25 Şubat 2018 Pazar

UÇUŞLARINI DA KUŞLARI DA UNUTMA!


Igor Morski 
RAHMİ ÖĞDÜL
23.02.2018

"Bilemezsiniz bu küçük topluluğa nasıl bağlıyım.” Yıl 1917; kaldığı hücrenin bahçesindeki kuşlardan söz ediyor Rosa Luxemburg. Bir tutsağın kanatlı varlıklara duyduğu özlem. Biz de bağlıyız bu küçük topluluğa; yeryüzüne çizilmiş sınırları değersizleştiren havai kaçışlarına. İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın sözlerini tenimize kazıdık: “Kuş ölür sen uçuşu hatırla.” İnsan da kafeslere kapatılmış bir kuştur, kafeslerin içinden konuşur; sözcüklerimiz bile tutsak: “Orada insanı içiçe geçmiş iki tel kafesin içinde sunuyorlar, yani küçük bir kafes, daha büyük bir kafesin içinde ve bu parıldayan iki kafesin içinden insan konuşmak zorunda” (Hapishane Mektupları, Boyut). Ama bizler o kadar sevdik ki kafeslerimizi, her gün tellerini ova ova parlatıyor, anlata anlata bitiremiyoruz.

Kuşlar, bedenlerine form dayatılanlara, bedenleri formların içine kapatılanlara uçuşu, kaçışı, özgürlüğü hatırlatır. Hele sığırcıklar yok mu? Hava sahasında yaptıkları o müthiş gösteriler. Binlerce sığırcığın tek bir beden gibi davranması ve durmadan biçim değiştirmesi. Bedenin ve toplumsal bedenin bir biçimi olmadığını anlatıyorlar, anlayana. Ama iktidar tek tek bedenleri ve toplumsal bedeni kafeslerin içinde biçime sokuyor. Kafeslerimizin telleri ikili karşıtlıklarla örülmüştür. “Ya/ya da”cı tellerle kendi ellerimizle ördük. Ve içeriden dışarıya baktığımızda sadece ikili karşıtlıklar görüyoruz: “Ya şusun ya da bu, ya bizdensin ya da onlardan”. Tellerin arasında boşluk var, göremiyoruz. Oysa kaçış çizgilerini “ne o, ne de bu, hem o hem bu olanlar”, hep arada duranlar görebilir ve icat edebilir ancak. Hep arada duranlar, tellerin arasından kaçabilir. Kuşlar, müthiş gösterileriyle kaçış çizgileri çiziyorlar havaya. Hava sahası; kanatlı varlıkların varlık ile boşluk, varlık ile oluş, form ile formsuzluk arasında geçişler yaşadığı oyun alanı. Zihnimizde de kuşlardan oluşan bir topluluğumuz var, birlikte kaçış çizgileri icat ediyoruz.

Çocukken, henüz kanatlarımız varken oynardık biz bu oyunu. Boş arsalarda oynadığımız çivi saplama oyununu hatırlasanıza! Çiviyi nemli toprağa saplayarak çizgiler çizer, oyun arkadaşımızı çizginin içine kapatmaya çalışırdık, arkadaşımız da bizi. Kapana kıstırılmamak için en hünerli atışlarımızı yapar ve en dar boğazlardan geçmek için en olmadık kaçış çizgileri icat ederdik. Bir kapatma ve kaçma, varlık ve oluş oyunu. 

Sonra büyüdük ve kafeslere kapatıldık, tellerini kendi ellerimizle örüyoruz şimdi. Çizgileri eğip bükerek kaçış çizgisi icat etmek yerine kafeslerin içinden konuşuyoruz. Çizgiler üzerimize kapanıyor. Oysa çizgiler bizi kaçırabilir de. Lyotard’ın “figüral”i mesela. Figürali, form ile çizgi arasındaki ayrımı aşındıran bir kuvvet olarak tanımlıyor: “Harf kapalı, sabit bir çizgidir; çizgi ise kapatılmış harfin açılışıdır. Harfi açın, imgeyi, olayı, büyüyü bulursunuz. Çizgiyi kapatın, amblemi, sembolü ve harfi bulacaksınız.” Kuvvet çizgilerinin akışından oluşan bir evrende çizgileri akıştan kopararak, kendi üzerlerine kapatarak sabit formlar, semboller, kafesler yaratıyoruz. Yeryüzü yeniden olaylı, büyülü hale gelebilir, sabit biçimlerin çizgisini kırmamız yeterli; kafesi kırmak ve kaçmak gerekiyor. Figüral, biçim ile biçimsizlik arasındaki geçiştir. Hava sahasındaki sığırcık sürülerinin sürekli biçim değiştiren toplumsal bedeni.

