelik tüm bunları bize kazıttırıyor, ama biz kazıdıkça kaybediyoruz, tuhaf değil mi? Kazıdıkça yeryüzünü, belleğimizi, birbirimizi yitirdik. Ve hâlâ iktidarın sesi çınlıyor içimizde: “Kazı kazan!” İlişkilerimizi içeriden dolayımlıyor ve farkına varmadan iktidarı yeniden üretiyoruz. Ve öyle bir noktaya geliyoruz ki, tıpkı Panoptikon’da olduğu gibi, iktidar tepedeki yerinde olmasa da, bize tepeden bakmasa da, biz yine de onu üretiyoruz. Hep birlikte belleklerimizi, kırılgan ekolojik ilişkiler ağını, toplumsal dayanışmayı kazıdıkça kazıyoruz. Kazdığımız, kendi kuyumuzdur. Ve düşüşümüz başlıyor.

Kapitalist distopya, kaderleri şirketlerin insafına terk edilmiş, belleksiz ve kederli parçacıkların serbest düşüşüdür. Olur ha düşerken, birbirleriyle karşılaşıp ilişkiye girmesinler, yaşanası yeni bir dünya kurmasınlar diye, kederli parçaçıkların düşüşlerini bile şeritlere ayırmışlar, herkes kendi şeridinde düşüyor. Ve bu kederli düşüşü, ne yazık ki yükseliş olarak algılıyoruz. Üniversitelerdeki kariyer günlerinde gençlere yükseliş vaat eden şirket, yeryüzünün ve doğanın düşüşüne katkı sağlayacak yandaşlar arıyor. Yükseldiğimizi düşünürken, hep birlikte hiçliğin boşluğuna düşüyoruz. Yeryüzü, sömürülecek bir kaynak, doğa ise alt edilecek bir düşman gibi görüldüğü sürece, şirketler yükselecek, biz de düşmeye devam edeceğiz. Yükselmek, yeryüzünden kopmaktır, uzay boşluğuna düşmek.

Yükseğe, Hep daha yükseğe!
Düşüş, tam da yükseldiğimizi sandığımız anda başladı. Yeryüzüne sadık kalmalıydık. Ama içimize iktidar kaçmıştı. “Yükseğe, hep daha yükseğe!” diyordu içimizdeki ses, “kazı ve yüksel!” Kazıdıkça yeryüzüne ve birbirimize ihanet ettik. Varoluş düzlemimizi, dayanağımızı kazıdıkça, kendimizi ve biribirimizi yitirdik. Yeryüzünde kalmalıydık. Ve yeryüzünün belleği yerine, yeryüzünden kapitalizmi kazımalıydık. Yıkıntıların altında kalmış dayanışmacı ilişkileri, kolektif varoluşumuzu yüzeye çıkarmak için. Ama iktidar aramıza sızdıkça birbirimizin, yeryüzünün kuyusunu kazıyoruz hâlâ. Dayanaktan yoksun olduğumuzda var olamayacağımızı, dayanağın yeryüzü olduğunu ve bu dayanağın bizleri doğurduğunu hatırlamıyoruz artık. Doğa her şeye rağmen durmadan doğuruyor, ama biz, doğayı, döl yatağını kazımaya devam ediyoruz. “Ayın elemanı” değil, yeryüzünün elemanı olmak gerek.

13 Kasım 2018 Salı

OTEL PROKRUSTES

William Blake

RAHMİ ÖĞDÜL
09.11.2018

Maddenin kendi kendine hareket ettiğine ve kendini biçimlendirdiğine dair bilgiyi unuttuk. Dolayısıyla maddeden oluşmuş bizlerin de kendimizi biçimlendirebilme kudretine sahip olduğumuz bilgisi de belleklerimizden silinip gitti. Ve edilginleştik, kendi hayatlarımızı biçimlendirmekten aciziz. Kendilerini, edilgin maddeyi biçimlendiren etkin bir kuvvet olarak dayatanların elinde oyuncak olduk. Ve başımıza neler gelmedi ki? Olmadık şekiller denediler üzerimizde. Hâlâ da deniyorlar.

Halesli Alexander’ın dediği gibi, “şer, biçimsizdir”. Bizler biçimsizdik ve kötüydük. O halde form dayatanlar iyi olmalıydı. Ve Platon’un göklerdeki aşkın form repertuarından yeryüzüne biçim indirenleri başımızın tacı yaptık, ama yanıldık. Üzerimizde acayip biçimler denediler, ama henüz tam üzerimize oturan bir biçim bulamadık. Demiurgos’un biçtiği giysiler ya dar geliyor ya da bol. Ya bedenimizi deli gömleği gibi kıstırıp bizi boğuyor ya da boşluk içinde birbirimizi, uzuvlarımızı kaybediyor, birbirimizle bağlantı kuramıyoruz. Ve göklerdeki terzinin asla bize uygun bir giysi biçemeyeceğini anlamak istemiyoruz. Demiurgos, kendi tahayyülündeki dünyayı biçimlendiriyor. Bize biçtiği biçim, ölüm döşeği olabilir ancak.

