22 Ocak 2018 Pazartesi

SİZ HİÇ KENDİNİZLE TANIŞTINIZ MI?


RAHMİ ÖĞDÜL
19.01.2018

Kendimle bir türlü tanışamadım. “Ben” geliyorum, o gitmiş oluyor. Ne zaman karşılaşacağız, merak ediyorum. “İnsan olmak, kendi kendine yabancı olmaktır – tam anlamıyla, başka biriymişcesine durmaksızın kendi kendinle tanışmaktır” (Dehşetler ve Uzmanlar, Metis). Adam Philllips yabancı olanla tanışmaktan söz ediyor ama yabancıyla karşılaşmamız sorunludur. Çok geçmeden yabancıyı kendimize benzetiriz çünkü ve yabancılığını yitirir. Diyelim ki siyah bir Afrikalı mahallemize düştü, çok geçmeden ona “Arap” adını takar ve bildik bir stereotipe dönüştürürüz. O da mahallede tutunmak için bizim klişelerimize katlanmak zorunda kalacaktır. Çocukluğumuzdan beri farklı olanla her karşılaştığımızda ona ad takarak hem tahakküm kurmaya hem de onu belirli kategorilerin içine kapatmaya çalışıyoruz. Hatırlayalım, gözlüklü olanlara “dört göz”, ideal kilodan sapanlara “şişko”, kulakları farklı olanlara “kepçe” diye adlar takardık. O yüzden yabancı olanla, farklı olanla hiç tanışamadık. Onu farklılıklarıyla kabul etmek, farklı olanla yan yana durabilmek yerine, ad takarak kendimizin kılmaya ya da dışlamaya çalışıyoruz.

Tekinsiz olan, tanıdık yabancı
Peki, kendimizle de bir yabancı olarak karşılaşabilir miyiz? Pek emin değilim. Zaten “kendi”nin çoğu parçası çoktan evcilleştirilmiştir. Ve evcilleştirdiğimiz parçalarla kurarız kendimizi. Evcilleştiremediğimiz parçalar ise hala bize yabancı; üstelik tanıdık yabancılar. Freud tekinsiz olanı, tanıdık yabancı olarak tanımlıyor. Tanıyoruz ama hiç bahsetmek istemiyoruz, bastırıyoruz ve aniden karşımıza çıktıklarında tekinsiz deneyimler yaşıyoruz. O halde yabancı olan ve hep yabancı kalacak olan tekinsiz parçalarımdır: Canavarlarım, şeytanlarım, iblislerim. Asıl mesele canavarlarımızla tanışmak.

Toplumsal canavarlarımız da var bizim; tekinsizlerimiz, tanıdık yabancılarımız. Mahallemize düşen ama kendimize benzetemediklerimiz ve hep yabancı olarak kalacaklar. Kürtler mesela. Elimizden gelen her şeyi yaptık kendimize benzetebilmek için. “Kart kurt” diye ad taktık, olmadı; “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” dedik yine olmadı. Bir türlü benzetemedik kendimize. Kürtlerle her karşılaşma hep şaşırtıyor bizi, canavarla karşılaşmış gibi oluyoruz. Tam evcilleştirdik derken oyun bozuluyor ve “meğer sizi hiç tanıyamamışım” diyoruz. Sorun bizde.

Tüm yabancıları kendimize benzetmek
Çünkü yabancıyla her karşılaşma, evcilleştirme sürecine dönüşüyor. Yabancının topraklarına girmeyi fethetmek olarak anlıyoruz. Niye dünyanın tüm yabancılarını kendimize benzetmek istiyoruz ki? Çok mu matah bir şeyiz biz? Daha doğrusu biz hakikat miyiz? “Aklın yolu birdir” derler, siz kendinizi “bir”in aklı mı sanıyorsunuz? Yeryüzü akılların çokluğudur. “Aklın yolu bir” diyenler, yoksa iktidarın aklından mı söz ediyor?

Kendimle bir yabancı olarak tam tanışacakken araya hep iktidar giriyor ve bizi hem kendimizle hem de birbirimizle tanıştırıyor; “sen şusun, sen de busun; senin fıtratın şöyle, seninki de böyle” diyor ve inanıyoruz. Kendimizle ve başkalarıyla tüm ilişkilerimiz dolayımlanıyor. Yabancıyla tanıştığımızı sanıyoruz ama tek bildiğimiz bize iktidarın anlattıklarıdır. Olmuyor, yabancıyla tanışamıyoruz. Yabancı olanla karşılaşmayalı çok oldu. Yerleşik hayata geçtiğimizden beri çitlerle çevrili evcilleştirme alanlarına hapsedildik. Yabancı olanlar çitlerin dışında kaldı. Çitlerin içine sadece evcilleştirebildiklerimizi aldık. Doğa ve doğamız, yabancılar, çitin dışında kalanlar. Bazen çitleri ihlal ediyor ve kendimizle bir yabancı olarak karşılaşıyoruz ama dedim ya, bu karşılaşmalar tekinsiz karşılaşmalardır. Korkuyoruz, kendimizden korkuyoruz.