Yeryüzünü formlar halinde istifleyen kapitalistlerin hipermarketine saldıranlar da kuşlardır, unutmayın. Alfred Hitchcock’un 1963 tarihli “Kuşlar” filmi, daha önce bir araya gelmemiş farklı kuş türlerinin bir araya gelerek, yeryüzünü bir hipermarkete dönüştüren kapitalizme saldırmalarının, kafesi kırmalarının öyküsüdür de. Kuşların saldırdığı kasabanın adı: “Bodega Bay”. “Bodega”, İspanyolcada dükkân ya da market anlamına geliyor. İktidar yaşamı market formunun içine kapattığında, yaşam bu kapalı formu kırarak kaçış çizgileri yaratacaktır, yaşamı kapatamazsınız. Kuş türlerinin bir araya gelerek yeryüzünü felakete sürükleyen kapitalist ilişkilere, markete saldırmaları, market sahibi tarafından bir felaket olarak algılanabilir ama market sahibinin felaketi, kuşların ve yeryüzünün kurtuluşudur. Kuş sürülerinin havadaki kaçış çizgileri başka bir dünyayı müjdeliyor. İnsan da bir kuştur, hatırlayın. Çoğu zaman kafasını kuma gömse de kanatları vardır.

18 Şubat 2018 Pazar

ÇÖPLÜKLERDE KENDİNİ ARAMAK

Michelangelo Pistoletto, "Paçavraların Venüs'ü", 1967

Mussolini, 1935
RAHMİ ÖĞDÜL
16.02.2018

Çöplerden uzak durmamızı öğütlediler, mikrop kapıp hastalanabilirdik. Ama hayatta kalmaları çöp yığınlarına bağlı olanlar vardır. Gece gündüz demeden arkalarında sürükledikleri arabalarıyla sokak sokak dolaşıp çöp kutularını karıştıranlar. Çöpleri özenle ayıklayarak kazanıyorlar hayatlarını. Dolaşımdan çıkmış, gözden düşmüş, değersizleştirilmiş ne varsa bulup çıkarıyor, torbalarında biriktiriyorlar. Birilerinin atıkları başkalarının hayatta kalmasını sağlıyor. Torbaları, belleksizleşen toplumun atık bellekleriyle dolu. Yıkım çağında yıkıntıların arasından geçmişin izlerini, bellek kalıntılarını seçip ayırıyorlar: “Sizin çöpe attıklarınız bizim için değerlidir”.

Yıkım çağında hiçbir şey kalıcı değil, her şey çok geçmeden çöpe dönüşüyor. Çöp yığınları arasında nesneleri toplayıp hayatta kalmaya çalışan atık toplayıcıları ile yıkıntılar arasından yaşam kırıntılarını toplayıp hayatta kalmak için anlamlı cümleler kurmaya çabalayan bizler aynı kaderi paylaşıyoruz. Çöpe atılmış parçaları bir araya getirip yitirdikleri değerlerini, değerlerimizi yeniden ele geçirmek. Çünkü var olabilmemiz onlara bağlı. Neleri yitirmedik ki? Farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşamak için anlam yüklediğimiz ne kadar değer varsa şimdi çöp yığınlarının arasındadır. Hayatta kalmamız, çöp yığınlarına bağlı. Yitirdiklerimizi bulup çıkarmaz ve aralarında yeni bağlantılar icat etmezsek toza dönüşeceğiz ve esamemiz okunmayacak. “Kullan-at” toplumunda kullanılıp atılan paçavralarız. Nesneleri harcar gibi insanları da harcıyorlar. “Doğal kaynaklar” gibi “insan kaynakları” da hızla tükenecek bu gidişle. Ve geriye çöp yığınları kalacak. Kendinizi bulmak mı istiyorsunuz? Çöpleri karıştırın! Kahraman olmak mı istiyorsunuz? Kudretlenmeniz gerekecek önce, çöplükleri dolaşın ve yitirdiğiniz hayatı yeniden kazanın!