Nitekim Prokrustes'in işlettiği bir otelde yaşıyoruz ve Prokrustes'in yataklarında ağırlanıyoruz. Otelin sahipleri, güçlerini göklerden alan tanrı-krallardır. Ülkeleri, ölümlü varlıkların geçici olarak konakladıkları konaklama tesisine dönüştürdüklerinde, tesislerin işletmesini Prokrustes’e vermişler, o da otelleri kendi turizmcilik anlayışına göre işletmeye başlamıştır. Peki, kimdir Prokrustes? Devasa oteller zincirinin işletmesini devralmadan önce, kendi evini mütevazı bir pansiyon olarak işleten küçük bir girişimci. Pansiyonda kazandığı tecrübeyi ve konaklama anlayışını, şimdi otellerinde uygulama fırsatı yakalamıştır. Yunan mitolojisinde Prokrustes, yoldan geçenleri ağırlamak üzere kendi evine davet eden ve konuğunun boyunu yatağının boyutlarına uydurmaya çalışan bir hayduttur. Konuklarını soyup soğana çevirdikten sonra bedenlerine yaptığı işkencelerle ünlenmiştir. Bedenleri yatağa sığmadığında, fazla gelen uzuvlarını kesiyor ya da yatak büyük geldiğinde, bedenlerini çekerek uzatıyordu. Her hâlükârda Prokrustes’in yatağı, ölüm döşeğidir ve Otel Prokrustes’te sadece ve sadece sakatlanmış bedenler ve ölüler konaklayabilir ancak.

Prokrustes uygulamalarıyla otelcilik sektöründe başarısını kanıtlamış bir turizmcidir artık. Bedenleri yatağa uydurarak öldürme ya da sakatlama işininin yanı sıra, hazır ölüler için konukevleri tasarlayan ve gelecek ölü konuklar için yatak kapasitesini arttıran başarılı bir girişimci. Geçen hafta basına yansıyan haberlere göre Prokrustes, bir ilçede 5 dönümlük bir araziye ilçede hiç şehit olmadığı halde, “belki şehit gelir” diye şehitlik açmasıyla girişimcilikte ne denli yaratıcı olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Sektördeki gelişmeleri önceden görebilme yeteneği vardır. Yine bir başka ilde hapishane açacağının müjdesini vermiştir. Yatak kapasitesini arttırdığına göre, anlaşılan Otel Prokrustes’te konuk patlaması yaşanacak.

Kendi hayatlarımızı biçimlendiremediğimiz takdirde, bizleri bekleyen Prokrustes’in yataklarıdır. Oysa felsefe tarihi, kendi kendini biçimlendiren maddeyle başlamıştı. “Kendiliğinden hareket eden madde fikri İyonyalı doğa filozoflarının hepsi tarafından paylaşılan temel bir fikirdi. Düşüncelerinin ayrıldığı yer, bu kökensel maddenin ne olabileceği sorusuydu” (Karatani, İzonomi, Metis). Asıl meseleleri, toplumun da, maddeye ve doğaya içkin olan akla göre kendi kendini biçimlendirebilmesiydi. Maddeye içkin aklın evreni biçimlendirmesi gibi, doğanın aklının dışavurumu olan insan da hem kendi bedenini hem toplumsal bedeni doğayla uyumlu şekilde biçimlendirebilirdi. Fakat şimdi Prokrustes’in yataklarında, başımıza geleceklerden haberdar, derin uykulara daldık.

3 Kasım 2018 Cumartesi

UFKA DOĞRU KOŞANLARIN KAHKAHASI

Lucy Campbell

RAHMİ ÖĞDÜL
02.11.2018

Yaban hayatını korumak gerek. Adını sanını bilmediğimiz bitkileri ve yabani hayvanlarıyla, içimizdeki yağmur ormanlarını, tundraları, okyanusları korumalıyız. İçimizi de buldozerlerle düzleştirmek, betonla kaplamak isteyenler var. Ama henüz başaramadılar. Personalarımız evcilleşmiş olabilir, ama içimizin kıvrımlarında yabani hayvanlar dolaşıyor.

Derinlerden gelen kurt sesleriyle ürperdiğimiz, tüylerimizin diken diken olduğu zamanlar olmuştur; tekinsiz olanın, tanıdık yabancıların sesleri. Böyle anlarda televizyonun ya da müziğin sesini açıyoruz, tanıdık yabancıların, içimizdeki yabanilerin seslerini bastırsın diye. Jack London’ın Yabanın Çağrısı romanındaki köpek Buck gibi, yaban bizi de çağırıyor, ama duymazlıktan geliyoruz. Evcilleştirildik. Evcilleştirme, efendiye itaat etme sürecidir.