Artık yeryüzüne doğrudan değil, bir perdenin, çitin arkasından bakıyoruz. Lacan’ın dediği gibi, yeryüzünün yabani bakışını imge perdesinde yakalayıp evcilleştiriyoruz ama evcilleştirilen biziz, kafeslerde, kapalı sitelerde yetiştiriliyoruz. Unutmayın, evcilleştirilenler de yabanileşebilir bazen. Bedenlerimiz mesela. İkili cinsel kodlama sistemine göre evcilleştirilmiş bedenler halden hale geçip translaşınca aramızda canavarlar dolaşmaya başlıyor. Norma göre kurulmuş davranış ve düşünce kalıplarını kırdığımızda iblisleşiyoruz. Hadi gelin, içimizdeki yabancıyla karşılaşalım ve tanışalım kendimizle. O kadar evcilleştirildik ki kapatıldığımız çitlerden ancak bir yabani, yabancı kurtarabilir bizi. Yabanın çağrısını duymuyor musunuz?

11 Ocak 2018 Perşembe

YAŞAMAYA YÜZÜNÜZ VAR MI?

Fayyum Portreleri, M.S. 1.-3. yy.

Bernini, "Azize Teresa'nın Vecdi", 17. yy.
RAHMİ ÖĞDÜL
12.01.2018

Yüzlerimiz, seyretmeye doyamadığımız manzaralar. Neler gizliyorlar acaba derinliklerinde? Ne yaparsak yapalım gizlenemiyoruz. Yüzümüz ele veriyor bizi. Yüzümüzü olmadık biçimlere soksak da anlam ağlarından kaçamıyoruz; içimizdeki çalkantılar yüzümüze vuruyor ve yakalanıyoruz. Yaşadıkları hayatla sorunları olanların durmadan yüzleriyle oynadıkları zor zamanlardan geçiyoruz. Yüzün parçaları yerli yerine oturtulmalı. Ama olmuyor, hayat bozuyor yüzlerimizi. Hayatlarını anlamlandıramayanlar, yüzlerine biçim vererek anlam yaratacaklarını sanıyorlar. Yüzler maskelerdir. Maskeler yüzeyin altında olup bitenleri saklayabilir mi? Hayat akıyor ve yüzümüz, en akışkan yüzeyimiz, akıntılarla durmadan dalgalanıyor. Ama kaskatı yüzler görüyorum her yerde. Selfie’lerin gülümseyen donukluğunun altında yaralı ruhlar var. Selfie’lerle kimlik üretimi. Kimlik ölü kabuktur. Selfie’ler ölümü hatırlatıyor.


Melih Cevdet Anday’ın dostlarıyla parkta çektirdiği bir fotoğrafa dair yazdığı “Fotoğraf” şiiri geliyor aklıma: “Ama ben hiç böyle mahzun olmadım/Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?/Oysa hayattayız hepimiz.” Evet, hepimiz hayatın çalkantılı sularındayız, ama fotoğraf ölü denizdir, ölümü hatırlatması o yüzden. Oysa yüzler, dünyanın tüm rüzgârlarına ve akıntılarına açık, dalgalı denizlerdir. Kimi zaman sakin, uysal, çarşaf gibi; kimi zaman hafif bir esintiyle dalgalanıyor; kimi zaman bir fırtınanın habercisi, patladı patlayacak. Bazen yüzeyinde farklı dip akıntılarının oluşturduğu anaforlar belirir. Fırtınalı suları andırır hiddetlendiğinde; bıraksanız hırçın dalgalar mekana yayılıp her şeyi yıkacak. Bazen neşeli dalgaların üzerinde bir martı gibi kanatlanır yüzün çizgileri. Bazen de korkunç dalgaların üzerinde uçan fırtına kuşlarını andırırlar. Bazen derin suların dipsiz karanlığı yayılır yüzlere. Yüzler durmaksızın dalgalanan yüzeyler. Fotoğrafta zaman donmuş, yüzlere de ölüm katılığı sinmiştir.