Charles Baudelaire’in kahramanı da “paçavracı”ydı, çöp yığınları arasından seçiyordu parçalarını: “İşte başkentte günün çöpünü toplaması gereken adam. Büyük kentin savurup attığı, kaybettiği, ayaklar altına aldığı, kırıp döktüğü her şeyi o toparlıyor, ayıklıyor, sınıflandırıyor. İfratın ve israfın kaydını tutuyor. Dikkatli dikkatli seçiyor, ayırıyor… Bütün günleri başıboş dolaşmak ve uyak aramakla geçiren genç şairler gibi, başını sallaya sallaya, kaldırım taşlarına toslaya toslaya geliyor” (Modern Hayatın Ressamı, İletişim). Yıkıntıların arasında tökezleye tökezleye dolaşıyor ve hayatta kalmak, anlam yaratabilmek için yaşam kırıntılarını biriktiriyoruz. Başka çaremiz var mı?

Ama yıkımdan hiç söz etmiyorlar, tek söyledikleri arınma. Yeryüzünün tozundan toprağından, mikroplardan, teröristlerden arınma. Saflığı bozacak, kurulu düzenlerini sarsacak ne varsa “kir” olarak adlandırıp dışarı atacak ya da imha edecekler. Kir, “gerek zihin gerek dış dünyada her türden düzen verme esnasında, bu düzenin dışına atılmış kırıntı ve süprüntü”dür (Mary Douglas, Saflık ve Tehlike, Metis). İstenmeyen bedenlere de kir olarak bakılıyor. Sadece bedenler mi? Duygulardan da, rasyonel kararlarını kirleten duygulardan da arınmamız gerekecek. Duygular, aklımızı karıştırıp aldığımız kararları etkileyebilir. Ya da bir düzenin parçası olmuşsanız duygularınız düzenin rasyonalitesini bozabilir. Diyelim ki elinize silah verilip ölmeniz ve öldürmeniz emredildi; acıma, empati, dostluk, dayanışma, sevgi gibi duygular zararlıdır, kurulu düzenlerini kirletir.

Medyada sergilenen gösterilerle duygularımızdan arındırılıyor, “saflaştırılıyoruz”. “Katharsis” yaşıyoruz. “Katharsis”, Aristoteles tarafından sanatta, özellikle trajedide özdeşleşme aracılığıyla izleyicilere yaşatılan duygusal bir arınma olarak tanımlanmadan önce, gündelik hayatta bağırsakların temizlenmesi gibi doğrudan bedensel arınma anlamında kullanılıyordu. Bir beden olarak kentin içini saf olmayanlardan, kirli bedenlerden arındırmak faşistlerin yöntemidir. Faşist Mussolini Roma’nın içini eski binalardan ve bu binaları mesken tutmuş yoksullardan temizlemek için kapsamlı bir yıkım hareketi başlatmıştı. Bu temizleme projelerine, iç organlarını çıkarmak, içini boşaltmak anlamını taşıyan tıbbi bir terim olan ‘sventramenti’ adı verdiler. İçimizi boşaltıyorlar. Yaşam, duygularımız, farklılıklarımız; tüm yitirdiklerimiz çöp yığınlarının arasında. Geriye ölü, boş kabuklar kalacak. Hayatınızı geri kazanmak mı istiyorsunuz? Çöpleri karıştırın!

9 Şubat 2018 Cuma

TAKSİDEN İNİP YÜRÜMEYE NE DERSİNİZ?

James Lagasse, "New York City Taxi", 

Abingdon Labirenti, 11. yy.
RAHMİ ÖĞDÜL
09.02.2018

Karşıyız biz, karşının taksisiyiz. Kendimizi karşıtlıklar üzerinden tanımlıyoruz. Karşı olduğumuz kavramların önüne “anti” ekini getirerek adlandırıyoruz kendimizi. “Kimsiniz?” diye sorduklarında, “anti”lerimizi sıralıyoruz: “Şuna karşıyım, buna karşıyım.” “Peki, kimsiniz?” diye ısrar etseler, kendimizi tanımlamakta zorlanıyoruz. İnsan kendini tanımlamakta zorlanır gerçekten. Çünkü insan tanımlara sığmayacak kadar çoktur. Çoklukla baş edemediği için ikili karşıtlıklar üretip kutuplardan birinde yer almayı ya da kendini ötekinin karşıtı olarak tanımlamayı yeğliyor. Böylesi çok kolay. Önce olumsuzu tanımla ya da kendinde eleştirdiğin tüm özellikleri ötekine yükle, sonra da olumsuz olana yüklediğin niteliklerin karşıtı olarak kendini konumla.