Kurtlar ve insanlar, her ikisi de bir zamanlar yan yana yaşadılar ve birlikte aynı avın peşine düştüler; zor, ama özgür zamanlardı. İnsanlar sürü halinde avlanmayı ve av taktiklerini belki de kurtlardan öğrenmişlerdi. Bazen de birbirlerini avladılar. Yaklaşık 30 bin yıl önce, köpeğin atası o kurt insanın eline düştüğünde başına geleceklerden habersizdi. Ama sonunda ona itaat etmeyi öğrettik ve köpeğe dönüştü. Biz de yerleştik ve evcilleştik; evcilleşme sonunda tanrı-krallara itaat eden kullara dönüştük. Ve isyan etmeyelim diye kesintisiz eğitim alıyoruz şimdi. Kulaklarımıza durmadan efendinin kendisi olduğunu fısıldayan eğitmen-efendilerimiz var. National Geographic Channel’da köpek eğitimi programları yapmış Cesar Millan ya da nam-ı diğer Köpeklere Fısıldayan Adam, “Köpeklerin bir lidere ihtiyacı vardır” diyor ve ekliyor: “Köpeklerin arzuları basittir: Düzenli egzersiz, istikrarlı bir lider.” Ve köpekleri boyun eğdikleri zaman sevecektik: “Sevginizi... köpeğiniz davranışlarını sizin istediğiniz yönde değiştirdikten sonra ya da emirlere itaat ettikten sonra gösterin”. Ve oyun oynatacaktık onlara: “Yakalama oyunu gibi çeviklik kazandıran ya da ödül odaklı oyunlar oynatarak itaat etmesini sağlayın.” Oyunlarla eğitiliyoruz, iktidarın kurduğu tuzakları oyun sanıyoruz.
İtaat ediyoruz

Evcil, uysal ve itaatkâr hayatlar sürüyoruz. Özgürce yaşamak varken, çitlerin içinde emirlere itaat ediyoruz şimdi. Ve seviyorlar bizi, seviniyoruz. İnsanlar ve köpekler aynı kaderi ve kederi paylaşıyor. Evcilleştirme süreci, yapay seçilim sürecidir; insanın ve köpeğin en uysallarının hayatta kalmasına izin veriyorlar. Korkuyorlar. Yabanın çağrısına yanıt vereceğimizden korkuyorlar; efendinin komutlarına kulak asmayacağımızdan. La Loba’dan korkuyorlar. Kurtlarla Koşan Kadınlar’da Clarissa P. Estés, Kurt Kadın La Loba’nın öyküsü anlatıyor (Ayrıntı). La Loba’nın işi kemik toplamak ve saklamaktır, dünyadan kaybolma tehlikesi olanların kemiklerini. Kurdun kemiklerini tek tek toplar ve iskeleti tamamladığında ateşin yanına oturur ve şarkısını söylemeye başlar. Ve şarkı söyledikçe kemikler canlanır, ete ve kürke bürünür. “Kurt gözlerini açar, ayağa kalkar... kurt birden bire, özgürce ufka doğru koşarak kahkahalar atan bir kadına dönüşür.” Kahkahalar atarak ufka doğru koşanların tek bir sınırı vardır: Ufuk. Ama sahte ufuklarla çevirdiler etrafımızı; vitrinleri ufuk sanıyoruz.

Ufka doğru kahkaha atarak koşanlar, eğitildiklerinde, çitlerin arasına sıkışmış, itaatkâr ve kederli varlıklara dönüştüler. Kurt, ilk evcilleştirilen hayvandır. Kurtların köpekleşmesi tarihi, insanın doğa ve insan üzerinde tahakküm kurmasının tarihidir. Kurdu evcileştirdik ve kurttan geriye evcil köpekler kaldı. Doğanın efendisi olduğumuzu sanmıştık, ama aramızdan efendiler çıktı ve bizi de evcilleştirdiler. Ve insandan geriye kullar kaldı. Fakat içimizde kara ormanlar var; derinlerinde, ufka doğru koşmaya hazırlanan kurtların kahkahaları çınlıyor. Ve özgür olduğumuz, efendisiz zamanları özlüyoruz. Yaban hayatını kapitalizmin elinden kurtarmak gerek.

26 Ekim 2018 Cuma

DEPOLAMA ALANINIZ TÜKENDİ


RAHMİ ÖĞDÜL
26.10.2018

Uyarmışlardı bizi: “Depolama alanı tükeniyor. Bazı sistem fonksiyonları çalışmayabilir.” Depolama alanımız çoktan tükenmiş, farkında değiliz. Hayatlarımıza durmadan müdahale ediyorlar ve biz en hayati fonksiyonlarımızı bile yerine getiremiyoruz.

Mesela, doğada hiçbir varlık asla cismi kadar yer kaplamaz; kendi kudretlerince yayılırlar mekânın içinde. Ama biz, bırakın mekân yaratmayı, yaratılmış mekânları bile koruyamadık. Kamusal alanlardan geri çekilirken, içimize kapandık. Ve büzüle büzüle cismimizin kapladığı yeri bile yitiriyor ve iki boyutlu yassı varlıklara dönüşüyoruz. Mesela, sürekli açmazlarla karşılaşıyoruz. Doğadaki canlılar da açmazlarla karşılaşılaşırlar ama sadece kendi kudretlerine güvenir ve açmazı açarlar. Ama biz her açmazda, tıpkı tregadyalarda olduğu gibi yukarıdan indirilecek makine-tanrılardan medet umuyoruz. Demek ki depolama alanımız gerçekten tükenmiş; canlılığa özgü fonksiyonlarımızı yitirmişik. Peki, ne yapmamız gerekiyor? Akıllı telefonlarımız bizi sık sık uyarıyor: “Depolama alanı tükeniyor” ve çözümünü de vermiş: “Depolama alanını boşaltmak için önbelleğe alınmış dosyalar, kalan dosyalar ve reklam dosyaları gibi gereksiz verileri silin.” Madem telefonumuz çok akıllı, vakit kaybetmeden dediklerini yapalım.