Portre, açık denizleri ölü denize çevirme sanatıdır. Portrelerde yüzler zamanın ve mekânın dışına taşınmış ve soyutlanmıştır. Bireyin inşasıyla birlikte ortaya çıktığı söylense de henüz Batılı anlamda bireyin ortaya çıkmadığı zamanlarda da portreler yapıldı. Ve ilk portreler bu dünya için değil, aksine öte dünya, yani ölüm için tasarlanmıştır. Öteki dünyadaki yolculuklarında ölüye eşlik etmeleri için. Mısır’da M.S. 1. ve 3. yüzyıllar arası yapılan ve “Fayyum Portreleri” olarak bilinen portreler, günümüz portrelerini andırsalar da sadece soyutlamalardır, hayattan tecrit edilmişlerdir. Tecrit: soyutlamanın eski dildeki karşılığı. Bu portreler ve portrelerin temsil ettiği yüzler, yaşamdan tecrit edilmiş ve öte dünyaya kapatılmış ölülerin yüzleridir. Fayyum portreleri, mumyaların kefenlerine dikilirdi. Anday haklı; resimde ölümü hatırlatan bir şeyler var.

Bedendeki arzu ve duygu hareketleri yüzün topografyasını akışkanlaştırıyor. Sanatçı Bernini “Azize Terasa’nın Vecdi” heykelinde azizenin yüzündeki bedensel akışları mermere kaydetmiştir. Yine Barok dönemde yaşamış olan Fransız sanatçı Charles le Brun (1619-1690), Descartes’in “Ruhun Tutkuları” yapıtını modellerinin yüzlerine uygulamış, yüzdeki duygu akışlarına dair “Umut ve Korku” başlığını taşıyan bir dizi illüstrasyon üretmiştir. Le Brun’a göre ruhun tutkularını yüz kaslarından okumak mümkündü. Dolayısıyla yüz kaslarındaki değişimler doğru okunduğunda, bir bedendeki ruhun tutkuları ve duygu akışları kodlanabilirdi. Le Brun 14. Louis’nin hükümranlığında Versailles Sarayı’nda sanat programları düzenlemiş bir saray ressamıdır. Aynı zamanda Kraliyet Resim ve Heykel Müzesi’nin de başkanıydı. Günümüzde de kapitalist iktidar yüzlerin üretilmesi, kaydedilmesi ve arzu akışlarının kodlanmasıyla ilgileniyor.

Filmler, televizyonlar, gazeteler ve dergiler enformasyon akışlarını kontrol etmekle kalmayan, aynı zamanda yüz üreten ve kaydeden makinelerdir. Üretilen yüzlerden bir yüz seçip suratımıza geçiriyoruz. Toplum artık üretilen yüzlerle denetleniyor. Yüzümüz, üzerinde sayılar ve kodlar taşıyan kredi kartlarıdır. Denetim toplumu, kapatmaya gerek duymuyor artık, yüzlerin enformasyon akışını kodlayarak iş görüyor. Yüzlerimiz, üzerinde numaramızın yazılı olduğu kimlik kartlarımız. Yüzümüzü biz üretmiyoruz, bize veriliyor. Yüzler, ölümü hatırlatıyor. Yaşamaya yüzünüz var mı?

7 Ocak 2018 Pazar

YÜREK DÜZ ÇİZGİYE SIĞAR MI?


Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
05.01.2018

İnsanın yüreği dağ yollarını andırır, kıvrım kıvrımdır. Yürek düz çizgiye nasıl sığsın ki? Haliyle kentin düz caddelerinden kaçacak ve dağlara vuracaktır kendini. Olmadı, kentin çizgilerini eğip bükecek ve yaşadığı kenti bir yüreğe dönüştürecek. Kentin kıvrımlı sokakları yüreğin kıvrımlarıdır, kıvrımlarda yine kıvrımlı yürekler dolaşacak. Eğer kent bir yüreğe dönüşmüşse düz çizgi kırılmış demektir; kırılan sadece çizgi değildir, sistemin omurgası, çizgisel zaman ve mekan da kırılmış, zamanlar ve mekanlar çoğalmıştır. Yüreklerin kıvrımlarında dolaştıkça yüreklerle birlikte zamanlar ve mekanlar da birbirine dolaşır. Yürek kent, kent de evren olur. Ve işte o zaman her insan yeryüzünün ritmini iliklerine dek hisseder ve yeryüzünün ritimleriyle salınır tüm bedeni; yeryüzü olur.