İktidar da bir karşıtlık olarak kuruluyor; yasaklar koyan, bizi kısıtlayan bir karşıtlık. Oysa ilişkilerimizi gözden geçirirsek iktidarın biz olduğunu, ilişkilerimizde iktidarı durmadan ürettiğimizi fark edeceğiz. Bedenlerimiz tek merkezli olarak inşa edilmiştir çünkü. Yerleşik hayata geçtiğimizde göçebe bedenlerimizi de yerleştirmek zorunda kaldık ve tıpkı yerleşiklerin eş merkezli çemberler şeklinde mekânda örgütlenmesi gibi bedenlerimizi de tek merkezli bir mekân haline getirdik. Merkezdeki çember, iktidarın yeridir; iktidar tarafından doldurulmuştur. Bu yüzden “iktidar her yerdedir”, Foucault haklı. İktidarı dışarıda aramayın, nereye giderseniz gidin, iktidarı da yanınızda taşıyorsunuz.

11. yüzyıldan kalma labirent şeklinde tasarlanmış Latince bir metin; “EST” sözcüğü hemen gözümüze çarpıyor. En merkezdeki çemberde yer alıyor çünkü, en korunaklı yerde, iktidarın yerinde. “Est”, değişimin, dönüşümün, çokluğun dışarıda bırakıldığı çemberin içindeki varlığı tanımlıyor. Ve bu varlık göksel ve kutsal olan, değişmez bir varlıkla ilişkilendirilmiştir. Metinde “Meryem Göğe Yükseldi” yazıyor ve biz de Meryem ile birlikte göğe yükseliyoruz. Gökler kutsalın, mutlak düzenin, değişmezin yeridir, yani kozmosun. Yeryüzü ise akışkan varoluşların. Gökyüzünde değişmez formlar vardır, yeryüzünde ise değişim, dönüşüm. “Est” sözcüğü varlığı doğrudan göksel haritaya bağlıyor. Ve yeryüzünün akışkan bedenleri, göksel formlarla sabitleniyor. Bize form dayatan İktidar, göklerdedir. Gökyüzünde sabit yıldızlar, takımyıldızlar, hep aynı yörüngede dönen gezegenler gördüğümüzden beri yeryüzünü aşağıladık. Yeryüzünü göksel bir haritaya göre biçimlendirmeye çalışıyor ve istikbali göklerde arıyoruz. Ama yürürken gökyüzüne baktığımız için hep tökezliyor ve bataklığa düşüyoruz. Kılavuzu iktidar olanın burnu bataklıktan çıkmıyor.

Modern zamanlarda yine “ya/ya da”cı tuzağa düşürüldük. “Ya iktidar ele geçirilir ve iktidar olunur ya da iktidar bütünüyle yadsınarak politika alanı iktidarın mutlak reddi biçiminde tanımlanır… Ya Reich ya Cumhuriyet ya da anarşi”diye yazıyor Antonio Negri (Porselen Yapımı, Monokl). Politika alanını çoktanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş olarak deneyimlediğimizi söylüyor. Seçimin sonucuyla birlikte, öncesinde deneyimlenen çoktanrıcılığı terk edip tektanrıcı bir düzene geçiyoruz. Çoktanrıcı ya da tektanrıcı, her ikisi de aşkın bir hakikate dayanıyor. Aşkın bir iktidara devrediyoruz, kudretimizi ve yaşamlarımızı. Çünkü iktidar içimize yerleştirilmiştir. Yeryüzüne bakmak yerine gökyüzünde aşkınlıklar arıyoruz.