Bellek gereksiz şeylerle dolu
Hayati fonksiyonlarımızın yeniden çalışması için kendimizi gereksiz verilerden arındırmamız gerekiyor. Belleğimiz gereksiz şeylerle o kadar dolu ki boşluğumuzu yitirdik, ne zihinsel ne de bedensel olarak hareket edebiliyoruz. Telefonumuz, “reklam dosyaları gibi” diyor, hiç durmayın, hayatımızdaki tüm reklamları silelim önce. Gereksiz ıvır zıvırları satın almaya bizi ikna etmeye çalışanları da. Sonra geriye, Matrix filmindeki gibi her “plug-in” olduğumuzda bize yüklenen dosyalar kalıyor. Ekranlara her bağlandığımızda içimize, hayati fonksiyonlarımızı bloke eden dosyalar boca ediyorlar. Hiç tereddüt etmeden silelim hepsini. Ve çekelim fişi, gereksiz veri girişini keselim. Gereksiz verilerle boğuluyoruz, ses fonksiyonlarımızın çalışmamasından belli; gıkımızı çıkaramıyoruz. Ama baksanıza, mega-makine nasıl da tıkır tıkır işliyor. Makine belleğimizi gereksiz verilerle doldururak işliyor ve biz hayati fonksiyonlarımızı yitirdikçe, makine güçleniyor.

Makinenin protezleriyiz
Telefonlarınız, “bazı sistem fonksiyonları çalışmayabilir” derken, elbette sizin hayati fonksiyonlarınızı düşündüğü filan yok, kendini düşünüyor ve bağlı olduğu mega-makineyi. Hepimiz makinenin protezleriyiz. Telefonun belleği dolarsa, mega-makine aksayacak. Bağlanamazsanız ıskartaya çıkacak. “Connecting people” sloganı ne de büyük bir kandırmaca! Birbirimize bağlandığımız filan yok, doğrudan makineye bağlanıyoruz, arada birbirimize bağlansak da aramızda hep makine oluyor. İlişkilerimizi makine üzerinden dolayımladıkça canlılığa özgü fonksiyonlarımızı yitirdik. Ve çoğumuz bunun farkında; sanal âlemdeki Baudrillard’ın simülasyon eleştirilerini paylaşanlardan biliyoruz. Ama yine de sanal âlemden vaz geçemiyoruz.

Nasıl doldurduk biz depolama alanımızı? Yerleşik hâle geçtiğimizden beri sanal âlemde dolaşıyoruz, ondan. Uygarlık dediğiniz, çitlerle doğadan ayrılmış sanal bir ortamdır. “İnsanlık, ...doğal dünyayı garip bir şekilde yok etmeye, soyut bir varlığa dönüştürmeye ve kendisinden tamamıyla kurtulmamızı sağlayacak egemen bir yapı oluşturmaya çalışmaktadır” (Baudrillard, Karnaval ve Yamyam, BÜY). İşin tuhafı, sanal olanı gerçek, doğayı ise bir soyutlama olarak var sayıyoruz. Sanal âlemdeki krallığımızı, gündelik yaşantımızın her anını paylaşarak genişletiyoruz. Ve hiçbir ânı kaçırmamak için durmadan kameraya bağlanıyoruz. Ama kaçırdığımız hayattır, yeryüzüdür, bedenlerimizdir. Kopuş ânını ıskalıyoruz. Hayati fonksiyonlarınız makineden kopunca ve belleğinizdeki gereksiz dosyaları silince çalışacak.

20 Ekim 2018 Cumartesi

RESSAM BİZE BAKIYOR


Velasquez, Nedimeler, 1656
RAHMİ ÖĞDÜL
19.10.2018

Ressam bize bakıyor. Sahi biz kimiz? Henüz kim olduğumuzu bilmiyoruz. Resmi görebilseydik, kim olduğumuzu söyleyebilirdik, ama tuvalin arkasını görebiliyoruz sadece. Acaba ressam bizi nasıl resmediyor? Meraktayız. Temsil edilmeye ihtiyacımız var, temsil aracılığıyla kendimizi tanıyabiliyoruz. Aynaya baktığımızda imgemizi görememek kadar can sıkıcı bir durum yoktur. Sokakta yürürken bile imgemizle göz temasını kaybetmemek için vitrin camlarındaki yansımalarda kendimizi arıyoruz. İmgemiz ile bedenli varoluşumuz arasında ters orantı olmalı. Baksanıza, bedensel kudretimizi yitirdikçe, imgelerimiz nasıl da güçlenip çoğaldılar, tüm gücümüzü temsile ve temsilcilere devrediyoruz. Ve imge güçlendikçe kudretin azaldığını, sanal âlemde imgelerini paylaşanlardan biliyoruz. Ete kemiğe bürünmüş kudretli varlıklar ortadan kalkarken, parlak yüzeylerdeki güçlü imgeler çoğalıyor. Ve kudretli bedenlerin kamusal mekândaki karşılaşmaları yerlerini, imgelerin birbirlerine dokunmadan kayıp gitmelerine bırakıyor.