Tennessee Williams’ın “Arzu Tramvayı”ndaki kahramanı soruyor “Düz nedir?” diye ve yanılıyor: “Bir çizgi düz olabilir ya da bir cadde, fakat insanın yüreği, dağların arasından geçen bir yol gibi kıvrımlıdır.” İçimizde dağ yolları var, dağ yollarının ritmiyle atıyor yüreğimiz. Ama bedenlerimiz iktidarın doğrusal zamanı ve mekanına sıkışmış, saatin tekdüze tiktaklarıyla deviniyor. Saat zamanının homojen mekanında tutsak alındık. Yüreklerimiz kıvrım kıvrım olsa da düz çizgide yürümeye zorlandık. Yüreklerimizin daralması o yüzden. Her nesne ve canlının kendine özgü zamanı ve mekanı vardır, kendi ritmiyle salındıkça kendi mekanını yaratır. Ama şimdi hepimiz tek zaman ve tek mekana kapatıldık. Henri Lefebvre’nin Ritimanaliz’deki önerisini dinleyip kentin ritimlerine kulak kabarttığımızda inşaat makinelerinin yıkım sesini işitiyoruz sadece. Makinelerin çıkardığı yıkım sesleri saat zamanının tiktaklarıdır. Yüreğin kıvrımlı yollarını düzleştiriyor, çoklu zaman ve çoklu mekanı tekleştiriyorlar. Ve bu sesler bizi iktidarın zamanına, emeğimizi üç kuruşa sattığımız saat mekanına mahkum edip hiçleştiriyor. Vakit nakittir çünkü, insan ise, Marx’ın dediği gibi, “zamanın enkazı”.

İngiliz yazar John Fowles, “Ağaç ve Doğanın Doğası” (Afa Yayınları) kitabında eski kentlerle modern kentleri karşılaştırıyor, hayatın ve insanın nasıl da düzleştirildiğinden yakınıyordu: “Kent ve kasabaların daha eski ve daha plansız mahalleleri tamamen bir ormanı andırır; özellikle de içimizden geçiş biçimleriyle, kendilerini ortaya koyuş tarzlarıyla, yolumuzu kaybettirmeleriyle, açılmaları ve kapanmalarıyla, şaşırtmaları ve memnun edişleriyle. Yirminci yüzyıl mimarisinin birçok aptalca hatası içinde en aptalca olanı, gösterişli kent planlamasında bu eski modeli unutmak olmuştur. Geometrik ve doğrusal kentlerin insanları, geometrik ve doğrusal olur; ahşap kentlerin insanlarıysa daha insan gibi insan olur.” Yürekleri bir orman gibi kıvrım kıvrımdır çünkü. Fakat Fowles bunun aptalca bir hata olduğunu söylerken yanılıyor; çok akıllıca çünkü. Tıpkı kent gibi insan da kıvrımlarında isyanlar saklar ve iktidar insanı, kıvrımlarından arınmış düz bir çizgi olarak icat etmek için mekanı ve zamanı düzleştirmiş; yüreği, kentin düz çizgisinde yürümeye zorlamıştır; isyan etmeyi unutsun, doğrusal geometriye, sömürüye boyun eğsin diye.

Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler” kitabındaki Ersillia kentinin sakinlerini hatırlayalım; kentin kıvrım kıvrım ilişki ağlarından dışarı çıkıp kentlerine bir tepeden bakmış ve bir hiç olduklarını anlamışlardı. Kıvrımlarından arınmış bir yürek hiçtir çünkü, saat gibi tıkır tıkır işleyen mekanik bir makine. Oysa insan kıvrımlarda dolaştıkça, bağlantılar kurdukça var edebilir kendini. Doğanın ve toplumun bağrına çizilen düz çizgilerle birbirimizden ayrı düştük. Dolaştığımız ve dolaştıkça birbirimize dolandığımız kıvrımlı yollar çizgisel yollarla parçalandıkça, giderek daha yalnızlaştık ve sonunda kapitalizmin çizgisel otoyolunda bir başımıza kaldık; birbirimizle ölümüne yarışıyoruz şimdi.

Sömürünün düz çizgisinde yüreklerimiz daralıyor. Yürek daralması iyidir, eşeklik yapmak için hala bir umut var demek ki. Le Corbusier düz çizgilerden oluşan kentler tasarlamıştı: “İnsan dosdoğru yürür, çünkü bir hedefi vardır… Eşek zikzak çizer”. Dosdoğru nedir ki? Bir çizgi dosdoğru olabilir ya da bir cadde, “fakat insanın yüreği, dağların arasından geçen bir yol gibi kıvrımlıdır.” Kıvrımlarında fay kırıklarını, isyanları çoğaltıyor.