Yeryüzüne karşı olmak, kurucu olmamızı engelliyor. Tepkisel davrandıkça, yeryüzünde etkin olarak var olamıyoruz. Kendi mekânlarımız ve zamanlarımızda yaşamak yerine tek bir mekân ve zamana sıkıştırıldık. Bizi hareket ettiren iktidardır, iktidara göre davranıyoruz. Bu yakanın ya da karşı yakanın, fark etmez, taksiye biniyoruz. Biyolojide “taksis”, bir dış uyarana tepki veren organizmanın tepkisel davranışını tanımlıyor. Örneğin organizma ya ışığa yönelir ya da ışıktan kaçar. Bizi uyaran iktidardır. Yasalara ya boyun eğiyor ya da ihlal ediyoruz. Oysa yasa koymak ve yasayı ihlal etmek aynı madalyonun iki yüzüdür. Düzen, kendi ihlalini üreterek işliyor. Bir tarafta yasa koyucu Kant, öte yanda yasayı ihlal eden Marquis de Sade. Göksel yasayı ihlal et ve hazzı yaşa. Yeryüzünün akışlarını kesintiye uğratan hazlardır. Bir taksiden in, diğerine bin. Argoda da “dolmuşa binmek” tabiri var; aldanmak anlamına geliyor. Yürümeye ne dersiniz? Yerin yüzünde, yerin kuvvetleriyle birlikte yürümeye?

6 Şubat 2018 Salı

ELLERİMİZ YARATICI "VE"LERDİR

Robert Bresson

Robert Bresson
RAHMİ ÖĞDÜL
02.01.2018

Yasaklanan bağlantılardır, bağlantılarla bir araya gelişlerimizi yasakladılar. Parçaları alete dönüştürecek yaratıcı bağlantılardan yoksunuz. Maurice Blanchot’nun “Son Sözcük” anlatısında, yolu kütüphaneye düşen kahraman “Üçüncü devlet üzerine bir söylev”den bir alıntı okur: “Dilin… son derece nazik bir alet haline geldiği bir zaman oldu, öyle ki kullanımını çok sayıda kişiye yasakladılar…” Karmaşık bağlantılarla dili bir alete dönüştürebilirsiniz ama bağlantı kurmayı yasakladılar. Düşünce de bağlantılarla bir alete, sıçrama aletine, tramboline dönüşebilir. Ve düşünürken oradan oraya sıçramayalım, olmadık bağlantılar kurmayalım diye düşünce aletini de yasakladılar. Sadece dil ve düşünce değil, toplumsal olan da bağlantılarla yaratılıyor, toplumsalı yasakladılar. Sözcüklerin bağlantılarla bir araya geleceği yaratıcı boşluklar kâğıtlarsa, bedenlerin bir araya geldiği yaratıcı boşluklar sokaklar ve meydanlardır, meydanları da yasakladılar. “Ve”lerle birbirine bağlanan çokluk, “ya/ya da” nın despotik kıskacında kutuplaştırılıyor şimdi, kutuplardan birinde yer almak zorundasınız: “Ya bizdensin ya da onlardan”. Çokluk, aynının bataklığına sürüklenmek, aynılaştırılmak isteniyor. Bataklıkta yaşayanlar, her şeyi bataklığa çekmek isteyebilir ancak. Boğazımıza kadar pisliğe batmışız ve şarkı söylemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Ellerimiz tutsak çünkü, ellerimizi yasakladılar.

Ellerimizi kullanamıyoruz, bankaların ATMlerine, AVMlerin kasalarına sıkışmış. Ellerimizi kurtarmamız gerek, bağ kurmayı onlar biliyor çünkü. Yeryüzünün ipliklerini birbirine bağlayan, halı dokuyan, yeryüzünün liflerinden keçeler üreten ellerimiz değil mi? Ellerimiz, “ve”lerdir; olmadık şeyleri birbirine bağlayarak, her şeyi her şeyle ilişkilendiren ellerimiz. Bağlayarak, katlayarak ya da katları açarak durmadan yeni formlar üreten ellerimiz. Ellerimiz mekik gibi; yeryüzünü boydan boya katettikçe bağlantıları yoktan var eden ve bedenlerini çoklukla dokuyan onlar değil mi? Ellerimizi kullanmayı unuttuk. Ellerine bakarak sanatçıları tanıdığımız bir zaman oldu. Sanatçılar da artık ellerini kullanmıyor. Şimdi yüzlerinden tanımaya çalışıyoruz. Elleri olmayan kafalar. Giovanni Morelli (1816-1891) sanatçıları ellerinden tanırdı.