Velasquez'in Nedimeler’i
Söz konusu, Velásquez’in 1656 tarihli “Las Meninas” (“Nedimeler”) tablosu. Ressam çok geçmeden tuvaline dönecek ve bizi resmetmeye devam edecek. Ama biz henüz tuvalin yüzeyini göremiyoruz, henüz yüzeye çıkmamışız demek ki; henüz aktüel olarak değil, virtüel, yani gizil güç olarak var olabiliyoruz. Henüz derinlerde bir yerdeyiz. Ve yüzeyde nasıl bir kimliğe bürüneceğimizi kestiremiyoruz. “Ressamın gözünü diktiği yer aslında anbean içerik, form, yüz, kimlik değiştiren bir yerdir” (Foucault, Velásquez, İletişim). Sürekli form değiştiren nesnesini nasıl yakalayacağı ve temsil edeceği ressamın sorunu. Ama asıl sorun, sürekli form değiştiren bizlerin imge perdesinde, yani tuvalde yakalanıp sabit bir imgeye dönüştürülmemiz. Ve ressamın ürettiği bu sabit imge, yani temsilimiz üzerinden bize bir kimlik biçilmesi ve bu temsili kendimiz sanmamız.

Güçsüzlüğümüzü gösteriyor
Ressam, ele geçirilmesi imkânsız bir oluş halini bakışıyla yakalayıp evcilleştiriyor. Ama henüz resmimizi göremedik, çünkü hâlâ tuvalin arkasındayız. Bu gidişle hep tuvalin arkasında kalacağız, karşısına geçebilseydik kendi resmimizi biz yapabilirdik ama izin verilmiyor, birisi bizi resmedecek ve “siz busunuz” diyecek, alıştık. Tuvalin arkasında kaldığımız ve yüzeye çıkıp mevcut şeyler düzenini değiştiremediğimiz takdirde, birileri bize bir kimlik biçecek ve bu kimlik bir temsil olarak bizim yerimize hareket edecek. Ressam bize güçsüzlüğümüzü gösteriyor; yüzeye çıkıp mevcut şeyler düzenini değiştirmek yerine, kudretimizi nasıl da temsilcilere devrettiğimizi. Velásquez’in tablosunun arka planında bir ayna var, bizi yansıtması gerekiyor ama baktığımızda kendimizi değil de kral ve kraliçeyi görüyoruz. Yerimizi onlar işgal etmiş, bizi onlar temsil ediyor. Demek ki tüm kudretimizi despota devretmişiz.

Şimdilik eksik olan halktır
Velásquez’in tablosu temsil krizini yansıtıyor. Bu tablo, despotun nasıl da bizim yerimizi gasp ettiğinin resmidir. Tabloda biz yokuz. Ressam bize bakıyor ama aynaya yansıyan kral ve kraliçedir. Ressamın gördüğü, sürekli form ve kimlik değiştiren ve tablonun yüzeyinde şimdilik eksik olan halktır. Bizi ancak biz temsil edebiliriz ya da bir resim çıkacaksa ortaya, o resmi biz çizeriz. Ressam da biziz, resmedilen nesne de. “Ressam aynı anda, hem temsil edildiği bu tabloda görünür olup hem de bir şeyleri temsil etmeye çalıştığı o tabloyu göremez” (Foucault). Nesne ile öznenin ayrımsızlaştığı bir düzlemde ne ressamı ne de resmedileni görebiliriz, sadece eylemlerimiz var. İnsan devindikçe çizer kendini ve manzara sürekli değişir. Ama temsil o kadar işlemiş ki içimize, ressamı ve ürettiği temsili arıyor gözlerimiz; toplumsal değişime dair tüm beklentilerimizi, umut adı altında temsilcilere yüklüyoruz. Ama artık temsil krizde. Boşuna poz vermeyin ressamın karşısında. Toplumsal tablodaki yerinizi çoktan despot işgal etmiş. Baktığınızda kendinizi değil, despotu göreceksiniz.

12 Ekim 2018 Cuma

TEN SADECE BİR YÜZEY DEĞİLDİR

Carl Warner
RAHMİ ÖĞDÜL
12.10.2018

‘En derin olan tendir’ (Paul Valery). “Nasıl olur?” diye itiraz edebilirsiniz, “ten bir yüzeydir”. Ama ten, derinlik yanılsamasına aldanmayacak denli derindir. Derinlik yanılsamasına aldanan gözdür, ten değil. Üstelik ten, derinlik yanılsaması yaratıp bizleri yerin dibine batıranlara direneceğimiz yüzeydir ama derindir. Ten, iktidar için bir yüzey olabilir ama bizim derinliğimizdir. Ten, yeryüzünün derinliğini duyumsadığımız yüzeydir. Tenin derinliğini hissetmeyen var mı?