Tıp eğitimi gören Morelli bilimsel sanat tarihi olarak anılan bir yöntemin kurucusu. Sanat yapıtının kompozisyonuna, konusuna, yani bütünsel etkisine bakmak yerine, gözden kaçan küçük ayrıntıları özenle inceliyordu; resimlerdeki kulakların biçimi, kıvrımları, ellerin, parmakların, tırnakların biçimleri Morelli için bir ressamın kimliğini tespit edilmesinde kullanılan ayrıntılardır. Morelli temsil edilen bedenlerdeki ayrıntılardan yola çıkarak ressamın kişisel üslubuna, dolayısıyla kimliğine ulaşıyordu. Dönemin karşılaştırmalı anatomistlerinden Cuvier’in bilimsel yönteminden etkilenmişti. Cuvier’e göre parmakların, kulakların ya da gözlerin tam olarak anlaşılmasıyla, sisteme ait herhangi bir yapı belirlenebilir, ayrıntıdan yola çıkarak tüm sistem kavranabilirdi. Morelli de ressamın tasvir ettiği ellerden yola çıkarak ressamın eline ve bedenine ulaşıyordu. Ressamlar, tasvir ettikleri bedenleri kendi kulak, burun ve elleriyle donatıyorlardı. Morelli yapıtlarda sanatçının elini görüyor, sanatçıyı elinden tanıyordu.

Robert Bresson’un sinemasını da ellerinden tanıyoruz, elleri en güzel kullanan yönetmenlerden biridir; filmlerinde parçalanmış mekânları eller birleştirir: “Bresson’da bütünlüklü mekânlar hemen hemen hiç yoktur. Aksine, bağlantısız mekânları vardır onun: köşede bir yer, hücre gibi… bir dizi küçük mekan kırıntısı, mekan parçacıkları… bağlantıları ise önceden belirlenmiş değildir” diye yazıyor Deleuze. Bağlantılar icat edilmeli, ellerimizle icat edebiliriz. “Bu görsel küçük mekân parçacıklarını önceden belirlenmediği halde birbirine bağlayan nedir? İşte Bresson’da ellerin rolü buradan geliyor: kenardaki el. Bresson mekânlarının parçalarının birleştirilmesi… ancak el ile yapılabilir. İşte Bresson’da elin yüceltilmesi bundandır” (İki Konferans, Norgunk Yayıncılık). 

Kapalı sitelerde bedenlerimiz birbirinden ayrı düştü. Ayrıştırılmış mekânlara sıkıştırıldık, “ya/ya da”nın mekânlarına. Ancak ellerimiz birleştirebilir parçalanmış bedenleri ve mekânları; yitirdiğimiz meydanları ellerimizle yaratabiliriz. Ellerimiz yaratıcı “ve”lerdir. Ellerinizi uzatsanıza!

1 Şubat 2018 Perşembe

DİRENİŞİN BAĞLAÇLARI: "VE" YAŞAM

Georg Baselitz

Georg Baselitz
RAHMİ ÖĞDÜL
26.01.2017

Savaşın bir gösteri olarak sahnelendiği zamanlardayız. Devletlerin yazıp yönettiği ve iliştirilmiş medyanın prodüksiyonunu ve post-prodüksiyonunu üstlendiği bir gösteri. Koltuklarımıza çivilenmiş olup bitenleri izliyoruz. Platon’un mağarasındaki tutsaklardan farkımız yok. Kalkıp yürümemize izin verilmiyor. Hareket ettiğimizde, yaratılan derinliğin bir yanılsama olduğunu fark edeceğiz çünkü. Yer değiştirdikçe bakış açımızın değişmesinden ve gerçek olarak sunulanın aslında koca bir yalan olduğunun ortaya çıkmasından korkuyorlar. Gösterinin hakikat olarak dayatıldığı, yaşamı savunmanın, örtüleri kaldırdıkça gerçekliği durmadan keşfetmenin suç olduğu zamanlardayız. Basını kendilerine iliştirip bir devlet aygıtına dönüştürdüklerinde, “ya/ya da”nın dışında başka bir seçenek bırakmadılar bize. “Ya/ya da” algılama yetimizi dumura uğratıp tüm seçenekleri dışarıda bırakıyor, iki yoldan birini seçmek zorundasınız: “Kırmızı hap mı yoksa mavi hap mı?” ya da “ya bizdensin ya da onlardan”. Her iki durumda da bize hap yutturuluyor. Gösterilen, hapı yuttuğumuzun resmidir.