Aşkın gerkçekliği
Ten, iktidar için haritası çıkarılacak bir yüzey, tıpkı yeryüzü gibi. Neresinin duyarlı, neresinin duyarsız, neresinin kamusal, neresinin özel olduğunu, neresine dokunup dokunamayacağımızı, ne kadarını göstermemiz ya da saklamamız gerektiğini bildiren haritalar. Aşkın gerçekliğin yeri olarak göklerden hakikat ile birlikte bize, yeryüzünde ve bedenlerde izlememiz gereken yollar bildirilmiştir. Mitolojik toplumlardaki bedenin ve tenin nasıl kullanılması gerektiğini gösteren kılavuzlar. Kapitalizm ise teni sömürgeleştirmek üzere haritalandırır, her bölgeyi uluslararası bir şirket işgal etmiştir; iç çamaşırlarınızdan tutun da kozmetiklere kadar, tenimizi tüketim nesneleriyle işgal etmeye çalışsalar da ten, derinliklerinde ele geçmeyeni, en direngen olanı saklayandır. Ama derinlik yanılsamasında olduğu gibi sahte bir derinlik değildir ten, üstelik hakikat bile değil; yüzeydeki kompozisyonu her an değiştirecek olan farklılıkları saklar derinliklerinde. Olay, hep yüzeyde gerçekleşir, tenin yüzeyinde; yüzeyin gerilimi, olaylara gebedir. Ve ten, durmadan dalgalanan kıvrımlı bir yüzeydir. Kıvrımlarının arasında kudret biriktirir.

Teniniz derindir
Şirketin, “En değerli giysiniz, cildiniz” dediğine bakmayın, bedeninizin yüzeyini ele geçirmeye çalışıyor. Ama bu hamleyi boşa çıkaracak olan yine teninizdir, çünkü derindir. Tenin altında başka tenler vardır, dalgaların altında başka dalgalar. Durmadan dalgalanan bir yüzey olarak ten dalgalanmadan başka bir şey değildir. Dalgaları ele geçiremezsiniz. Biz ancak dalgaların sahile vurduğu ölü kabukları tanır ve adlandırırız. Ten adlandırılamayandır. Ten, doğanın kudretidir, kaosun sularından çıkmıştır, o yüzden kaosun dalgalarını taşır. Kaosa direnendir ama aynı zamanda kaosu barındıran. Yaklaşık 4 milyar yıl önce yeryüzünün kaotik sularında ortaya çıkan ilk canlı molekül, hayatta kalmak ve hayatı çoğaltmak için içsel bir kozmosa ihtiyaç duymuş ve etrafında yağdan bir hücre zarı, bir ten oluşturmak zorunda kalmıştı. Ten, dışarıdaki kaosu içerideki kozmostan ayırır ama ten, bir duvar değildir. Ten gözeneklidir; kaos ile kozmos arasındaki geçişleri sağlayan, düzen ile düzensizlik arasındaki dalgalı yüzey. Ama kaosu dışarıda aramayın, kaos aynı zamanda içeridedir de. Yaşam kaos ile kozmos arasındaki bitimsiz geçişlerdir. Ve bu geçişlerin geçici çözüme ulaştığı yüzeydir ten. Ten sakin bir yüzey değildir, olaylıdır; yüzeyinde kasırgalar kopar. Tüyleriniz hiç diken diken olmadı mı?

Yeryüzünün de teni vardır, derindir. Yüzeyi gerilimlidir. Gerilimli olması kaos ile kozmosun birlikte dans etmesinden. Ve gözeneklerinde fırtınalar patlar. Biz ise lodosçular gibi kıyıya vurmuş ölü kabukları, nesneleri toplamakla yetiniriz. O yüzden tenimize ölü kabuk muamelesi yapanlar var, ölü kabuklardan kimlikleri teşhis edenler. Oysa tenin bir kimliği yoktur. Bağrında tüm birey öncesi kuvvetleri taşır, kaosun nabız atışlarını. Hep yüzeylerle karşılarız. Fakat derinlik yanılsaması yaratan yüzeyler de var, sakınınız! Sahte derinlikler yaratmaya ve bizi derinliksiz yüzeylerde avlamaya çalışanlara aldanmayınız! Derinlikten söz edenler, bizi ekranların düz camlarında avlıyorlar, sinekler gibi. Teni de metaların sergilendiği bir vitrin camına dönüştüreceklermiş güya. Ama yanılıyorlar, tenler dalgalı yüzeylerdir, derinlerde büyüyen dalgalar yürür yüzeylerinde. Dalgalı yüzeylerde hiçbir şeyi sabitleyemezsiniz. Kudretlenmek mi istiyorsunuz? Muhtaç olduğunuz kudret tenlerinizdeki dalgalardır.

5 Ekim 2018 Cuma

DERİNLİK YANILSAMASI VE YÜZEY GERİLİMİ

RAHMİ ÖĞDÜL
05.10.2018

Yasaları ve buyruklarıyla geldiler. Söylediklerine göre derinlerden gelmişler, yasalarını da beraberlerinde getirmişler. “Sizi kurtaracağız” dediler. Kurtuluş için yasalarına itaat etmeliymişik. Yine söylediklerine göre hakikat derinlerdeymiş; derinlere dalabiliyorlarmış, bir dalgıç gibi. Biz yüzey insanları derinlikleri, uçurumların koyu karanlığını nereden bilebilirdik ki? Derinlikle hiç karşılaşmadık, sadece yüzeyimiz vardı ve sadece yüzeyleri bilirdik. Dipten çıkardıklarını söyledikleri incileri koydular önümüze. “Hakikat budur” dediler. İnandık ve itaat ettik. Ve inci kolyeler taktılar boynumuza. O günden beri boynumuzda tasmalarla dolaşıyoruz.

Gıkımız çıkmıyor
Derinden geldiklerini iddia edenlerin söylediklerine ve hakikatlerine boyun eğdikçe yüzeyimizi, yeryüzünü yitirdik. Güya yerin yüzeyi bir yanılsamaymış, derinliğin gölgesi ve bizi yüzeysel olmakla suçladılar. Haklıydılar, biz yüzeyin kuvvetlerini bilirdik; kuvvetlerle birlikte yaşardık, yeryüzünün kuvvetleriyle dans etmişliğimiz vardı. Ve sadece yeryüzüne inanırdık. Ama onlar bizi yüzeyden kurtaracaklarını söylediler. Yüzeyde yaşamak zor iştir, çaba ister. Yeryüzünün gerilimli yüzeyinde ayakta durabilmek, ip cambazlığına benzer; denge ile dengesizlik arasındaki o müthiş mücadele. Şairin dediği gibi, “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/bütün işin gücün yaşamak olacak.” Şaire değil de onlara inandık, yaşamaktan yorulmuştuk belki de, yeryüzünün gerilimli yüzeyinde mücadele etmekten. Derinliklere inanmak işimize geldi, kim bilir? Ve derin olduklarını söyleyenlerin peşine takıldık ve yeryüzünden koptuk. Boynumuzdaki tasmalarla derinlerin hakikatine inanıyoruz şimdi. Ve biz yeryüzünden vazgeçtikçe derin olduklarını söyleyenler, yeryüzünü, hayatlarımızı alabildiğine yağmalıyor, gıkımız çıkmıyor. Ses çıkarmaya cüret edenler oluyor bazen, o zaman da derinliğin yasaları giriyor devreye. Hakikatin yolundan sapmakla, sapkınlıkla suçluyorlar. Ve derinliğin gazabıyla korkutuyorlar.

Bize derinlikten söz edenlerin bu işten derin çıkarı olmalı: “Monarşik yönetim biçiminin büyük sırrı ve derin çıkarı, insanları dizginlemesi istenen korkuyu din kılığına sokarak onları aldatmakta yatar; insanlar böylece sanki kurtuluşları için savaşıyormuşcasına kölelikleri için savaşırlar” (Spinoza). Yüzeyden kurtulacaktık ama kendimizi köleliğin derin çukurunda bulduk. Derin çıkarları olanların derinliğe ihtiyaçları vardır. Derinlik yanılsaması yaratmak zorundalar. Oysa yüzeyden başka bir şey yok karşımızda. Ama baktığınızda derinmiş gibi hissediyoruz. Çizgisel perspektiften yararlandılar, derinlik yaratmak için. Yerimizden kalksaydık, sağından solundan baksaydık, dokunsaydık yanıldığımızı fark edebilirdik ama koltuklara çivilenmiştik. Gösterdiklerini derin sandık. Derinliğin içine öyküler yerleştirdiler, inandık. Tanrı-kralların öyküleri. Derin dedikleri stratejiler yalandan ibaretti. “Yalandan kim ölmüş ki” dediler. Savaşlarda milyonlarca insan öldü. Hâlâ akıllanmadık.

Derinlik bir yanılsama
Yüzeyi, yeryüzünü yağmalamak için uydurmuşlar tüm derinlik öykülerini. Yüzeyde yaşıyor, yüzeyde hareket ediyoruz ve ne olup bitiyorsa yeryüzünde gerçekleşiyor. Bir zamanlar yüzeyin kuvvetleriyle dans ederdik, şimdi bırakın dans etmeyi, yüzeyde ne olup bittiğini bile göremiyoruz, sadece derinliğin koyu karanlığı. Ve göremediğimiz yeryüzüne dair öyküler anlatıyorlar. Anlatmak zorundalar, Binbir Gece Masalları’nın Şehrazad’ı gibi, sustuklarında ölecekler. Ama susmuyorlar. Derin mevzularla oyalıyorlar bizi. Ekranlarda derin mevzuları tartışan derin adamları var. Derinlikten söz edenler, bizi yerin dibine, kendilerini gökyüzüne yerleştirenlerdir; iktidarları için kederli varlıklara muhtaç olanlar. Derinlik bir yanılsama, sadece yüzey var, sadece yüzeyde var olabiliyoruz. Yüzeyin kuvvetlerini yeniden duyumsayabiliriz. Hatırlayın, bir zamanlar yerin yüzeyindeki neşeli çocuklardık!

29 Eylül 2018 Cumartesi

ZAMANI ÖLDÜRMELİYİZ!