Judith Butler, 2003 Mart ayında Irak’ın işgaliyle birlikte ortaya çıkan “iliştirilmiş gazetecilik” olgusunu, gazetecilerin sadece ordu ve devlet yetkililerinin perspektifinden haber yapmayı kabul ettiği bir sözleşme olarak tanımlıyor. Bu sözleşmeye göre bakış açısını belirleyen devlet aygıtlarıdır, gazeteci sadece ve sadece devletin gösterdiklerini görecek ve gösterecektir. “Neyin gerçeklik sayılacağını, yani neyin, hangi ölçüde varolan bir şey olarak algılanacağını kararlaştırma gücü” artık tamamen devletin elindedir (Savaş Tertipleri, YKY). Ve medyanın gösterdiklerini gerçeklik sanıyoruz.

Devletler savaşsız yapamıyor. Amerikalı yazar Randolph Bourne’nin dediği gibi, “Savaş, devletin sağlığıdır”. O kadar sağlıklılar ki yanaklarından kan damlıyor ve sağlıklı yaşamlarını sürdürebilmek için bundan sonra hep kanlı gösteriler olacak sahnede. Eski güzel günlerdeki gibi iki savaş arasında toparlandığımız, olup bitenleri değerlendirdiğimiz ara zamanlarımız olmayacak artık. Tek bir zaman ve mekana sıkıştırılmış bedenleriz. Yıkım çağındayız, mekanlarımız ve bedenlerimiz durmadan yıkılıyor, bellek yıkıntıları arasında yaşıyoruz. Yıkıntılar arasında hayatta kalmaya çabalayan bedenler; parçaları en küçük bir esintide dağılacak. Art arda gelen patlamalarla toparlanmalarına izin verilmiyor. Bedenler, eğreti tutturulmuş bir yamalı bohça gibi; konuşmaları kesik kesik, sadece sözcükleri var; sözcükler havaya savruluyor. Sözcükleri birbirine bağlayarak anlamlı cümleler kuracakları bağlaçlardan yoksunlar çünkü. Sözcükler birbirine bağlanmadan hiçlikte asılı kalıyor.

Sözcükleri anlamlı bütünler haline getirme yeteneğinden yoksun olmaları, toplumsal ilişkilerine de yansıyor. Bir araya gelip cümle oluşturacak ne güçleri var ne de cesaretleri. Yıkım çağının bedenleri her an toza dönüşecek kadar kırılgan. Kendilerini dağılmaktan koruyacak ne güçleri ne de direnmek için cesaretleri var. İstenilen tam da buydu zaten. Önce bedenleri birbirine bağlayan bağlar koparıldı yavaş yavaş. Farkına varmadılar. Ardından tutunacak dalı olmayan yapraklar gibi hiçliğe savrulup dağıldılar. Bedenlerini ve sözcüklerini bağlayacak bağlaçlardan yoksunlar şimdi. “Ya/ya da”nın ayrıştırıcı, ırkçı bataklığında çırpınmaktan başka seçenek bırakmadılar.

Var olmak, direnmektir. Beden direnmediğinde dağılıp gider. Direnmek için, parçaları birbirine bağlayacak bağları yeniden keşfetmek zorundayız. Tıpkı sözcüleri bir araya getirip anlamlı cümleler kurmak için bağlaçlara gerek olması gibi, bedenleri de bir araya getirmek için direnişin bağlaçlarını keşfetmemiz gerekecek. Kıstırıldık. “Ya/ya da”nın iki kutuplu evreninde kıstırıldık ve kısırlaştırıldık. Oysa beden, hiçbir kutba sığmayacak kadar çoktur. Çokluğu, tüm heterojen öğeleri, farklılıklarıyla yan yana getirebilmek “VE” bağlacıyla mümkündür. Savaşın yıkımından bizi “VE” bağlacı kurtarabilir. “Ya/ya da”nın kanlı gösterisini “VE” bozabilir ancak. İkili karşıtlıkların kıskacından kurtulduğumuzda, yeni bir direniş alanı açılacak önümüzde. Çokluğu birbirine bağlamak gerekiyor. Ölüm severlerin “ya/ya da”sı varsa, yaşam severlerin yeryüzünün çokluğunu kucaklayan “VE” si var: Ve yaşam ve yaşam ve yaşam...