Pawel Kuczynski

RAHMİ ÖĞDÜL
28.09.2018

Hızlı yaşamaya zorlanan ve genç ölenler var. Son yıllarda istatistiklere yansıyan iş kazalarında ölenlerin sayısı dehşet verici. Bunlar bilinenler, bir de bilinmeyenler var. Marx ne diyordu? “Zaman her şey, insan hiçbir şeydir; insan olsa olsa zamanın enkazıdır.” Hızlanan zaman ardında enkazlar bırakıyor, yıkıntılar ve cesetler. Zaman, kapitalizmin zamanı. Giderek hızlanan bir koşu bandında koşmaya zorlanıyoruz, yeni rekorlar kırmaya, kırdıklarımızı da aşmaya. Ama nereye kadar? “Hayat hızlanıyor, ayak uydurmak zorundasınız” diyorlar. Hayat hızlanmıyor, hızlanan makinedir. Makinenin hızına yetişmeye çabalıyoruz. Kapitalist makine öldürüyor.

Makinelerin zamanı
“Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun.” Bir zamanlar gençler arasında çok popüler olan ve hız tutkusunu dile getiren bu mottoyu genç yaşta trafik kazasında ölen James Dean’e atfediyoruz ama asıl dile getiren, 1949 tarihli “Knock On Any Door” (Cinayet Mahkemesi) filmindeki aktör John Derek’ti. Filmde, Şikago’nun varoşlarında yaşayan genç ve yoksul bir İtalyanı, Nick Romano’yu oynamıştı; bir polisi öldürmekle suçlanan bu gencin savunmasını üstlenen avukat Andrew Morton’u ise Humphrey Bogart. Nick’in filmde kız arkadaşına söylediği bu replik, Amerikalı siyah yazar Willard Motley’nin 1947’de yayınladığı ve filmin uyarlandığı aynı adlı romanında bir çok kez geçiyordu.

Oysa “Hızlı yaşa, genç öl” mottosu’nun gündelik yaşamda dolaşıma girmesi çok daha erken bir tarihe, 19. yüzyılın ikinci yarısına rastlıyor. Zaman kapitalizmin zamanıdır, makinelerin zamanı. Giderek hızlanan makinelere ilk başta direnenler olduysa da sonunda yenik düştük. Ve zamanı sadece makinelerin zamanı olarak algılıyoruz. Kapitalizmi hayat sanıyoruz. Hayatın hızlandığı filan yok. Hayat, çok farklı hız ve ritimlere sahip varlıkların kendi ritimlerine göre icra ettikleri devasa bir perküsyon gösterisini andırıyor. Siz hiç bir çitanın bir kablumbağayı koşmaya zorladığını gördünüz mü? Hayat, hız ve yavaşlıklardan oluşan çok ritimli bir akış. Ama çok yakın bir tarihte Homo sapiens diye bir tür çıkıyor, çitlerle çevirdiği ve uygarlık dediği alanda saat zamanını icat ederek saatin giderek hızlanan tik taklarını dayatıyor hayata ve yıkım başlıyor. Tuhaf değil mi? Doğal ritimlerinden koparılanlar, birden bire kendilerini saatin yapay ritmine ayak uydurmak zorunda buldular. Zaman her şeyi öldürüyor. Ve kapitalizm vakti nakite dönüştürünce, küresel olarak ölüyoruz.

Artık kopamıyoruz
Saat, makinelerin makinesi. Ve sanayi devrimiyle birlikte fabrikalarda mekanik makinelerin hızına ayak uydurmaya çalışırken bugün bilgisayarların hızına yetişmek zorundayız. Mekanik makinelerin hiç durmaması için vardiya sistemini icat etmişlerdi. Ve insanlar makineden koptuklarında bedenlerinin doğal ritimlerine geri dönebiliyorlardı. Ama bugün makineden kopamıyoruz. Koptuğumuzda hayatla bağlarımız kesilmiş gibi hissediyoruz, ‘online’ olamadığımızda hastalanıyoruz. Diyaliz makinesine bağlı, dolaşım bozukluğundan muzdarip hastalar gibiyiz. Makineden koptuğumuzda dolaşamıyoruz. İnsan, alet icat eden hayvandır. Aletler, bedenin gücünü çoğaltan protezler. Ama artık bizler protezleriz, makinenin protezleri. Biz bağlandıkça makine gücüne güç katıyor. Biz ise bağlandıkça ölüyoruz.

“Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” mottosu, Ellilerde Amerikan varoşlarında hayatta kalmak için yasaları ihlal eden yoksul Nick Romano’ların çaresizliğini yansıtıyor. Filmdeki avukatın deyişiyle, “Bu çocuğu üreten mahalleleri ortadan kaldırmazsak, onlarcası onun yerini almak için türeyecek, yüzlercesi, binlercesi. Varoşları yıkıp yeniden inşa etmezsek, hangi kapıyı çalarsanız çalın, karşınıza Nick Romano çıkacak”. Şimdi kentin kıvrımlarını yıkma işini üç kuruşa yoksul gençlere yaptırıyorlar. Hangi inşaatın kapısını çalarsanız çalın, karşınıza Nick Romano çıkacak. Yine hızlı yaşıyor ve genç ölüyorlar. Zamanı öldürmeliyiz, yoksa o bizi öldürmeye devam edecek.